Haftanın Filmi | Evim Sensin (2012)
Yönetmen Özcan Deniz
Oyuncular: Fahriye Evcen, Özcan Deniz, Özay Fecht devamı
Tür Dram, Romantik
Ülke Türkiye
Vizyon tarihi 2 Kasım 2012 (1s 42dk)
Özet ve Detaylar
Leyla başından geçen bir ayrılık sonrası baba evine dönmüştür. Kalbi kırıktır ve çocukluğundan beri sorunlu bir ilişkileri olan babası Selim ile aralarındaki sorunları çözmeye çalışmaktadırlar.
İskender ise küçük yaşlardan beri şanssız bir hayat yaşamış olan yetimhanede büyümüş ve hayatı boyunca hiç evim diyebileceği bir yere sahip olmamış bir adamdır. Beklenmedik bir şekilde karşılaşan bu ikili onları aradıklarını bulmalarını sağlayacak bir aşkın içine sürüklenir, Leyla yaralarını sararken, İskender’in evi Leyla olur fakat bu güzel hikayenin böyle sürmesine engel olacak olaylar peşlerini bırakmaz…
Evim Sensin
Yeşilçam tadında bol acılı dram…
Melis Zararsız
90’lı yıllarda arabesk tarzı müzik çalışmalarıyla adını duyuran Özcan Deniz, zamanla gerek müzik tarzını, gerek kılık kıyafetini daha çağdaş ve modern bir çizgiye taşımış, kendisini her zaman geliştirmeye çalıştığını hissettiren popüler bir isim olarak hayatımızda yerini almıştı. 90’lı yılların sonunda bazı dizilerde oynamaya başladığını hatırlıyorum, halbuki sinemayla ilk kesişmesi 94 yılında uzun metraj bir sinema filmiyle olmuş: Memduh Ün’ün bir filminde başrolde yer almış.
Bu hafta vizyona girecek olan Evim Sensin, Özcan Deniz’in ikinci uzun metraj film yönetmenliği denemesi. Senaryosu da kendisine ait olan ilk filmi Ya Sonra, gişe rakamlarıyla ekibi sevindirmiş bir romantik komedi idi. Evlilik ve aşk üzerine bir öykü olan Ya Sonra, epey maço bir söylem de içeriyordu doğrusu. Fakat bir ilk film için görsel anlamda derli toplu çekilmiş, temiz bir işti. Kurgu anlamında da fazla problem yoktu, genel olarak diyaloglar ve anlatım yapısı sıkıntılıydı. İkinci filminde Özcan Deniz yine bir aşk hikayesi anlatıyor fakat bu kez drama kayıyor. Hatta dramın dozunu kaçırıyor da diyebiliriz. Bu kez senaryo kendisine ait değil fakat hakları Avşar Film’e ait bir Kore filmi olan A Moment to Remember (Nae meorisokui jiwoogae) adlı filmden uyarlanan senaryoya küçük -yerel- dokunuşları yine Deniz yapmış. Filmin jeneriğinde uyarlama olduğu belirtilmiş, bu açıdan hiçbir sıkıntı yok ama bana sorarsanız hangi film olduğu da yazılmalıydı.
Film birbirine çok aşık bir çiftin arasına bir hastalığın girmesini anlatıyor özetle. Aslında A Moment to Remember’a gelene kadar, bu konuyu ele almış çok fazla film izledik bugüne kadar, yerli yabancı, ama iki filmin bir diğer ortak noktası hastalığın “hafıza yitimi” olması… Filmin genel problemi ise, başka birçok filmde de rastladığımız “çok şey anlatmaya çalışma” sorunu… Film, Fahriye Evcen’in başarıyla canlandırdığı Leyla karakterinin, ailesini çiğneyerek yaşadığı ilişkide büyük hayal kırıklığına uğraması sonucu kendisini babasına zar zor affettirmesi ile açılıyor. Bu noktadan sonra yeni bir ilişkiye zor gireceğini, güven sorunları yaşayacağını, üstelik babasını üzmemek adına daha bilinçli tercihler yapacağını tahmin ettiğimiz Leyla karakteri, düşündüğümüzün aksine pat diye İskender adlı karaktere (Özcan Deniz) aşık oluveriyor, geçmişini, kim olduğunu sorgulamadan tüm benliğiyle akıyor karşı tarafa. Babası da onun birine aşık olduğunu anlar anlamaz İskender’e baskı yapmaya başlıyor evlenelim diye, bu baskılar üzerine çok basmakalıp bir biçimde öğreniyoruz ki asıl yaralı olan, güven sorunu olan İskender’miş. Çünkü ailesi onu terketmiş, hiçbir zaman bir evi, güvenecek bir kimsesi olmamış. Filmin açılışında uzun uzun Leyla’nın geçmişini öğrenmişken, ilerleyen dakikalarda ise bu kez İskender’in geçmişine yönelmek durumunda kalıyoruz. Sonra ikisinin de geçmişleri şimdiki hayatlarına yansımaya, sızmaya başlıyor tesadüfi benzer zamanlarda. Elbette ki içi dolu karakter analizi sinemada iyi birşeydir ama konudan sapma noktasında olmamalı, filmde bu kadar üzerinde durulmaması gereken çok fazla gereksiz detay olduğunu düşünüyorum. Zira filmin asıl gelmek istediği nokta eninde sonunda kızın hastalığı ve bu ilişkinin bu hastalığı nasıl kaldıracağı. Fakat film bu noktaya gelene kadar o kadar çok detayla bizi boğuyor ki, bitap düşüyoruz. Biz bitap düşmüşken filmin geri kalan yaklaşık son yarım saati ise dram konusunda tavan yapıyor. Bu noktada, bariz bir şekilde klasik Yeşilçam üslubuyla seyirciyi ağlatmaya oynanmış sahneler gözümüze çarpıyor. Aile ilişkileri, çaresiz hastalıklar ve kavuşamayan aşıklar Yeşilçam’ın da uzun süre konu ettiği ve seyirciyi yakaladığı bilinen öğeler… Bu öğeler bu filmde de dram seven izleyiciyi hüngür hüngür ağlatacak dozlarda, hatta doz aşımı vaziyette kullanılmış.
Fahriye Evcen’e “japon anime filmlerinden fırlayan şirin kız olacaksın” denmiş belli ki, hani 30 yaşına da gelse 8 yaşındaymış gibi konuşmayı tercih eden bazı bayanlar var ya etrafta (!), işte onlardan biri olması istenmiş ve evet bu da biraz antipatik bir durum ama bence Fahriye Evcen bu rolün altından çok iyi kalkmış. Evcen’i daha önce başka performanslarında izlememiş olsaydım, onun gerçek kişiliğinin, konuşma tarzının böyle olduğunu sanıp, role bir şey katmadığını düşünebilirdim ama böyle olmadığını bildiğim için oyunculuk anlamında başarılı buldum. Özcan Deniz de rolünü gereğince yapmış fakat şu detaydan da bahsetmeden geçmek istemiyorum, evet yakışıklı olduğunu kabul ettiğimiz Deniz, kendi kendini yönettiği filmde kendisini adeta Brad Pitt ışığına sahip bir erkek olarak konumlandırmış. Öyle ki filmde İskender bir odadan içeri girdiğinde, o odada kadın olsun erkek olsun herkes ağzı açık onun gelişini izliyor, biz de yavaş çekimde tüm karizmasıyla etrafa kesik bakışlar atan muhteşem jön Brad Pitt’i, pardon, Özcan Deniz’i izliyoruz. Belki “zengin ve güzel bir kızın bir inşaat işçisinden hoşlanması ancak o erkek çok yakışıklıysa mümkün olur” demek istenmiş ama bana göre hiç gerek yoktu. Tiyatro kökenli oyucu Sait Genay ise yeri geldiğinde aşırı sert, yeri geldiğinde kızına çok düşkün babayı muhteşem bir şekilde canlandırmış. Az ve öz rolüne rağmen Teoman Kumbaracıbaşı da rolünün hakkını vermiş. Diğer oyunculuklarda ise dikkat çeken ve etkileyen bir performans göremedim ne yazık ki. Bu bazı oyuncuların rollerine kendilerini verememeleri olabilir ama öte yandan onlara biçilmiş rolün küçüklüğü ve içine bir şey sığdırılamayışı ile de ilgili olabilir, örneğin Volga Sorgu gibi iyi bir oyuncu bu hikayede daha iyi konumlandırılabilirdi.
Filmin renkleri, kadrajları, kurgusu, mekan seçimleri iyiydi. Teknik açıdan doğru isimlerle çalıştığını düşünüyorum Deniz’in. Gerçi kurguda seçilen kareler açısından şunu söylemek gerekir ki bazı sahneler çok fazla tekrar edilmişti – örneğin Leyla karakterinin sonradan hatırladığı sahnelerde devamlı aynı görüntülerle karşı karşıya kaldık, oysa hafızasını yitiren biz değiliz ki? Elbette geriye dönüşler olmalı ama bu kadar sık ve aynı karelerle değil… Müzikle ilgili ise şöyle bir durum var, bu “modern” aşk hikayesinde bol bol yabancı müzik kullanılmış ve filme adeta avrupai bir hava katılmak istenmiş ama bir yandan yerelliği de elden bırakmamak adına Fahriye Evcen’in seslendirdiği bir Karadeniz türküsü de hakim filme. Bu da filmin kimliğini kararsız bir yere taşımış kanımca.
Sonuç olarak eski yeşilçamı hatırlatan, bol acılı aşk ve imkansızlıklar üzerine çekilen Türk filmlerini seven kitle bu filme de bayılacaktır diye düşünüyorum. Türk sineması açısından ise bir yenilik değil. Özcan Deniz sinema yapmaya devam etmek istiyorsa, uyarlama olsun olmasın, senaryoyu kendi yazsın yazmasın, hikayeye daha çok önem vermeli diye düşünüyorum.