“Yapabildiğin kadarını yap zaten tek yapabileceğin bu…”
Kanser hastası olan Katie’nin son arzusu nişanlısıyla evlenebilmekti…
Katie’ye 18 yaşında üniversite öğrencisiyken beyin tümörü teşhisi konmuş. 1 yıl sonra ise akciğerinde tümöre rastlanmış. Yaşama sevincini kaybetmeyen Katie üniversiteye devam etmiş daha sonra ise sağlık durumu ne kadar kötü olursa olsun lise aşkı Nick ile evlenmişler. 15 Ocak 2005’te evlilik törenleri olmuş ve maalesef ki sadece 5 gün sonra Katie vefat etmiş.
Yukarıda bahsettiğimiz olay tamamıyle gerçek ve Katie’nin anısına bir filmin çekimlerine başlanmış ve 2015’de gösterime girmişti.
“Yapabildiğin kadarını yap zaten tek yapabileceğin bu…”
Annemin ağzından düşmezdi bu laf. Bir kontrol ve düzen hastası olan beni çıldırtırdı. Hiçbir zaman neden iki kere özel hayatında hasta bakımı üstlenmiş, yoğun bakım ünitesi hemşiresi annemin bu cümleyi sürekli söyleyip durduğunu anlamadım. En sonunda annemin bu sözlerini ‘nişanlıma klinik deneme ilaç tedavisi yapılan’ ve hayatımızın en karanlık dönemi olan, geçen Ocak ayında algılamaya başladım.
On dört Ocakta nişanlandık ve ertesi gün Justin kronik myeloid lösemi mutasyonunu durdurmaya yönelik bir klinik ilaç denemesine başladı.
Bir sonraki hafta zor yürüyebiliyordu ve ilacın görmesinde kalıcı hasarlara yol açtığını öğrendik.
Söylememe gerek yok sanırım, nişandan sonra beklediğim büyülü zaman değildi bu tablo. Her hastanın yakınında olan ve bakım verenin yaşadığı duygu silsilesini yaşamaya başladım. Yaşayacağımı tahmin ettiğim ama sosyal hizmetli (bu konuda profesyonel) olduğum için kolayca başa çıkabileceğimi düşündüğüm duygular. Bir anda kendimi üzüntülü ve yalnız bir noktada buldum.
Kendimi suçlu hissettim, çünkü Justin tüm bunlarla savaşmak zorundayken ben değildim. Suçlu hissettim çünkü onun hastalığıyla baş etmeye çalışıyordum. Kendimi suçlu hissettiğim için suçlu hissettim. (hala bunu tam anlayamıyorum). Kızgınlık hissettim çünkü arkadaşlarımız genç insanlar olarak hayatlarını yaşıyor, bizim gibi her gün ölüm kalım meseleleriyle uğraşmıyordu. Kızgındım çünkü ailesi Justin’in sağlığını sormak için aradıklarında sanki onunla beraber çırpınan mücadele eden ben değilmişim gibi ‘ah iyi o zaman Katie’ye de merhaba dediğimizi söyle’ diyorlardı sadece her konuşmanın sonunda. Ve kendime kızgındım bu duyguların üstesinden gelemediğim için. Neden yapamıyorum diye sorguladım kendimi. ‘Benim bununla başa çıkabilmem lazım. Neden kendimi toparlayamıyorum?’
Katıla katıla ağladım, umutsuzluğun dibine düştüğüm her an bana tekrar tekrar aynı şeyi söyledi annem:
“Yapabildiğin kadarını yap zaten tek yapabileceğin bu…”
Ve sonunda anladım ne demek istediğini. Sanki kilitli bir kapıyı açan anahtar gibi mutluluğun anahtarını veriyordu bana: ancak elimden geleni yapabilirim, diğer herşey benim kontrolümde olmayan şeyler.
Hasta yakını olmak, bakımını üstlenmek partnerinizle beraber geçirdiğiniz zamandan zevk alabilmek demek – bu güne sahip olabildiğiniz için kendiniz şanslı hissetmek – onunla bu anı yaşayabildiğiniz için. Zor kararlar verirken onu sevmek ve tanrının size beraber bir gün daha bağışlamasını bütün kalbinizle umut etmek.
Beş Ekimde, yedi yıllık kanser maceramız sonrası Justiniın kanserinin moleküler remisyonda olduğunu öğrendik. Hayatımızın en mutlu günüydü bu. Aile ve arkadaşlarımızla hala bu haberin sevincini yaşamaya, kutlamaya devam ediyoruz.
Yedi yıl sonra nerede oluruz bilmem, çocuklarla taçlanır mı hayatımız? Sağlıklı mı oluruz yoksa başka bir sağlık krizi mi yaşarız? Tek bildiğim şu an 28 yaşımda ruh ikimizi bulmuş olmaktan dolayı şanslı olduğum. Ve bana bir hayat dersi öğreten anneme müteşekkir olduğum.
Her anın kıymetini bilmek, sevinç, zorluk ya da ikisinin arasında ki anları, mutluluğun anahtarı. Bu anlar hayatımızı var ediyor ve hayat her gün bir lütuf.