Haftanın Hikayesi | Elveda Gülsarı | Cengiz Aytamov
Senin işlerin neden uz gitmiyor biliyor musun Tanabay? derdi. Çok tezcanlı, çok sabırsız oluşundan. Vallahi ondan! Aynı anda ‘hem havadakini kapmak, hem yerdekini yalayıp yutmak’ istiyorsun. Dünya çapındaki bir devrimin hemen gerçekleşmesini diliyorsun. Öyle bir çırpıda olmaz bu işler. Dünya devrimi şöyle dursun, sen bizim şu eski Aleksandrovka yokuşunu bile araba ile ve araba yolundan tırmanmaya tahammül edemiyorsun. Arabadan atlayıp iniyor ve arkanda seni kovalayan iri bir aç kurt varmış gibi başlıyorsun koşmaya. Ne yararı oluyor bu telâşın? Tepeye ilk varan sen olunca ödül mü veriyorlar? Yine orada oturup geriden gelenleri bekliyorsun. Şunu iyi bil dostum, dünya devrimini tek başına gerçekleştiremezsin, başkalarının da gelmesini, seninle beraber olmalarını beklemek zorundasın.
*
Tanabay atın gözlerinin içine bakınca üzüntüden yüzü sapsarı oldu. Hayvanın, yarı yumuk gözleri yuvalarına gömülmüş, feri sönmüş ve bomboştu. Issız kalmış bir evin pencereleri gibi olan o gözlerde Tanabay, hiçbir canlılık, bir hayat izi göremedi.
*
Tanabay, “Böyle olacağını bilsem hiç bugün yola çıkar mıydım? ” diye hayıflandı. “Şimdi ne ileri gidebilirim ne de geri. Yolun ortasında kalakaldım. Atı iyice yorup bu hallere düşmesine sebep oldum.”
*
– Şaştım
kaldım doğrusu. Sen söylemesen onu asla tanıyamazdım.
– Bunda şaşılacak bir şey yok. Bizim durumumuz ondan farklı mı sanki? Zaman
kimseyi kayırmaz, her canlı yaşlanır, her şey eskir.
– Ben de onu demek istiyorum zaten, dedi Tanabay’ın baybişesi dalgın dalgın
başını sallayarak. Sonra alaylı bir gülümseme ile ekledi: Belki yine yorgaya
binip gece seferlerine çıkmak istersin… İstediğini yap, benden sana izin!
– Amaan sen de, nelerden söz ediyorsun? diye elini sallayan Tanabay konuyu
kapadı ve dışan çıktı. Ata ot vermek için samanlığa gitti. Karısının o olayları
unuttuğunu sanıyordu, unutmamıştı demek.
*
Savaş bittikten, zafer kazanıldıktan sonra köyüne dönerken, Tanabay kendisi için asıl hayatın yeni yeni başladığını düşünüyordu. Gönlü hoş ve iyimserdi. Büyük istasyonlarda maksimkalan (asker getiren katar) bando-mızıka ve coşkun bir neşe ile karşılamışlardı. Evde hasretle bekleniyordu. Oğlu sekizine basmış ve okula başlamıştı. O güne kadar olup bitenlerin, çektiği sıkıntıların önemi yoktu artık. Onları unutacak, gerçek ve tatlı hayat asıl şimdi başlayacaktı. Dünyaya yeniden gelmiş gibiydi ve artık yalnız geleceği düşünüyordu: Çoluk-çocukla kaygısız bir hayat yaşamak için önce başlarını sokacak bir ev yapacaktı. Sonra bu yuvada herkesin mutlu olması için çalışacak, hep çalışacaktı. Bundan başka bir amacı yoktu. Bunun için savaşmamış mıydı? Kan ve ateş arasında canını dişine takmamış mıydı? Savaş bitmiş, zafer kazanılmış olduğuna göre, önünde hiçbir engel kalmamıştı.
*
Ama Tanabay öyle düşünmekte, geleceği toz pembe görmekte pek acele ettiğini şimdi çok iyi anlıyordu. Gelecek için daha yıllar yılı kan ter içinde kalıp fedakârlık etmesi, nice nice güçlüklere göğüs germesi gerekecekti.
*
İkisi başbaşa verip konuşmak, uzun uzun dertleşmek fırsatını hiç bulamadılar. İş üstüne iş biniyordu. Zaman akıp gitti. Bir daha da birbirlerini hiç göremez oldular.
*
– Evet, çok
güzel taydır o, dedi ihtiyar. Sonra ensesini kaşıyarak ciddi bir tenbihte
bulundu: “Ama dikkat et, dile düşürme, nazar değmesin! Kimselere bir şey
söyleme. Güzel yorga güzel kız gibidir, elde etmek için peşine düşenler çok
olur. Bilirsin, bir kız iyi bir ere düştüğü zaman daha da güzelleşir, gözleri
yaldır yaldır parlar, gül gibi olur. Ama kötü birine düşerse solar gider, çöp
gibi kalır. Baktıkça yüreğin sızlar. Atın iyisi de öyle olur. Bakmasını
bilmezsen onu mahvedersin, olduğu yere düşüp kalır!
– Merak etme aksakal, ben de biraz anlarım bu işten. Çocuk değilim.
– İyi öyleyse. Adı ‘GÜLSARI unutma.
*
Tanabay yürürken sarı yorga ile ilgili uzak geçmişi, olayları,arkadaşlarını bir
bir hatırlıyordu: “Hepimiz böyleyiz işte, diye düşünüyordu, birbirimizden
pek farkımız yok. Ancak ağır hastalandığımız ya da öldüğümüz zaman hatırlıyoruz
birbirimizi. O yitirdiğimizin ne iyi, ne eşsiz bir insan olduğunu, ne büyük
iyilikler yaptığını, ancak o son demde anlıyoruz. İşte Gülsarı da ağzı var,
dili yok bir hayvan! Onu kim düşünüp hatırlayacak? Kimleri taşımadı sırtında
kimleri gururlandırmadı? Ama yaşlanıp bu hale gelince herkes unuttu onu. Şu
haline bak zavallının., ah o eski günler ah! Ne eşi bulunmaz bir yorga idi o!
…”
Geçmişe uzanan günlerin anılarını bir bir aklına düşürmesine, Tanabay’ın
kendisi de pek şaştı. O güne kadar hiç düşünmemişti bunları. Demek ki
düşünmemek unutmak demek değilmiş. Aslında Tanabay unuttuğu için değil,
istemediği için düşünmüyordu geçmişini. Düşünmemeye çalışırdı o acı veren
geçmişi.
*
– Sağ ol. Atı
bırakıp gidemem.
– Bu ölüyü mü? İtiver dereye gitsin.. İstersen yardım edelim sana?
– Hadi bas git! dedi Tanabay kaşlarını çatarak.
– Eh, sen bilirsin, dedi şoför alaylı alaylı gülerek. Sonra da marşa basıp
yanındakine: Bunamış bu ihtiyar! diye mırıldandı. Kamyon hareket etti. Arkada
lambalar kızıl bir ışıkla köprüyü aydınlattı. Kamyon geçerken eski köprü
sarsılıp gıcırdadı.
– Ne diye aşağıladın o ihtiyarı, aynı şey senin başına gelse ne yapardın? dedi
sürücünün yanındaki adam.
Sürücü, dönemeçte direksiyonu kırarak ve esneyerek cevap verdi:
” – Boş versene sen! Benim başıma gelmeyen kalmadı zaten. Yapması gerekeni
söyledim ona. Anı gitmiş vahi kalmış o attan ne hayır gelir artık. Zaten
at-araba eskiden kalmış. Bugün önemli olan makinedir, tekniktir. Her yerde
teknoloji geçiyor artık. Savaşta da öyleydi. Onun gibi kartların damatların da
zamanı geçti artık…
– Pek acımasızsın, hayvansın sen! dedi delikanlı
– Kapat çeneni! dedi sürücü.
*
Onu her
görüşünde yüreği kafesinden çıkacakmış gibi heyecanlanır, neşesi yerine
gelirdi. Gülsarı onun bu halini gözlerinden, sesinden, el hareketlerinden
sezerdi. Kadınla karşılaşınca Tanabay:
– Yavaş ol bakalım Gülsarı, yavaş ol biraz! derdi. Kadın önde, onlar hemen
arkasında giderlerdi. Bazan hiç konuşmaz, bazen de fısıltı halinde
konuşurlardı. Böyle zamanlarda sahibinin sesi tatlılaşır, eli yumuşardı. Bu
yüzden Gülsarı sahibinin rahatladığını sezerdi. Yine bu yüzden, yolda o kadına
rastladıkları zaman sevinirdi.
*
Kadın imalı,
dalgın bir cevap vermişti:
– Evet, Gülsarı beni seviyor…
– Ne yani? Başkaları sevmiyor mu demek istiyorsun?
– Öyle demek istemedim, biz unumuzu eledik, eleğimizi astık artık, ben yalnız
senin adına üzülmek istemiyorum..
– Benim için üzülecek ne var ki?
– Çünkü sen başkasın, sonra çok üzülürsün.
– Peki sen?
– Kaybedecek neyim var ki? Ben bir dulum.. Cephede ölen bir askerin karısı. Ama
sen…
– Ben de denetim komisyonunda üyeyim. İşte, şimdi seni denetliyorum, diye işi
şakaya vurmak istemişti Tanabay.
– Ama çok sık denetler oldun. Dikkat et ha!
– Ne suçum var ki? Buradan geçiyordum, sen de geçiyordun, karşılaştık. O kadar.
Ne var bunda?
– Bu benim her zamanki yolum, ama şimdi asıl yoluma sapıyorum. Konuşmaya vaktim
yok, hadi hoşça kal.
– Bibican, dur, bekle biraz!
– Niçin durayım Tanabay? Neye yarar? Sen akıllı adamsın. Benim derdim zaten
başımdan aşıyor.
– Beni ne sanıyorsun, düşmanın mı?
– Hayır, ama kendinin düşmanısın sen.
– Nedenmiş o? Nasıl böyle düşünürsün?
– Sen ne dersen de, öylesin.
*
Artık, kapkaranlık ve sessiz evde yatağına girdiği zaman, Bibican, Tanabay’la kendisinin birbirlerini sevemeyeceklerini düşünürdü: Tanabay evli barklı bir adamdı. Onun yaşında birine âşık olması doğru olmazdı. İyi bir insandı o, ama her şey zamanında olmalıydı. Üstelik Tanabay’ın iyi bir karısı vardı ve onu incitmemeleri gerekirdi… Kadın, kendisini ve Tanabay’ı işte bu gerçeklere inandırmaya çalışıyordu. Kadın böyle düşünürdü ama bu düşünceler Tanabay’ı umutsuzluğa, mutsuzluğa sokardı: “Kaderimiz böyleymiş, neylersin! ” der, gözlerini çayın karşı yakasındaki sisli havaya çevirir ve yanık bir türkü tuttururdu. O zaman her şeyi unuturdu: Kolhozu, çoluk-çocuğu, dostu, düşmanı, geçmişi, geleceği, her şeyi…
*
Pencereye
yaklaşıp hafifçe camı tıklattı.
– Kim o? dedi içerden bir ses.
– Benim Bibican, benim. Aç kapıyı.
İçeride bir ışık yandı ve cam hafifçe aydınlandı.
– Sen misin? Bu saate kadar neredeydin dedi, Bibican kapıyı açarak. Üzerinde
yakası açık beyaz bir gece entarisi vardı. Kara saçları omuzuna dökülmüştü.
Kadının kendi vücudunun kokusu ile o otun, karanfilin, kokusu geldi Gülsarı’nın
burnuna.
– Affedersin Bibican, dedi Tanabay, kökpardan çok geç döndük. Çok bitkinim.
Atım da çok yoruldu. Terini soğutmam gerek, biliyorsun yılkı çok uzakta.
Bibican bir şey söylemedi. Bibican’ın gözleri güldü, ay ışığı vurmuş dere
dibindeki taşlar gibi parladı. Sarı yorga, kadının yanına gelip yelesini
okşamasını istedi ama kadın gelmedi.
– Uff! Dışarısı çok soğuk! dedi titreyerek. Ne dikilip duruyorsun, madem ki
geldin gir içeri, iyi yalan uyduruyorsun dedi ve güldü: Bir karar veremeyip at
üstünde dolaşıp duracaksın sanmıştım.. Çocuk gibisin..
– Şimdi geliyorum, atı bağlayayım da.
– Şu tarafa, fırının yanına bağla.
Sahibinin elleri hiçbir zaman bu kadar titrememişti. Gemini ağzından alırken,
kolanları çözerken, bu işi ilk kez yapıyormuş gibi eli kolu titriyordu. Kolanın
birini çözmüş, öbürünü çözmeyi unutmuştu. Bibican’la birlikte içeri girdiler ve
lamba söndü.
*
– Yolumu
şaşırdım, diye mınldandı Tanabay.
Karısıyla böyle karşılaştılar. Birbirlerine tek söz etmediler.
Yalnız çocuk atlan getirmek için vadiye inince, karısı yumuşak sesle:
– Giyinmeye de mi vakit bulamadın? Talihin yokmuş! Çizmenle pantolununun
ayağında olmasına şükür. Hiç utanmıyor musun? Artık genç de değilsin. Çocuklar
boyuna yetişti! Sen ise…
Tanabay hiçbir şey demedi. Ne diyebilirdi ki?
*
Neden sonra
başını kaldırdığı zaman, Gülsarı’yı götüren adamlar bayırı aşıp gözden
kaybolmak üzereydiler. Tanabay dayanamadı. Yüksek sesle haykırarak peşlerinden
koşmak için atını mahmuzladı. Ama aynı anda çadırdan çıkan Caydar ona doğru
koştu:
– Dur! Sakın gitme! diye bağırdı.
Tanabay birden ürpertici bir kuşkuya kapıldı: Caydar, o karanlık gecelerdeki
macerası için yorgadan öcünü alıyordu! Sert bir çekişle atın başını çevirdi,
kırbaçlaya kırbaçlaya geri döndü. Çadır evin önüne gelince atlayıp indi.
Sapsarı bir benizle ve koşarak kansının karşısına dikildi. Sert sert bakarak:
– Sen.. Sen niçin? .. Niçin ver dedin atı? diye sordu soluk soluğa.
– Pekâlâ, tamam. Önce kollarım indir bakalım! dedi Caydar her zamanki
serinkanlılığı ile. Şimdi beni iyi dinle: Gülsarı senin kendi malın mı?
Kendinin olan, sana özel olan neyin var? Bizde olan her şey kolhoza ait. Bizim
halimiz, hayatımız böyle… Yorga da kolhozun. Kim yönetiyor bu kolhozu.
Başkan.. Başkan ne derse o olur. İçindeki kuşkuyu anlamıyor muyum sanıyorsun!
Ama boşuna. Onunla ilgisi yok. Yine yok. Yine de yeri gelmişken söyleyeyim:
Beni bırakıp gitmek istiyorsan hiç durma! O benden çok daha iyi, daha genç,
daha güzel. Daha da yararlı olursana. Ben de onun gibi dul kalabilirdim. Ama
sen sağ-salim döndün. Nasıl da beklenmiştim ben bahtsız! Ne ettiğimi, ne
yaptığımı söyleyecek değilim. Bunların hiç önemi yok artık. Yalnız şunu unutma:
Üç çocuğun var. Onları ne yapacaksın? Onlara ne söyleyeceksin ve onlar ne
diyecek? Ben onlara ne diyeceğim? Karar senin. Ne istersen onu yap…
*
Ah Tanabay! Tanabay! Hayat sana hiçbir şey öğretmemiş, pek saf kalmışsın. Gençliğinde nasılsan şimdi de öylesin. Bütün meseleleri kestirmeden bir çırpıda halletmek istiyorsun! Oysa zaman çok değişti. Artık nerede, ne söyleyeceğini, kimlerin önünde nasıl konuşacağını bilmen gerek. O zaman her şey iyi gider, başın derde girmez. Başkaları nasıl konuşursa sen de öyle konuşacaksın, onların havasına uyacak, ne yazılmışsa onu okuyacaksın. Yumuşak, okşayıcı konuşacaksın.
*
“Karanlık bir gece ve yolun ortasında kalmış iki can: Yaşlı bir adam ve yaşlı, bitik bir at. Çay kıyısında alev alev bir ateş yanıyordu. Tanabay oturduğu yerden sık sık kalkıyor, ölümle pençeleşen atın üzerindeki gocuğu ile onu sıkı sıkı sarıyordu. Bir daha kalktı ve gidip Gülsarı’nın başucunda oturdu. Hayatının bütün olayları gözünün önünden gelip geçiyor, gelip geçiyordu. Yıllar yılları çağrıştırıyor ve tıpkı taypalma yorganın düzenli adımlan gibi birbirine ekleniyordu… Çoban olup koyun sürüsünün başına geçtiği o yılda, o güz sonunda, gelir gelmez giden o baharda neler olmuştu? “
*
Ertesi sabah
Tanabay çadır evinden çıkıp etrafa bakınca gözlerine inanamadı: Dorukları karla
kaplanmış dağlar daha da yaklaşmış gibiydiler. Kar, ne de güzel yaraşıyordu
görkemli” dağlara! Tanrı onları sanki o gece yaratmıştı. Doruklar
bembeyaz, yamaçlar gölgeli, ama her şey elle çizilmiş gibi belirgin, karası
kara, akı ak, tertemiz, pırıl pınl ve görkemli.
Karla kaplı dorukların yukarısında sınırsız bir mavilik uzanıyordu gökyüzüne
doğru. Uzayıp giden o maviliklerin derinliklerinde, evrenin sonsuzluğu ve onun
sırları vardı. Tanabay, o pırıl pırıl aydınlık ve tertemiz hava karşısında,
baştan ayağa ürperdi, duygulandı, yüreğinde bir acı duydu. Gülsarı’ya binip
geceleri evine gittiği Bibican’ı hatırladı. Ah şimdi yorga yanında olsa, ona
binip türküler söyleyerek, sevinçten, mutluluktan uçarak, coşkular içinde,
ansızın dağların doruklarına düşen kar gibi, o kadının karşısına çıkıverirdi…
Ama bu bir hayaldi artık… İnsan ömrünün yansı böyle hayallerle, düşlerle
geçiyordu işte. Belki bu ormanlar, bu güzel hayaller yüzünden hayat bu kadar
tatlıydı. Tanabay, dağlara ve gökyüzüne bakarken, insanların hepsinin birden
talihli, mutlu olamayacağını düşündü. Herkesin kaderi ayrıydı. Karşısında
uludağlar vardı: Bir yanı pırıl pırıl, aydınlık bir yanı gölgeli. Aydınlık ve
gölge nasıl yanyana ise, insanın kaderi de öyle, mutluluk ve acıyı beraber
getiriyordu: Bir yanda kıvanç, bir yanda kaygı. Hayat dediğin böyleydi işte…
“Artık Bibican beni beklemiyordur.. Bunu biliyorum, ama kimbilir, dağlara
kar yağdığını görünce belki beni düşünmüştür…”
İnsan yaşlanır, ama gönlü yaşlanmak istemez. İşte öyle, arada sırada, bir silkinir, birden doğrulup koşmak ister.
*
Köyün kıyısındaki o eve, o avluya şöyle bir baktı: Yorgasına binip gittiği, nice nice geceler geçirdiği o eve.. Yüreği, içinde bir şeyler kopmuş gibi sızladı.Şimdi Tanabay o kadından da, o yorgadan da ayrılıyordu. Her şey geçmişte kalmıştı. Baharda gelen, sonra gökte sıra sıra dizilip uzaklara giden, gözden kaybolan yaban kazları gibi uçup gidiyorlardı onun için iç dünyasında…
*
Caydar yokken ocaktaki ateş bile alevsiz, korsuz, bir yetim gibi kalıyordu. Ertesi gün anaları dönüp gelince nasıl sevindiler, nasıl! İkisi iki taraftan analarının boynuna sarılmış, bırakmıyorlardı. Zor ayrıldılar annelerinin boynundan. Babaları baba idi, ama analarının yerini tutamazdı..
*
Ne
diyebilirdim ki oğul, burada herkesi susturamam. Yalnız şunu söyleyebilirim:
Ben suçlu değilim. Ona el kaldırmış, hakaret etmiş olsam da suçlu değilim. Ama
bunu açıklayamıyorum. İşte böyle evlat.
*
Tanabay ona
bakmadan:
– Ne istiyorsun? Sen kendi yoluna git!
– Seninle konuşmak istiyorum. Bana sırt çevirme Tanabay. Biraz bana bak. İki
eski dost, iki komünist olarak konuşalım, diye söze başlamıştı ki dilini ısınp
susmak zorunda kaldı. Tanabay sert bir şekilde sözünü kesmişti çünkü:
– Ben senin dostun değilim, bilmek istiyorsan, komünist de değilim artık. Hiç
değilim! Sen de uzun süredir komünist olmaktan çıktın. Sadece kendini öyle
gösteriyorsun..
– Bunu söyleyemezsin! dedi Çora üzüntüyle.
– Elbette söylerim. Ben dobra dobra söylerim, ölçüp biçip konuşmasını
öğrenemedim daha. Nerede, nasıl konuşulacağını, ne söyleneceğini öğrenemedim.
Burada yolumuz ayrılıyor, ben sapıyorum…
*
Tanabay
hiçbir şey söylemedi. Atlı uzaklaştıktan sonra karısına çıkıştı:
– Benim adıma nasıl cevap verirsin! Gidip gitmeyeceğime ancak ben karar
verebilirim. Gitmeyeceğim dedim, gitmeyeceğim!
*
– Hadi giyin,
dedi.
– Boş yere ısrar etme, gitmeyeceğim.
– Hadi vakit kaybetme. Sonra ömür boyu içinde ukde kalsın mı istiyorsun?
– Niye ukde kalacakmış? Korkma ölmez. Bir süre yatar yüıe kalkar. Bu ilk değil
ki..
Bak Tanabay, bugüne kadar senden benim için bir şey yapmanı hiç istemedim.
Şimdi istiyorum. Acını, gücenmişliğini bana bırak. Git oraya! İnsanlığını
unutma… Sonra el ne der?
– Hayır! dedi Tanabay başını inatla sallayarak. Benim için hiçbir şeyin önemi
yok artık. Sen hep insanlığı, saygıyı, iyiliği düşünürsün. El ne dermiş? Ne
derse desin! Umurumda değil.
*
Tanabay ata
eyer vururken yaptıklarından, bu inadından utanmaya başladı. “Bir
hayvandan farkım yok benim. Öfke aklımı başımdan aldı. Üzüntümü, duygularımı
böylesine açığa vurmam niye? Nelere uğradığımı, ne kadar acı çektiğimi herkes
görüp anlasın diye mi? Karımı da çok üzdüm, onun ne suçu var? Beceriksiz, işe
yaramaz adamın biriyim ben. Hayvanım hayvan! ..”
Biraz durdu. Sözünü geri almak da zoruna gidiyordu. Süsmek için başını eğen bir
boğa gibi, kaşlarını çatarak Caydar’ın yanına geldi.
– Atı eyerledin mi? dedi Caydar.
– Evet.
– Öyleyse hemen giyin! diye muşambasını uzattı. Tanabay hiç sesini çıkarmadan
giyinmeye başladı. İlk adımı yine karısı attığı için memnundu. Yine de bir onur
meselesi yaparak:
– Sabah erken yola çıksam olmaz mı? dedi.
– Olmaz, hemen şimdi gitmelisin, yoksa iş işten geçmiş olur.
*
“Olamaz! Nasıl olur, olamaz! ” diyordu. Pekâlâ mümkün olan olaydan sanki kendisi sorumluymuş gibi, yüreği burkuldu, parça parça oldu. Biricik dostu Çora, dönüşü olmayan yolculuğuna çıkarken, son sözünü söylemek, helalleşmek için onu çağırmış, oysa kendisi inatla bu çağrıyı reddetmişti. Ne büyük aptallık, ne bağışlanmaz bir davranıştı bu! Bir kara yüzlü olmuştu. Caydar niye yüzüne tükürmemişti onun! Ona ne deseler, ne kadar hakaret etseler azdı. Ölüm döşeğine yatmış bir adamın son dileğini yerine getirmemek bağışlanır bir suç muydu? Bu dileği yerine getirmemek şerefsizlik değil de neydi?
*
– Artık senin
baban yok! Benim Çora’m yok! Bağışla, bağışla beni Çora diye bozladı Tanabay.
Birileri gelip onları ayırdı. Sonra Tanabay kalabalığın arasına girdi. Herkesi
yakından görüyordu şimdi ve o sırada, onu, Bibican’ı da gördü. Bibican
Tanabay’a gözlerini dikti. Gözyaşları iri iri damlalar halinde akıyordu.
Tanabay, öncekinden de büyük hıçkırıklarla sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Şimdiki ağlayışı, ömür boyu yitirdiği her şey içindi: Artık hiç göremeyeceği
Çora için, işlediği suçlar için, karşısında duran Bibican için, kader ikisini
ayırdığı için, o müthiş fırtınalı gece için, Bibican’ın yarsız ve yalnız
kalması, birmutlu ve aydınlık gün görmeden yaşlanıp gitmesi içindi… Karalara
bürünmüş Gülsarı için, çektiği bunca sıkıntı için ve eziyetler için, dile
getiremeyip içine attığı her şey için ağlıyordu. Neler neler içinde o
gözyaşları…
– Bağışla beni Çora! Bağışla beni! diyordu durmadan. Yalnız Çora’dan değil, bu
çığlıklarıyla Bibican’dan da bağışlanmasını diler gibiydi.
Tanabay, “Bibican yanıma gelse, gözyaşlarımı kendi eliyle silse, beni
avutsa..” diye düşünüyordu bir yandan. Ama Bibican gelmedi. Gelmedi ama, o
da kendisi gibi ağlıyordu…
Tanabay’ı yatıştırmaya çalışanlar başkaları oldu:
– Sabır Tanabay, sabır.. Kendini topla artık. Göl kadar gözyaşı dökmek Çora’yı
geri getirmez, topla kendini., dediler.
Bu sözler onu avutamıyor, acısını daha da arttırıyordu. Sarsılıyor, sarsılıyor,
gözyaşlarını dindiremiyordu.
Çora’nın cenaze namazı ikindide kılındı ve onu toprağa verdiler. Gökyüzünde donakalmış gibi hareketsiz duran bulutların arasından, güneşli, belli belirsiz, beyaz bir top gibi görünüyordu. Yumuşak kar taneleri hâlâ uçuşuyordu havada. Çora’yı dönüşsüz yolculuğuna çıkaran cenaze alayı, çağıltısız kara bir çay gibi akıyordu. Cenaze alayının önünde, yan kapaklan indirilmiş bir kamyon, beyaz keçeden kefene sarılmış Çora’nın cenazesini taşıyordu. Aynı kamyonda, Çora’nın yanında, karısı, çocukları ve yakın akrabaları oturuyordu. Kamyonun hemen ardında iki kişi yürüyordu. Geriye kalanların hepsi atlıydılar. Yaya yürüyenlerden biri Çora’nın oğlu Samansur, ikincisi Tanabay idi. Tanabay, sahipsiz, eyersiz, binicisiz, karalara bürünmüş Gülsarı’yı götürüyordu yedeğinde. Köyün dışındaki yol, yumuşak, bembeyaz karla kaplıydı. Atların toynakları altında ezilen bu yol genişliyor, kara bir şerit gibi görünüyordu. Cenaze alayı, sanki, Çora’nın son seferi için açıyorlardı o yolu. Yol, tepe üzerindeki mezarlığa kadar uzandı. Ve orada, Çora’nın yolu bitmiş oldu.
*
Tanabay Çora’nın sesini duyar gibi oldu ve irkildi. Çocuk babasının gençliğine çok benziyordu. Tanabay bunu o anda farketti, ama Samansur babasının delikanlılık çağını bilmiyor, Tanabay biliyordu. Tıpkısı, tıpkısıydı babasının. Boşuna dememişler “Babalar ölür, ama oğullar onu yaşatırlar” diye. Çora’yı bilenler ve ananlar var oldukça Çora ölmez!
*
Atın
başlığını omuzuna almış, düzü-yokuşu aşarak yürüyordu. Gözlerinden akan yaşlar,
yüzünü, sakalım ıpıslak etmişti. Gözünü, yüzünü silmiyordu. Bunlar, doğuştan
tulpar, doğuştan taypalma Gülsarı için dökülen yaşlardı. Yaşlı gözlerle, yeni
sabaha, tek başına dağların eteklerine doğru uçan yabankazına, uzun uzun baktı.
Gözyaşlan daha çok akmaya başladı. Yabankazı yolunu şaşırmış, sürüden
ayrılmıştı. Arkadaşlarına yetişmek için acele ediyordu.
– Uç yabankazı uç! Kanatların yorulmadan arkadaşlarına yetiş! diye derin bir iç
çekti. Sonra:
– Elveda Gülsarı! Elveda! dedi.