Haftanın Hikayesi | Toprak | Robert Seethaler
Çevirmen: Regaip Minareci, Timaş Yayınları, s.14-17
“…buranın cennet olmasına izin vermiyorsun, çünkü kovulmaktan korkuyorsun.” der ve ekler: “Kovulma korkun öyle büyük ki cennet hayalini henüz içinde gelişmeden kendinden uzaklaştırmak zorunda kalıyorsun.”
Ben ölürken yanımda oturup elimi tutmuştun. Uyuyamıyordum. Zaten uzunca
zamandır uyuyamaz olmuştum. Konuştuk. Birbirimize hikâyeler anlatıp geçmişi
andık. Sana baktım, sana böyle bakmayı her zaman çok severdim. Yakışıklı bir
adam değildin. Burnun kocaman, göz kapakların sarkıktı, tenin solgun ve leke
lekeydi. Yakışıklı bir adam değildin, ama benim kocamdın.
Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım,
öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat,
yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden
dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil,
yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri. Dürüst olmak gerekirse
sersemce bulmuştum bu tavrını. Ama başparmağını parmaklarımın üzerinde
gezdirmen hoşuma gitmişti. Ve o kocaman burnunu sevmiştim. Sanıyorum seni biraz
çekici bulmuştum.
Elli yıl sonra hâlâ elimi tutuyordun. Hiçbir
zaman bırakmamışsın gibi hissediyordum ve bunu sana söylemiştim. Sen de gülmüş,
doğru, bırakmadım zaten, demiştin.
Son sözlerimi anımsamıyorum. Ama tabii sana
yönelikti, başka türlü olamazdı zaten. Sana, pencereyi açar mısın, diye
sormuştum. Temiz hava bana iyi gelir sanmıştım. Ama sonra? Sonra neler
söylemiştim?
Oysa ilk sözlerimi çok iyi anımsıyorum. Öğretmen
odasındaki sohbetimizden önceydi. Sabah geldiğimde seni okulun bahçesinde
yürürken görmüştüm. Seni durdurup müdür odasının nerede olduğunu sormuştum.
Özür dilerim, burada yeniyim, bana yardımcı olur musunuz, demiştim. Yolu
bildiğim halde sormuştum sana. Sense, gelin benimle küçü khanım, demekle
yetinmiş ve konuşmadan önden yürümüştün. Geniş ve sert adımlar atarak
ilerlemiş, her zaman yaptığın gibi bedenini hafifçe öne doğru eğmiş ve ellerini
arkanda kavuşturmuştun. O sabah hava güneşliydi, ana kapının geniş çizgilerden
oluşan gölgesi önündeki beton zemine vurmuştu. Üzerimde Nil yeşili beyaz yakalı
bir kalem elbise vardı. Teyzemindi, bana vermişti, kendi bedenime oturtabilmek
için saatlerce uğraşmıştım. Yakasını babamın eski bir gömleğinden kesip
takmıştım. Elbisenin bana kendimden emin ve havalı bir görünüm vermesini
ummuştum. Ama daha okul avlusunda peşin sıra yürürken elbise bana demode ve çok
resmî görünmüştü de utanmıştım.
Ne kadar tuhaf: Yıllar önce giydiğim bir
elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde öldüğümü bilmiyorum.
Senin öğretmen olabileceğin aklımın ucundan
geçmemişti. Anlaşılan bir parçam hâlâ okul çantası ve saç örgüsüyle sınıfta
oturuyordu, çünkü bana göre bütün öğretmenlerin yaşlı olması gerekiyordu. Kahve
ve tebeşir kokan, yıllar içinde otoriteleri yün hırkalarının kolları gibi
aşınmış, yaşlı, saçları ağarmış kadınlar ve erkekler. Ama sen gençtin. Sırtına
buruşuk bir gömlek giymiştin, yakası açıktı, ayaklarında deri sandaletler
vardı. O zamanlar kimse sandalet giymezdi. Sanırım veli ya da hademe olduğunu
düşünmüştüm, ama öğretmen olabileceğin hiç aklıma gelmemişti. Ya da arkandan
okul binasına girerken aklımdan bunların hiçbiri geçmemişti, yalnızca sırtında
kavuşturduğun ellerine bakmıştım. Parmak uçların pespembeydi, adeta yanıyordu,
kendi yarattıkları bir güçle ışıldıyordu.
Pencereyi açtın. Gölgede kalmıştın. Perde bir an
hava akımının etkisiyle yükseldi. Işık. Hâlâ gündüz olmalıydı. Ya da yeni bir
gün müydü? Pencerenin önüne gitmek üzere ayağa kalktığında elimi bıraktın.
Rastgele bırakmadın, başımın yanındaki yastığın üzerine koydun, ben de
yaşamımın son soluklarını o küçük, sakat elimin içine üfledim.
Kahve sevmezdin. Kahve yalnızca dişleri değil
yürekleri de karartır, demiştin öğretmenler odasında, baksana çevrene: Kara
yürekli, hepsi de şeytanın yaratıkları olan meslektaşlar! Birkaçı gülmüş, ama
çoğu duymazdan gelmişti. Yalnızca matematik dehası Juchtinger sözlerini ciddiye
almıştı. Pencereyi iterek açıp sıcak havanın içeri dolmasını sağlamıştı. Ey,
biz karanlığın yoldaşlarını aydınlat, demiş ve iltihaplı gözlerini
kırpıştırarak güneşe doğru bakmıştı.
Yatakta yatıyor, duvardaki kalorifer
borularından gelen boğuk şırıltıları dinliyordum. (Kıştı demek?) Beni uzun
zamandır yiyip bitiren ağrılarımı artık suskun bir anı olarak içimde
taşıyordum. Bazen ansızın kesiliyordu, ama bu rahatlamanın nihai vedanın
başlangıcı anlamına geldiğini biliyordum. Ama yine de biraz zamanım vardı. Sen
yatağımın kenarında oturuyor, elimi tutuyordun. Birbirimize anlatıp
duruyorduk…
Toprak, Robert Seethaler’in kaleminden, Timaş Yayınları etiketiyle yirmi dokuz ölüyü raflara taşıyan bir roman. Toprak’ı (onları) sizin için inceledik.
Öldükten sonra fırsat bulsak bile yaşadığımızı kanıtlamak neredeyse imkânsız. İlginç bir öykü yaşamış olabiliriz. Gazete kupürü, ayak izi, vitrine asılı resim bırakmakla kocaman bir hayatın yaşandığını kanıtlamak aynı şey değil. Bir hayattan geriye ne kalır? Robert Seethaler, okura sık sık bu soruyu hatırlatıyor. Okurken sık sık, canımızı fena sıkan insanları, öldükten sonra kime mektup yazmak isteyeceğimizi, ilk defa bisiklete bindiğimizi veya yeterince şanssızsak bisiklet sürmeyi bilmeden ölebileceğimizi düşündürüyor.
Bir köy. Yirmi dokuz ölü. Yaşanmış, bitmiş, üstünden birçok hayat geçmiş yirmi dokuz ölü. Her birinin başrolünü oynadığı kendi senaryoları unutulmaya yüz tutmuş. Öyleyse neden yaşıyoruz? Hatırlanmaya değer hayatlar yaşamadığımızı henüz hayatı bitirmemişken bile hissediyoruz. Hissettiriyorlar. Seethaler, sıradan, dümdüz, önemsiz gibi görünen hayatların dışarıdan kimsenin göz uzatamayacağı perde arkasını okurları için aralamış. Yirmi dokuz bitmiş hayatın yerinde yeller eserken unutulmamaları için bir adım atmış. Hayali ölüler artık okurların hayalindeler. Seethaler’e teşekkür borçlu olan ölülerin anısına, bu kitabı okumanızı tavsiye edebilirim.
Avusturyalı Yazar Robert Seethaler Kimdir?
Ölülerin geçip gitmiş hayatlarından eskimiş sesler yükseltmesiyle beni üzen yazar, 1966, Viyana doğumlu. Viyana’da tiyatro eğitimi alan Seethaler, Viyana, Stuttgard, Hamburg ve Berlin’de yaptığı sinema ve tiyatro çalışmaları ile aynı zamanda başarılı bir oyuncu. Yönetmen Paolo Sorrento’nun Eternal filminde Luca Moroder karakterini canlandırarak beğeni toplamıştı.
Yazarın İkinci Kadın kitabı sinemaya uyarlanarak Münih Film Festivali’nde Grimme Ödülü’ne layık görüldü. Adını dilimize Tütüncü Çırağı adıyla kazandırılan, orijinal adıyla Der Trafkant adlı romanıyla dünyaya duyuran Seethaler, Bütün Bir Ömür (Ein Ganzes Leben) ile satış rekorları kırdı. Ödüllü bir oyuncu olan Seethaler, kitaplarıyla Man Booker International dahil birçok ödüle aday gösterildi. Berlin ve Viyana arasında bir hayat süren yazarın son romanı ise yazımıza konu olan Toprak (Das Feld).
GÖZ ATIN Devrim, Yeniden: Latin Amerika’dan Yükselen Coşkulu Bir Anlatı
“Hastalandım ve HER ŞEY BOŞMUŞ adlı trajedimin kahramanı olarak öldüm.”
Bu kitapta yer alacak bir ölü olsaydınız yitirdiğiniz yaşamınıza dair en net anınız ne olurdu? Babaannenizin saç kokusu mu? İlkokulda yediğiniz dayak mı? Ölmeden önce söylediniz son söz mü? Belki siz de Hanna Heim gibi, yıllar önce giydiğiniz bir elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde olduğunuzu bilmiyor olurdunuz. Kocanızın bir ömür boyu elinizi bırakmadığını hangi hislerle hatırlardınız? Belki de Sonja Mayers’in büyükannesinin fotoğrafının arkasına kurşun kalemle yazdığı gibi:
“21/3/III.
Hastalandım ve
HER ŞEY BOŞMUŞ
adlı trajedimin
kahramanı olarak
öldüm.”
diye düşünürsünüz.
Kitap, birbirine bağlı olan birçok ölünün hikâyelerinden
oluşuyor. Toplam yirmi dokuz hayat anlatısında, art arda gelen kısımlarda
tamamlayıcı ipuçlarına rastlıyoruz. Bir ölünün kendi hayatını, kendi
penceresinden doğrusuyla, yanlışıyla anlatışını dinledikten sonra, onun
sevgilisinin ya da bir arkadaşının penceresinden hikâyeyi yeniden dinliyoruz.
Bunun okura, “Sadece kendi pencerenden bakmamalısın,” gibi açık bir
didaktiklikle verilmiş olduğunu düşünmek ara sıra huzur kaçırmayı başarıyor.
Seethaler bu hikâyelerde okurun aklında kalan soru işaretlerini farklı bakış açılarıyla yeniden anlatarak cevapladığı için huzur hemen yerine dönmeyi de biliyor. Toprak, bir roman. İçindeki öykülerin her birini ayrı ayrı okuduğumuzda Seethaler’in bir roman içinde yirmi dokuz öykü yazdığına kolayca ikna oluyoruz. Almanya’nın Paulstadt adlı kasabasında geçen hikâyeler aynı yerde başlayıp aynı yerde bitiyor: Toprak. Her ölünün çelişkileri, pişmalıkları, keşkeleri var. Geride bıraktıkları aileleri, mezarı başında sohbet eden genç misafirleri var. Kırgınlıkları, güzel anıları, aşkları, yalnızlıkları… Bu roman hayatın başınıza getireceği hemen her şeyden biraz söz ediyor.
Yirmi dokuz ölünün Paulstadt’ta sizi beklediğini unutmayın
Toprak, yaşlı bir adamın en son kimin defnedildiğini bile unuttuğunu bir mezarda gezinmesiyle başlıyor. Çoğunun sadece birer Paulstadt sakini olduğu ölüler artık halkın Toprak dediği bölümde, çukurların içindeydi. Belki de ölülerin arkalarında bıraktıklarıyla ilgilenmediklerini düşünse de, anısında kalan hikâyelerini, aklında canlanan fotoğrafları bir ağacın altında düşünür, bir araya getirmeye çalışırdı. Konuşabildiklerine emin olduğu ölüler belki de öbür dünyadan söz ediyorlardı. Öbür dünyaya geçmenin nasıl bir duygu olduğundan. Tanrı yanına çağrılmış, yerine ulaşmış, kabul edilmiş olmaktan. Sonra ölülerin her birini özgürlüklerine terk ediyor. Onları aklından sıyırıyor. Bir süreliğine unutuyor.
“Çünkü bir fikri dikkati dağılmadan sonuna kadar düşünüp taşınabilmenin ancak bu şekilde, sırtını dünyaya çevirerek mümkün olduğuna inanıyordu.” S.13
Birçok hayata birkaç sayfa arayla konuk oluyoruz. Her yenisinde yazar kalemine yeni bir giysi giydirir gibi o hayata uygun bir dil kullanıyor. Sadelik içinde keskin anılarla karşılaşıyoruz. Üzerinde bir dakikadan fazla düşünmeyeceğimiz şeyler, öldükten sonra en önemli meselemiz olacak sanmaya başlıyoruz. Harry Stevens, böyle düşünen okurlar için peşinen şunları söylüyor:
“Canlıların ölümü düşünmesi… Ölülerin yaşamdan konuşması… Nedir bu? Biri diğerinin durumunu bilmez. Varsayımlar vardır. Bir de anılar. İkisi de yanıltabilir.” s.202
Bir ölü olan Harry Stevens’in ölülerin yaşayanların durumunu neden bilmeyeceğini kendi öyküsünden öğrenebilirsiniz. Yirmi dokuz ölünün Paulstadt’ta sizi beklediğini unutmayın.
GÖZ ATIN Ödüllü Kitap “Frankenstein Bağdat’ta” Yakında Raflarda
Timaş Yayınları’ndan çıkan Toprak, Barış Şehri’nin nahif kapak tasarımlarından birini daha raflara taşımış. Kitabı Almanca aslından çeviren Regaip Minareci sade, akıcı bir dil sağlamış. Ayşe Tuba Ayman’ın editörlüğünde yayına hazırlanan kitabın iç sayfa tasarımı ise Nur Kayaalp’e ait.
Siz Toprak’ı okudunuz mu? Nasıl buldunuz? Yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.
* * *
* Büyük Atina Vebası: Antik Yunanistan’da Demokrasinin Sonunu Getiren Salgın..