Dolar 34,3655
Euro 36,5063
Altın 2.883,07
BİST 9.231,28
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 23 °C
Hafif Yağmurlu

Haftanın Hikayesi – Milena’ya Mektuplar / Franz Kafka

10.02.2017
2.564
A+
A-
Haftanın Hikayesi – Milena’ya Mektuplar / Franz Kafka

Milena’ya Mektuplar 

 

“Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.”

Franz Kafka, Prag’da bir dost meclisinde tanıştığı gazeteci Milena Jesenská’dan öykülerini Çekçe’ye çevirmesini ister. Kafka ile Milena’nın yollarını kesişmesine neden olan bu dilek, bir ilişkinin başlangıcı, Milena’ya Mektuplar başlığı altında toplanan bu yazışmalarsa kısıtlı bir iletişimin tek aracı olacaktır.

Milena’ya Mektuplar eşi benzeri olmayan bir kitap, mektuplara örülmüş bir aşk romanıdır.

Kafka’nın Milena’ya Nisan 1920 tarihli ilk mektubunda yağmurlu bir günden söz ederek deyiş yerindeyse bir roman tadında başlattığı bu yazışmalar, yazarın ölümünden kısa bir süre öncesine değin ümitsizliğin, çaresizliğin ve tükenişin anlatımına dönüşür.

Kafka’nın da dediği üzere, “Mektup yazmak, hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları.”

 

Kafka, 1920’de yazmaya başladığı mektuplarına 1923’te son veriyor. Bu aşk dolu mektupları yazdığında Kafka 38 yaşında Milena ise 25…  Arada mesafeler de var. Uzaklar birbirlerine… Üstelik Milena evli. Kafka da nişanlı. Evet, Milena’nın kocası kendisini aldatıyor ama Milena eşini sevdiğini yazıyor Kafka’ya. Ama aynı Milena “Frank” olarak hitap ettiği Kafka’yı da sevdiğini yazıyor. Bu durumlarına rağmen Viyana’da buluşup dört gün geçiriyorlar. Kafka, Milena’ya “seninim” diye yazıyor. Milena ise Kafka’ya “senin için yaşıyorum” diye cevap veriyor. Bir süre sonra Milena, Kafka’ya “beraber yaşamak istediğini” yazıyor. Kafka ise bu durumun içinden çıkılmaz bir hal aldığının farkında. Teklifi nazikçe reddediyor. Kafka’nın mektuplarında sürekli Milena’nın kocasından bahsediliyor. Hatta Kafka, Milena, kocası ve kendisi arasındaki ilişkiyi şöyle betimliyor bir mektubunda:

“Onunla [kocanla] beraber yaşadığınız hayat koşullarında ben sadece “büyük ev”deki halıdan yılda en fazla bir defa özgürce geçmesine izin verilen bir fareyim” (18 Temmuz 1920 tarihli mektuptan).

 

– Biri bana kendini kaptırınca, anlamıyorum, bocalıyorum. Bu yüzden nice dostlukları bozmuşumdur. Karşımdakinin inancına, iyi niyetine bakmadan (söz konusu bensem, yoksa başka konularda böyle değilimdir) yanıldığını göstermek isterim hep.
 – Bildiğin gibi değil Milena… Kadınlığın önemli değil! Sen benim için el değmemiş bir kızsın, senin gibi apak biriyle karşılaşmadım ki! Böylesine arınmış birine el uzatmak için yürek ister. Benim elim kirli, titrek, kararsız. Kimi vakit pençeyi andıran bu terli, bu soğuk eli nasıl uzatırım sana?
– Bir şey soracağım: Ne gibi suçlar yüklüyorlar size? Benim de mutsuz kıldığım kişiler oldu, ama beni suçlandırmadılar, durmadan sitem ettiklerini de anımsamıyorum. Konuşmazlar, susarlar… İçlerinden olsun suçladıklarını sanmıyorum. Kişiler yanında böylesine ayrık bir durumum vardır benim.
 
– Bu ters dünyayı ne zaman birazcık düzene sokacaklar, dersiniz? Gündüzleri kafan bomboş dolaş – her yanda öyle güzel yıkılar var ki, kişi de böylesine güzel olacağını umutlar – geceleri de uyku yerine buluşlar gelsin usuna!
 
– Kuşkulanmayın sakın, yalnız düşlerde tekin değilim.
 
– Kaçırılır bu kadın, yangından, yeryüzünden, kucağa alıp kaçırılır… O da güvenle, istekle sokulur insana. Yalnız “i”nin sesi çok güçlü, sıçrayıp elinden kaçıvermiyor mu adın? Yükünün mutluluğundan bu şıçramayı kendin yapıyorsun belki de?
 
– Korkunun yılanları ürkmüş ama benim korkumun yılanları daha azgın.
 
– Bir ay önce daha mı iyi bir insandım? Kendi kendime de olsa, üzülüyordum hastalığına, hiç değilse hasta olduğunu biliyordum… Ama şimdi? Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimi düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.
 
– Ancak gün ışırken dalabildim uykuya – korkunç dememek için kötü diyorum – bir düş gördüm. ( Neyse ki uzun sürmüyor düşlerin etkileri.) Kötü bir düş gördüm Milena… Gene de bu düşü gördüğüme seviniyorum, düşler sona ermedikçe kişi uyanmaz uykusundan, sımsıkı tutar düşler bizi, istesek de uyanmayız; işte birazcık uyuyabilmemi bu düşe borçluyum.
 
– Konuşmasalar, sussalardı, ne iyi olacaktı…
 
– Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın… Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum… Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek! Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim… Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: “Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?” diyorum. “Açık söylemem gerekirse, evet” diyorsun… “Seni daha alımlı sanmıştım.” Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte, (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzdeyüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı… Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin.
 
 
– Dış görünüşün vız geliyordu bana; sözlerine önem veriyordum yalnız. Ben de seni düşündüğüm gibi bulmamıştım, benzemiyordun kendine; daha esmerdin, yüzün zayıftı! Tombul olsaydın, böylesine katı yürekli olabilir miydin? (Ama bu davranışından ötürü katı yürekli denebilir miydi sana?) Üzerinde, benimkinin kumaşından – hem de erkek biçiminde – bir giysi vardı, hiç beğenmemiştim. Birden mektubundaki bir koşuk geliyor usuma: “iki tanecik giysim var, ama bilirim yakıştırmasını” giysini beğeniveriyorum… Anla sözlerinin bendeki etkisini! Arkadaşlar plana bakıyordular daha, biz bir yana durmuş, buluşacağımız günün pazarlığını ediyorduk. Aşağı yukarı şu sonuca varmıştık: Ertesi gün pazardı; pazar günleri bana vakit ayıramayacağını bir türlü anlayamıyordum, sen de nasıl anlamam diye direniyor, şaşıyordun. Sonunda “peki” demiş olacaksın ki, kırk dakika için kaçabileceğini söyledin. (Konuşmamızın korkunç yanı sözcüklerinde değildi, davranışlarındaydı… direnişinde. Susmakla şunları anlatmak istiyordun sanki: “Önemli olan gelmek istemeyişim, gelmişim kaç para eder?) Günün hangi saatine rastlayacaktı bana ayıracağın bu kırk dakika? Bir türlü öğrenemedim… Anlaşılan kendin de bilmiyordun, düşünüyordun, ama bulup söyleyemiyordun. “Bütün gün beklerim, öyleyse” dedim. “Bekle” dedin… Arkanı döndün, ötekilerin yanına gittin. Verdiğin bu karışıklıktan hiç gelmeyeceğini anlamıştım. Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. “Beklemeyeceğim işte” dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından… Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım. Bu düşten iki saat sonra mektuplarınla çiçeklerin geldi. Yüreğime su serpen güzel avuntular…
 
 
– Burada olsaydın (yalnız sıcaklığını duymak için değil) ne iyi olurdu… Başımı omzuna kor, geniş bir soluk alırdım.
 
 
– Dükkanlardan çıkarlar, bize bakarlardı! Ne saçma şeyler bunlar, değil mi? Ne türlü seninim Milena, anla! Bu aşçı kadınlar, bu korkutmalar, otuz sekiz yılın ciğerimde biriktirdiği toz toprakla ne denli seninim bilsen! Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı… Gece ilerledi, kesmeliyim artık, uyumam gerekiyor… Oysa biliyorum; uyuyamayacağım. Sana yazmaktan vazgeçtiğim için uyuyamayacağım.
 
 
– İçim götürmüyor buradan ayrılmayı… Balkonda, hiçbir şey yapmadan yatmanın nesinden geçilmez dersin?
 
 
– Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz… Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi – hem de bana seslenen sesi – duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! İlk düşümden daha bitik, daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, bir benzetiş geldi şimdi usuma: “Ateşten örülmüş uzun yalımlardır sevgilim, dolaşır yeryüzünü, sarar beni. Ama sardıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından…” Senin. (Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle “Senin” kaldı yalnız.)
 
 
– Kişi bu mektupları önüne serer, yüzünü gözünü sürer onlara, sonra da aklını kaçırır! Ne var ki, kişi daha önceden yitirmişse aklının yarısını, hiç değilse geri kalanın değerini anlar da onu olsun sıkı sıkı tutmaya çabalar. Onun için işte, benim otuz sekiz Yahudi yılım sizin yirmi dört Hristiyan yılınıza şunları diyor şimdi: Boş mu veriyoruz doğa ile Tanrı’nın yasalarına, olacak iş mi bu? Otuz sekiz yaşındayım, üstelik yorgunum da, ama bu yorgunluk otuz sekiz yılın ortaya kıyacağı yorgunluk olamaz! Yorgunluk diye adlandırmak doğru değil belki, ama rahat değilim, korkuyorum. Düşenlerle böbürlenen bir dünyada yaşıyoruz. Atamıyorum adımımı, ürküyorum, onun için yere basamıyorum. Evet… belki yorgun değilim, korkağım yalnız… Beni altüst edecek bir serüvenin ardından gelecek o büyük yorgunluktan korkuyorum. Ancak akıl hastanesinde dinlenebilir insan; gözünü sabahtan akşama dek bir yere dikip oturacak… İşte bu duruma düşerdim. Biliyorum, birtakım işlere soktum burnumu. Bu arada dostumu düşmanımı kırdım (oysa düşmanım yoktu, yalnız dostum vardı, hepsi de iyi kişilerdi) kendim de yarı sakat biri oldum, hani çocukların elindeki mantar tabancasını görse titremeye başlayanlardan. Şimdi de bir kurtuluş savaşına çağırılıyorum sanki. Söyle, olacak iş mi bu? Yaşamımın en iyi günlerini iki yıl önce geçirdim, bir köyde, sekiz ay sürdü. O günlerin sözünü daha kimseye etmedim. Kendi kendime yetiyordum, özgürdüm, bütün bağları kopardığımı sanmıştım… Kimseden mektup almıyordum, beş yıl süren Berlin mektuplaşması bile sona ermişti. Hastalığımın gölgesine sığınmıştım. Kendimde bir değişme olmamıştı, hayır, belki eski niteliklerime daha da sıkı sarılmıştım. Ama bu durumun sürmemesi gerektiğini bir buçuk yıl önce kavradım, bu konuda daha çok düşemezdim: Körü körüne bana inanmış, iyi, güzel birini de yanım sıra sürükleyemezdim… Zaten korkunç bir çıkmaza girmiştik. Milena! Şimdi de sen çağırıyorsun beni…Yüreğime, usuma eşit etkiler yapan bir sesle sesleniyorsun bana. Ama tanımıyorsun beni, birkaç mektup, benim için duyduğun birkaç söz, gözünü kamaştırmış olabilir. Milena diyorum, bir deniz gibidir, deniz kadar da güçlüdür. Gel gelelim bir yanlış yorumlama sonunda, boğulacak olanın isteğine uyup, alın yazısı da öyle dilerse… bütün gücü ile deniz üstüme yığılmaz mı? Evet, görmedin, bilmiyorsun beni. Gelmemi, gerçeği ortaya çıkarmak için bir ön sezgiyle istiyorsun belki de. Biliyorum, beni gördükten sonra geçecek başının dönmesi!
 
– Düşünülerimde, açıklamalarımda özdenim, yalansızım. (Bu yanımı ilk sen gördün, sen anladın.)
 
 
– Hele şimdi, şu anda o dilek, dileklerin en uygunu, en arınmışı… mutluluğun ta kendisi.
 
 
– Seninle buluşacağımız yeri şimdiden yazabilsem ne iyi olurdu, değil mi? Ama olmaz, buluşacağımız yeri şimdiden bildirirsem, boğulurum o zamana kadar. Üç gün üç gece o yerin bomboş kalacağını ve ancak salı günü belli bir saatte orada olabileceğimizi düşünmek çıldırtabilir beni. Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? Bunun karşılığını salı günü verirsin.
 
 
– Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena; Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki. Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.
 
 
– Kişiyi mutluluk öldürebilirse, benim çoktan ölmem gerekirdi! Ama, ya benim gibi ölüm yargısına uğramış biri, mutluluktan ötürü kurtulabilirse ölmekten? Öyleyse yaşayacağım demektir.
 
 
– Uzun yıllardır görmediğim Madrid’deki amcam, yarın Paris’ten buraya geliyormuş. Sevmez değilim onu, ama bu gelişi hoşuma gitmedi, sabahtan akşama onunla olmam gerekecek, oysa ben bütün vaktimi, bütün vaktimden daha çoğunu, yeryüzünün bütün vakitlerini sana ayırmak istiyorum, seni düşünmek, seni yaşamak için. Tedirgin olacağım şimdi, evimin de rahatı kaçacak; akşamları da yalnız kalamayacağım demektir! N’olurdu, başka bir yerde olsaydım; birçok şeyin başka türlü olmasını isterdim zaten, hele işi hiç istemiyorum! Ama bu isteklerim yersiz… beni bugünlerden ayıracak bir şeyi nasıl isteyebilirim? Senin olan bugünlerin dışında? Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelebilir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış, kalmışım öylece.
 
– Akşamın şu geç saatinde sana iyi geceler dilerken, kendimi, her şeyimle bir solukta veriyorum sana, mutluluk, sende erimek!
 
 
– Tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı – daha doğrusu: kimi zaman yalnız kalabilmek, mutluluğun ilk koşulu.
 
 
– Kişi nelere sahip olduğunu bilmeyen bir “kapitalist” aslında.
 
 
– Kişi yorgun olunca bencil de oluyor… Hele benim gibi iki gün iki gece bin bir olasılıkla kendini yiyip bitirdikten sonra…
 
 
– Şimdi de ben seni oturtuyorum koltuğa, mutluluğumu anlatabilir miyim sözcüklerle? Ellerime, gözlerime, zavallı yüreğime nasıl anlatayım burada olmanın mutluluğunu? Benim olmanın? Oysa tutkunluğum sana değil, senin sağladığın yaşamımı seviyorum.
 
 
– Kimi zaman şuna inanıyorum: Birlikte yaşayamayacağız, boyun eğip rahatça uzanıvereceğiz yan yana, ölmek için. Ama ne olacaksa, senin yanında olacak.
 
– Gel artık! Sen olmayınca yanımda, korku başkaldırıyor, bütün gece, sabaha kadar boğuşuyorum onunla. Ciddi bir yanı var bu korkunun, boşayamıyorum, üstelik durmadan şu gerçeği de sokmak istiyor gözüme: “Milena da senin gibi bir insan, ne yapsın?”
 
 
– Bu elle tutulamayan, bu korkunç sorumluluk durumunu bütün açılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, söz gelişi odandaki, o her zaman seni görebilen mutlu dolap olsam, ne iyi olurdu: Seyrederdim seni, koltukta oturuşunu, mektup yazışını, yatışını ya da uykuya dalışını.
 
 
– Seninle olsam, ne kolay bir yaşamım olacak – çılgınlık! nasıl dokunabilirim bu konuya? – Bakışlarla konuşurduk yalnız. Oysa şimdi, hiç değilse yarına değin beklemek zorundayım mektubumun karşılığını. Yanlış anlama Milena, sev beni.
 
 
– Yaşam rezillik aslında, midemi bulandırır hep; yaşamla başa çıkacağımı, insanlara dayanabileceğimi ummazdım bugüne değin, utanç duyardım bundan ötürü, ama sen, bir şey öğrettin bana şimdi, dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş meğer.
 
– Korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam.
 
– Yorgunum, diyeceğimi de unuttum, başımı dizlerine koysam, elini duysam saçlarımın üstünde… Ne iyi olurdu, ölünceye dek kalabilirdim öyle.
 
– “Belki Prag’a gelirim önümüzdeki ay” diyorsun. Neredeyse: gelme, diye yalvaracağım. Seni çağırmak zorunda kaldığım bir güne bırak bu gelmeyi, o umutla yaşayayım, gel dediğimde hemen geleceğinden emin olma umuduyla. Hayır, gelme şimdi, nasıl olsa dönmek zorundasın, değil mi? (Vereceğin karşılığı biliyorum, gene de yazılı görmek isterim.)
 
– Neyse, bırakalım bunları, durma üstünde, uzat elini, bir daha da çekme.
 
– Franz, hayır, F. değil. Senin. O da değil. Yeter: sessiz, derin orman sadece.
 
 
– Severim onu, ama elini uzun uzun sıkacak kadar da değil. Umduğumu bulamayacağımı biliyordum, ama olsun, dedim, ne çıkar?
 
 
– “Kadınlar için çok şey gerekmiyor.” 
 
– Bugünkü mektubun, o candan, o sevinçli, o mutluluk getiren mektubun, nasıl okunursa okunsun, bir kurtarıcı mektup olmaktan çıkmıyor. Milena kurtarıcılar arasında! (Ben de onların arasında olsaydım, yanımda olur muydun şimdi? Hayır, olmazdın, biliyorum.) Kurtarıcı rolünde Milena! Oysa denedim, biliyorsun: karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur. Sen beni var olmanla kurtarmadın mı? Olmayacak küçücük nesnelerle denemeye de kalkışma artık. Birini boğulmaktan kurtarırsın, bu elbette ki büyük bir olaydır, ama kurtardıktan sonra yüzme öğretmeye kalkışırsan, neye yarar? İşi kolaylaştırmak değil midir bu, işi biraz başından atmak? Var olduğunu bilmek daha güven sağlar, her an yardıma koşacağını ummak daha iyi… işi yüzme öğretmenine ya da İsviçre’deki otelciye yüklemenin bir yararı yok. Hem biliyorsun, kilom 55.40! El ele tutuşmuşuz seninle, nasıl bırakır da giderim? Birlikte gitsek de ne olacak? Bir daha seni bırakıp uzaklara gitmeyeceğim, kafama koydum bunu.
 
– Bütün bunlar “rahatlık” işte, öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile “yok oluverir” insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.
 
 
– “Gevezelik ediyorum, her şeye rağmen mutluyum yanında.”
 
 
– Seninle konuştuğum gibi, kimseyle rahat konuşamam, kimse senin kadar benden yana olmadı da ondan, kimse senin kadar iyi niyetli ve her şeyi kavramış değil de ondan.
 
 
– Seni sevdiğime göre; yeryüzünü de seviyorum demektir, sol omzunu da, hayır sağ omzundu önce, canım isteyince öperim de onu (aç biraz omzunu, n’olur?) sol omzun sonra gelir; sonra ormanda üstümdeki yüzün, gene ormanda aklımdaki yüzün ve çıplak göğsünde dinlenen başım. “Biz tek insan olduk bile” demekte haklısın, korkmuyorum da bundan ötürü, tersine, bu benim tek mutluluğum, tek böbürlendiğim şey…
 
– Alıkça ettiğim şakaları anlatma sakın dolaba. Odanda duran her şeyi seviyorum, çılgın gibi, bil bunu.
 
– Uyuyamayınca insan, ne sorduğunu bilmeden sorar. Durmadan sormak gelir insanın içinden, uyuyamamak demek, bir şeyler öğrenmek demektir, zaten; sorulara karşılık bulunsa kaçar mı kişinin uykusu?
 
 
– Milena kendi yaşamını yaşıyor, başka türlü yaşamak elinde değildir. Sevinç dolu bir yaşam değil belki, ama ‘dingin ve esenli’.
 
 
– Bir aydır hiçbir işe yaramayan gözlerim seni görecek!
 
– Bak Milena, yüreğimde sen olduktan sonra her şeye göğüs gerebilirim; mektup almadığım günler korkun. diye yazdığıma bakma, doğru değil pek, zor geliyor, güç oluyor öyle günler, ağır geliyor, su alan bir kayık gibi, battı batacak, gene de yüzüyor senin sularında. Yalnız bir şeye göğüs geremem, senin yardımın olmadan bir şeyle başa çıkamam: “korku”yla; bu konuda alabildiğine güçsüzüm, enezim, incelemeye bile yetmiyor gücüm, batıvereceğim dibe.
 
 
– Görür gibiyim seni, çeviriyi yapıyorsun, eğilmişsin kağıdın üstüne, boynun çıplak, arkanda duruyorum, dayanamayıp öpüyorum ensenden… Kaçma n’olursun, öpmek istemiştim… İşe yaramayan sevgimin bir gösterisiydi bu.
 
– Havada bir şey var, cennette işlenen ilk günahtaki havanın kokusundan bir şey.
 
– Seni bulduğum için teşekkür etmek istiyorum sana (yeter mi sanki?) Öpmek istiyorum seni.
 
– Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür.
 
 
– Bu karanlıklarda bile seninle eş düşünüde olabilmek! Şaşılacak kadar güzel, değil mi? Yanıldığımı da sanmıyorum.
 
– Ama ben baksam sana… arada bir elimi alnına koysam, gözlerine dalsam, bakışlarını -ben odada dolaşırken- üstümde bilsem, senin için yaşadığımı bilsem, onurlansam, içim içime sığmasa, bu yaşama iznini versen bana!
 
– Seninle konuştum; çocuklar gibi açık ve ciddiydim bu konuşmada; sen de bir ana gibi anlayışlıydın, sen de ciddiydin. (gerçek yaşamda ne böyle bir çocuk gördüm, ne de böyle bir ana!)
 
 
– İçime kapanığım, yalnız kendimi düşünüyorum. Senden alabileceğim kadarını alabiliyorum, kaptırmamak için elimden gelse, dünyanın öbür ucuna kaçardım.
 
 
– “Ya hep, ya hiç” sözü, büyük bir söz! Ya benimsin, ya değilsin. Benimsen, sorun yok, her şey iyi demektir, ama değilsen, yitirirsem seni… kötü olmaz… O zaman hiçbir şey olmaz, o zaman hiçbir şey yok demektir… Ne kıskançlık kalır, ne üzüntü, ne sıkışma, hiç, hiçbir şey. Biliyorum, birine böylesine güvenmek bayağının aşağısı bir şey, onun için durmadan korku çörekleniyor ya içime? Ama bu korku seni yitiririm korkusu değil! Birine güvenmeye nasıl yeltenir insan, işte bu korkutuyor beni. Buna karşı koyabilesin diye, sevimli yüzüne Tanrısal bir güzellik ekleniyor. (Ama belki doğuştan vardı bu.)
 
 
– Bana gereken şeyin senden gelmesi doğal oldu artık.
 
– Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe. Umut kırıklığına uğramış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: “Onu da birlikte götürebilsem” diyorum, “onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?”
 
 
– “En çok seni seviyorum” diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. “Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla” dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.
 
 
– Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar) yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki.
 
 
– Yalnız yaşayabiliyorum daha, ama biri geldi mi bitiyorum, gücüyle beni canlandırmak için önce öldürüyor sanki; sonra da gücü yetmiyor diriltmeye.
 
 
– Direnip kalmalarında bir yüreklilik yok; mutfaklarımızdan kovamadığımız hamamböceklerinin yürekliliğine benziyor bu direnme.
 
 
– Bir özelliğim var, herkese benzemeyen biriyim, dış görünüşümle değil, ama bir ölçüye vurursan, onlardan çok ayrı olduğum çıkar ortaya.
 
 
– Ben yalnız olduğum yerde durabilirim, başka şey isteyemem, istemiyorum da zaten.
 
 
– Ben karanlıkların adamıyım, ortalara çıkmamam gerekir, en doğrusu bu.
 
 
– Yaşamın tek çıkar yolu susmak, burda ve orda. Karalar giyecekmişiz ne çıkar, olsun? Uykumuzu daha çocuksu, daha derin kılar. Ama üzüntü demek, gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek, çekilir şey değil bu.
 
 
– Yaşayan yazarlar, yazdıklarıyla canlı bir bağ kuruyorlar; yazarların ölmemiş olmaları, kitapları için ya iyi oluyor, ya da kötü. Kitabın gerçek durumu, yazarın ölümünden sonra, daha doğrusu, yazarın ölümünden bir süre sonra ortaya çıkıyor. (Çünkü bu işgüzar adamlar, öldükten bir süre sonra da etkilerler kitapları!) Ama kitap yalnız başına kalınca, kurtulunca yazarın baskısından yaşamaya başlar, ya saydırır kendini, ya da saydırmaz.
 
 
– Bütün evliliklerin yalnızlıktan kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, o “Melek” de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz… Birinin yalnızlığı ötekinde yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak, daha da kötüdür.

Sonuç olarak

Kafka’nın mektuplarından kendisinin bu dönemde çok hasta olduğunu, tedavi için sanatoryumlarda kaldığını da öğreniyoruz. Sağlık sorunları nedeniyle kilosunun 55 kg olduğunu da…

Aşk dolu mektuplar… Ancak bu aşk, üç sene devam ediyor. Bir sene sonra Franz Kafka ölüyor. Milena, Kafka’nın ölümünden sonra kocasından boşanıyor. Sonrasında bir mimarla evleniyor. Hayat devam ediyor… Milena’nın bu evlilikten bir kızı oluyor. 1933’te Milena bu eşinden de boşanıyor. II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgaline karşı direnişe katılıyor. Ancak yakalanıyor. Nazi toplama kampına gönderiliyor ve burada 1944’te hayata veda ediyor.

NOT 2 : Milena’ya Mektuplar‘ın Can Yayınları baskısının ilk 28 sayfasını şuradan PDF olarak görüntüleyebilirsiniz. https://canyayinlari.com/…11107.21_preview.pdf

Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz.   http://yaziatolyesi.com/   Editör: Hatice Elveren Peköz   Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com   GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.