ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Haftanın Hikayesi | Toprak | Robert Seethaler

17.05.2020
1.130
A+
A-
Haftanın Hikayesi | Toprak | Robert Seethaler

Çevirmen: Regaip Minareci, Timaş Yayınları, s.14-17

“…buranın cennet olmasına izin vermiyorsun, çünkü kovulmaktan korkuyorsun.” der ve ekler: “Kovulma korkun öyle büyük ki cennet hayalini henüz içinde gelişmeden kendinden uzaklaştırmak zorunda kalıyorsun.” 

Ben ölürken yanımda oturup elimi tutmuştun. Uyuyamıyordum. Zaten uzunca zamandır uyuyamaz olmuştum. Konuştuk. Birbirimize hikâyeler anlatıp geçmişi andık. Sana baktım, sana böyle bakmayı her zaman çok severdim. Yakışıklı bir adam değildin. Burnun kocaman, göz kapakların sarkıktı, tenin solgun ve leke lekeydi. Yakışıklı bir adam değildin, ama benim kocamdın.
Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım, öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat, yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil, yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri. Dürüst olmak gerekirse sersemce bulmuştum bu tavrını. Ama başparmağını parmaklarımın üzerinde gezdirmen hoşuma gitmişti. Ve o kocaman burnunu sevmiştim. Sanıyorum seni biraz çekici bulmuştum.
Elli yıl sonra hâlâ elimi tutuyordun. Hiçbir zaman bırakmamışsın gibi hissediyordum ve bunu sana söylemiştim. Sen de gülmüş, doğru, bırakmadım zaten, demiştin.
Son sözlerimi anımsamıyorum. Ama tabii sana yönelikti, başka türlü olamazdı zaten. Sana, pencereyi açar mısın, diye sormuştum. Temiz hava bana iyi gelir sanmıştım. Ama sonra? Sonra neler söylemiştim?
Oysa ilk sözlerimi çok iyi anımsıyorum. Öğretmen odasındaki sohbetimizden önceydi. Sabah geldiğimde seni okulun bahçesinde yürürken görmüştüm. Seni durdurup müdür odasının nerede olduğunu sormuştum. Özür dilerim, burada yeniyim, bana yardımcı olur musunuz, demiştim. Yolu bildiğim halde sormuştum sana. Sense, gelin benimle küçü khanım, demekle yetinmiş ve konuşmadan önden yürümüştün. Geniş ve sert adımlar atarak ilerlemiş, her zaman yaptığın gibi bedenini hafifçe öne doğru eğmiş ve ellerini arkanda kavuşturmuştun. O sabah hava güneşliydi, ana kapının geniş çizgilerden oluşan gölgesi önündeki beton zemine vurmuştu. Üzerimde Nil yeşili beyaz yakalı bir kalem elbise vardı. Teyzemindi, bana vermişti, kendi bedenime oturtabilmek için saatlerce uğraşmıştım. Yakasını babamın eski bir gömleğinden kesip takmıştım. Elbisenin bana kendimden emin ve havalı bir görünüm vermesini ummuştum. Ama daha okul avlusunda peşin sıra yürürken elbise bana demode ve çok resmî görünmüştü de utanmıştım.
Ne kadar tuhaf: Yıllar önce giydiğim bir elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde öldüğümü bilmiyorum.
Senin öğretmen olabileceğin aklımın ucundan geçmemişti. Anlaşılan bir parçam hâlâ okul çantası ve saç örgüsüyle sınıfta oturuyordu, çünkü bana göre bütün öğretmenlerin yaşlı olması gerekiyordu. Kahve ve tebeşir kokan, yıllar içinde otoriteleri yün hırkalarının kolları gibi aşınmış, yaşlı, saçları ağarmış kadınlar ve erkekler. Ama sen gençtin. Sırtına buruşuk bir gömlek giymiştin, yakası açıktı, ayaklarında deri sandaletler vardı. O zamanlar kimse sandalet giymezdi. Sanırım veli ya da hademe olduğunu düşünmüştüm, ama öğretmen olabileceğin hiç aklıma gelmemişti. Ya da arkandan okul binasına girerken aklımdan bunların hiçbiri geçmemişti, yalnızca sırtında kavuşturduğun ellerine bakmıştım. Parmak uçların pespembeydi, adeta yanıyordu, kendi yarattıkları bir güçle ışıldıyordu.
Pencereyi açtın. Gölgede kalmıştın. Perde bir an hava akımının etkisiyle yükseldi. Işık. Hâlâ gündüz olmalıydı. Ya da yeni bir gün müydü? Pencerenin önüne gitmek üzere ayağa kalktığında elimi bıraktın. Rastgele bırakmadın, başımın yanındaki yastığın üzerine koydun, ben de yaşamımın son soluklarını o küçük, sakat elimin içine üfledim.
Kahve sevmezdin. Kahve yalnızca dişleri değil yürekleri de karartır, demiştin öğretmenler odasında, baksana çevrene: Kara yürekli, hepsi de şeytanın yaratıkları olan meslektaşlar! Birkaçı gülmüş, ama çoğu duymazdan gelmişti. Yalnızca matematik dehası Juchtinger sözlerini ciddiye almıştı. Pencereyi iterek açıp sıcak havanın içeri dolmasını sağlamıştı. Ey, biz karanlığın yoldaşlarını aydınlat, demiş ve iltihaplı gözlerini kırpıştırarak güneşe doğru bakmıştı.
Yatakta yatıyor, duvardaki kalorifer borularından gelen boğuk şırıltıları dinliyordum. (Kıştı demek?) Beni uzun zamandır yiyip bitiren ağrılarımı artık suskun bir anı olarak içimde taşıyordum. Bazen ansızın kesiliyordu, ama bu rahatlamanın nihai vedanın başlangıcı anlamına geldiğini biliyordum. Ama yine de biraz zamanım vardı. Sen yatağımın kenarında oturuyor, elimi tutuyordun. Birbirimize anlatıp duruyorduk…

Toprak, Robert Seethaler’in kaleminden, Timaş Yayınları etiketiyle yirmi dokuz ölüyü raflara taşıyan bir roman. Toprak’ı (onları) sizin için inceledik.

Öldükten sonra fırsat bulsak bile yaşadığımızı kanıtlamak neredeyse imkânsız. İlginç bir öykü yaşamış olabiliriz. Gazete kupürü, ayak izi, vitrine asılı resim bırakmakla kocaman bir hayatın yaşandığını kanıtlamak aynı şey değil. Bir hayattan geriye ne kalır? Robert Seethaler, okura sık sık bu soruyu hatırlatıyor. Okurken sık sık, canımızı fena sıkan insanları, öldükten sonra kime mektup yazmak isteyeceğimizi, ilk defa bisiklete bindiğimizi veya yeterince şanssızsak bisiklet sürmeyi bilmeden ölebileceğimizi düşündürüyor.

Bir köy. Yirmi dokuz ölü. Yaşanmış, bitmiş, üstünden birçok hayat geçmiş yirmi dokuz ölü. Her birinin başrolünü oynadığı kendi senaryoları unutulmaya yüz tutmuş. Öyleyse neden yaşıyoruz? Hatırlanmaya değer hayatlar yaşamadığımızı henüz hayatı bitirmemişken bile hissediyoruz. Hissettiriyorlar. Seethaler, sıradan, dümdüz, önemsiz gibi görünen hayatların dışarıdan kimsenin göz uzatamayacağı perde arkasını okurları için aralamış. Yirmi dokuz bitmiş hayatın yerinde yeller eserken unutulmamaları için bir adım atmış. Hayali ölüler artık okurların hayalindeler. Seethaler’e teşekkür borçlu olan ölülerin anısına, bu kitabı okumanızı tavsiye edebilirim.

Avusturyalı Yazar Robert Seethaler Kimdir?

Ölülerin geçip gitmiş hayatlarından eskimiş sesler yükseltmesiyle beni üzen yazar, 1966, Viyana doğumlu. Viyana’da tiyatro eğitimi alan Seethaler, Viyana, Stuttgard, Hamburg ve Berlin’de yaptığı sinema ve tiyatro çalışmaları ile aynı zamanda başarılı bir oyuncu. Yönetmen Paolo Sorrento’nun Eternal filminde Luca Moroder karakterini canlandırarak beğeni toplamıştı.

Yazarın İkinci Kadın kitabı sinemaya uyarlanarak Münih Film Festivali’nde Grimme Ödülü’ne layık görüldü. Adını dilimize Tütüncü Çırağı adıyla kazandırılan, orijinal adıyla Der Trafkant adlı romanıyla dünyaya duyuran Seethaler, Bütün Bir Ömür (Ein Ganzes Leben) ile satış rekorları kırdı. Ödüllü bir oyuncu olan Seethaler, kitaplarıyla Man Booker International dahil birçok ödüle aday gösterildi. Berlin ve Viyana arasında bir hayat süren yazarın son romanı ise yazımıza konu olan Toprak (Das Feld).

GÖZ ATIN Devrim, Yeniden: Latin Amerika’dan Yükselen Coşkulu Bir Anlatı

“Hastalandım ve HER ŞEY BOŞMUŞ adlı trajedimin kahramanı olarak öldüm.”

Bu kitapta yer alacak bir ölü olsaydınız yitirdiğiniz yaşamınıza dair en net anınız ne olurdu? Babaannenizin saç kokusu mu? İlkokulda yediğiniz dayak mı? Ölmeden önce söylediniz son söz mü? Belki siz de Hanna Heim gibi, yıllar önce giydiğiniz bir elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde olduğunuzu bilmiyor olurdunuz. Kocanızın bir ömür boyu elinizi bırakmadığını hangi hislerle hatırlardınız? Belki de Sonja Mayers’in büyükannesinin fotoğrafının arkasına kurşun kalemle yazdığı gibi:

“21/3/III.

Hastalandım ve

HER ŞEY BOŞMUŞ

adlı trajedimin

kahramanı olarak

öldüm.”

diye düşünürsünüz.

Kitap, birbirine bağlı olan birçok ölünün hikâyelerinden oluşuyor. Toplam yirmi dokuz hayat anlatısında, art arda gelen kısımlarda tamamlayıcı ipuçlarına rastlıyoruz. Bir ölünün kendi hayatını, kendi penceresinden doğrusuyla, yanlışıyla anlatışını dinledikten sonra, onun sevgilisinin ya da bir arkadaşının penceresinden hikâyeyi yeniden dinliyoruz. Bunun okura, “Sadece kendi pencerenden bakmamalısın,” gibi açık bir didaktiklikle verilmiş olduğunu düşünmek ara sıra huzur kaçırmayı başarıyor.

Seethaler bu hikâyelerde okurun aklında kalan soru işaretlerini farklı bakış açılarıyla yeniden anlatarak cevapladığı için huzur hemen yerine dönmeyi de biliyor. Toprak, bir roman. İçindeki öykülerin her birini ayrı ayrı okuduğumuzda Seethaler’in bir roman içinde yirmi dokuz öykü yazdığına kolayca ikna oluyoruz. Almanya’nın Paulstadt adlı kasabasında geçen hikâyeler aynı yerde başlayıp aynı yerde bitiyor: Toprak. Her ölünün çelişkileri, pişmalıkları, keşkeleri var. Geride bıraktıkları aileleri, mezarı başında sohbet eden genç misafirleri var. Kırgınlıkları, güzel anıları, aşkları, yalnızlıkları… Bu roman hayatın başınıza getireceği hemen her şeyden biraz söz ediyor.

Yirmi dokuz ölünün Paulstadt’ta sizi beklediğini unutmayın

Toprak, yaşlı bir adamın en son kimin defnedildiğini bile unuttuğunu bir mezarda gezinmesiyle başlıyor. Çoğunun sadece birer Paulstadt sakini olduğu ölüler artık halkın Toprak dediği bölümde, çukurların içindeydi. Belki de ölülerin arkalarında bıraktıklarıyla ilgilenmediklerini düşünse de, anısında kalan hikâyelerini, aklında canlanan fotoğrafları bir ağacın altında düşünür, bir araya getirmeye çalışırdı. Konuşabildiklerine emin olduğu ölüler belki de öbür dünyadan söz ediyorlardı. Öbür dünyaya geçmenin nasıl bir duygu olduğundan. Tanrı yanına çağrılmış, yerine ulaşmış, kabul edilmiş olmaktan. Sonra ölülerin her birini özgürlüklerine terk ediyor. Onları aklından sıyırıyor. Bir süreliğine unutuyor.

“Çünkü bir fikri dikkati dağılmadan sonuna kadar düşünüp taşınabilmenin ancak bu şekilde, sırtını dünyaya çevirerek mümkün olduğuna inanıyordu.” S.13

Birçok hayata birkaç sayfa arayla konuk oluyoruz. Her yenisinde yazar kalemine yeni bir giysi giydirir gibi o hayata uygun bir dil kullanıyor. Sadelik içinde keskin anılarla karşılaşıyoruz. Üzerinde bir dakikadan fazla düşünmeyeceğimiz şeyler, öldükten sonra en önemli meselemiz olacak sanmaya başlıyoruz. Harry Stevens, böyle düşünen okurlar için peşinen şunları söylüyor:

“Canlıların ölümü düşünmesi… Ölülerin yaşamdan konuşması… Nedir bu? Biri diğerinin durumunu bilmez. Varsayımlar vardır. Bir de anılar. İkisi de yanıltabilir.” s.202

Bir ölü olan Harry Stevens’in ölülerin yaşayanların durumunu neden bilmeyeceğini kendi öyküsünden öğrenebilirsiniz. Yirmi dokuz ölünün Paulstadt’ta sizi beklediğini unutmayın.

GÖZ ATIN Ödüllü Kitap “Frankenstein Bağdat’ta” Yakında Raflarda

Timaş Yayınları’ndan çıkan Toprak, Barış Şehri’nin nahif kapak tasarımlarından birini daha raflara taşımış. Kitabı Almanca aslından çeviren Regaip Minareci sade, akıcı bir dil sağlamış. Ayşe Tuba Ayman’ın editörlüğünde yayına hazırlanan kitabın iç sayfa tasarımı ise Nur Kayaalp’e ait.

Siz Toprak’ı okudunuz mu? Nasıl buldunuz? Yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.

* * *

* Büyük Atina Vebası: Antik Yunanistan’da Demokrasinin Sonunu Getiren Salgın..

Administrator
Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.