Haftanın Filmi | Dogville
Amerika’nın Dogville köyü sakinlerinin köye sonradan gelen Grace (Nicole Kidman)’e karşı tutumlarının zaman içerisindeki değişimi konu ediyor.
Tabii Lars von Trier bu tutum değişikliği sürecinde seyirciye birçok ahlaki-felsefi soruyu da yöneltiyor ve izleyicinin bu problemlerle yüzleşmesini istiyor.
Konusunun evrensel olmasına, çekimlerin İsveç’te yapılmasına rağmen yönetmen filmin geçtiği yer olarak Trollhättan’ı yahut Siirt’i değil de Colorado’yu, köyün adı olarak ise Dogville’i belirliyor.
Sectigim filmleri, çoğunlukla tek mekanda geçer.
-Farklı bir konusu olan, türünde öncü ya da pek benzeri olmayan, azınlıkta olan…
-Felsefi konuşmaların ağırlıkta olduğu…
Daha çok diyalog, monolog ve tirandlarin ağırlıkta olduğu..
-Nihilist, Pesimist, sorgulayan, toplumdışı-yıkıcı-anarşist düzen karşıtı karakterlerin olduğu…
-Distopik, panoptik özellikle bilim-kurgu…
-Cinsel ayrımcılık, ırkçılık, önyargı, gibi toplumsal sorunlarla ilgilenen
Neo-noir, kara komedi, gizem türlerini…
Günümüzün en cesur yönetmenlerinden biri olarak, sürekli yenilikçi arayışlarda olması ve prensiplerine sahip çıkan tavrıyla temsilcisi olduğu Dogma akımının öncü isimlerinden biri oldu. Elde ettiği Oscar adaylığı ile öne çıkan Dancer in the Dark’ın ardından çektiği filmi Dogville, Dogma’nın bütün prensiplerine sahip bir çizgiyle ilerliyor ve Trier’in kaleminden çıkan karakterlerin güçlü yanlarıyla değerli bir hale geliyor. Trier’in filmografisinin en önemli parçalarından biri olan Dogville, iki yüzlü toplum yapısını ve insan doğasının kötülük potansiyelini yansıtan güçlü bir toplum alegorisi olarak karşımıza çıkıyor.
Lars von Trier’in şüpheci ve kışkırtıcı sinemasının özel örneklerinden biri olan Dogville, dağların arasında kalmış küçük bir Amerikan kasabasından tüme vararak Büyük Buhran’ın sıkıntılarıyla boğuşan Amerikan halkı portresi çizmeyi amaçlıyor. Tek mekan kullanımını yenilikçi bir şekilde yorumlayarak ortaya çıkardığı bu alegorik portre, sınırları kesin bir şekilde çizilmiş kasabalarına hapsolan halkın yabancılara karşı besledikleri şüpheyi, kini, bastırdıkları nefreti ve belli konulardaki kıskançlığı karakterler üzerinden beslerken, oldukça başarılı bir şekilde genel atmosfere de yaymayı başarıyor. Kasabanın gözlerden uzak olan her köşesinin aslında gözler önünde olması, Trier’in mekan tasarımını manipüle ederek yarattığı yenilikçi bir illüzyon olarak karşımıza çıkıyor. Dogville, açılış sekansıyla bu basit illüzyonu büyüterek, filmin merkezine alıyor ve izleyicisinin filmi hangi ön yargılarla izleyeceğine de ön ayak oluyor. İlk sahnede bir kroki çizimi gibi görünen Dogville kasabası, kameranın Elm Sokağı’na doğru yaklaşmasıyla birlikte bütün çıplaklığıyla kendini gösteriyor. Duvarların, kapıların, kilitlerin ve insanlara herhangi bir mahremiyeti vadeden hiçbir kavramın sembolik bir şekilde dahi temsil edilmediği bu kasabada kendilerine yetebilen ve huzurlu bir hayat süren Dogville halkı, bir gün Grace adında yabancı bir kadının (Nicole Kidman) kasabaya gelmesiyle neye uğradığını şaşırıyor. Grace’in gangsterlerden kaçtığını öğrendikleri anda ise misafirperver yüzlerini gösteriyorlar.
Hoşgörü ve misafirperverlik, bütün Dogville halkının taktığı, gerçek gibi duran ama yüzlerine tam oturmayan bir maske. Bu maske öyle ki, bütün karakterlerin kendilerini gizleyebildiğini ve asıl hırslarını saklayabildiğini sağladığına inandıkları ve benimsedikleri bir araç haline gelmiş. Aslında bütün kasaba sakinleri birbirlerinin gerçek yüzünü bildiği halde, tek gördükleri bu maske haline geliyor; çünkü yalnızca birbirlerine sahip olan bu insanlar, komşusunun maskesinin ardını görecek olursa, kendi maskesinin de düşeceğini gayet iyi biliyorlar. Etik ve ahlaki değerleri göstermelik olarak yaşayan yozlaşmış bir toplumun küçük bir örneğini simgeliyorlar. Bu yozlaşmışlık kendi içinde dengesini bir şekilde bulabilmişken, Grace’in bir anda ortaya çıkışı bütün dengeleri alt üst ediyor. Kin ve kıskançlık tırmanıyor, tutkular ve hırslar tetikleniyor. Trier’in toplumun yozlaşmışlığını ve kötülük sınırlarını anlatış tarzı ise oldukça yavaş ve sindirerek ilerliyor. Brechtvari ele aldığı yerli Amerikan halkının faşizmini tiyatral bir anlatıma dayandırarak anlatıyor.
Dogville: Kavramlarla Zenginleşen Bir Toplum Eleştirisi
Dogville, senaryosunu temellendirdiği değerler ve kavramlar bazında ele alındığında oldukça derin bir analiz imkanı sunuyor. Ancak Trier, bu derinliği kavramsal açıdan sağlarken filmi şeklen basitleştirerek kısıtlı bir alana hapsediyor. Bu kısıt, değinilen kavramların daha bireysel işlenmesini sağlayarak, söylemi genellemeye fırsat bırakmamayı amaçlıyor. Monoton oyunculuklar da, filmin bir diğer kısıtı olarak karşımıza çıkıyor. Trier, kavramların yer etmesini ve iyice somutlaşmasını sağlamak adına karakterlerini birer birey olarak yansıtmamayı tercih ediyor. İstisnasız bütün karakterler belli bir tonda ve tempoda hareket ediyor ve konuşuyor. Kasabanın şeffaflığı, oyuncuların performansına ve bu bağlamda karakterlerine yansıyor. Bu yaklaşımı, yönetmenin prensiplerine bağlılığına ve ne istediğini net bir biçimde biliyor oluşuna bağlamak çok mümkün. Öte yandan, Trier’in filmin temposunu düşüren ve hatta monotonlaştıran tercihleri, söylemini güçlendirmek için bir araç olarak ele alınsa da, akıcılığı olumsuz yönde etkilediği de bir gerçek. Bir önceki filmi Dancer in the Dark’ta başarıyla uyguladığı bu yöntemler, Dogville’de pek sağlam durmuyor ne yazık ki.
Dogville, bütün sakinlerinin kendi işini en iyi yaptığı ve bununla övündüğü bir kasaba olarak tasvir ediliyor. Hiç yardıma ihtiyacı olmayan bu insanların aslında ne kadar da yardıma ihtiyacı oluyor? Hikaye dahilinde Grace’in üstlendiği rol, filmin kilit noktalarıyla karakter gelişimlerini kökten etkileyen bir yerde duruyor. Ahlaki olarak kendini çok üstün gören ve merhameti hayat felsefesi haline getirmiş olan Grace, kasaba halkının ona yaşattıklarına bir azize gibi katlanıyor, affediyor. Grace’in üstünden maddi ve iş gücü sömürüsü alışkanlığı ve anlayışı yine Grace’in ağzından birçok defa dile getiriliyor. Onun geçmişi, gangsterlerden neden kaçtığı kimse tarafından sorgulanmıyor. Riyakarlığın bütün bir kasabada hayat bulmasıyla, Grace’in kırılganlığı porselen biblolarla sembolize ediliyor. Çevresindeki herkesin darbelerini ve ihanetlerini sineye çekip affederken, kendisine layık gördüğü ahlaki ve etik mertebeyi de farklı yorumlamaya başlıyor.
Filmin finali, Grace’in açıklanmayan geçmişiyle birlikte karakter analizini de barındırıyor. Gücün ve kibrin nasıl bir ikili olduğunu ve etik değerleri ne kadar manipüle edebileceğini, Grace’in Dogville’de başına gelenlerin ardından yaşadığı dönüşümle gözler önüne seriyor. Bu dönüşüm, tıpkı Grace’in sıkı sıkıya sarıldığı ve bir an bile tereddüt etmediği ahlaki yönünün abartılı hali gibi ani, sert ve abartılı oluyor. Bir açıdan, Grace’in kendini tanıması adına çıktığı bir yolculuk ve deneyimlediği bir tecrübe olan Dogville, sonunda vardığı nokta ile izleyicisine, yönetmenin karakteristikleşen karamsar finallerinden birini sunuyor.
Kaynakça: https://filmloverss.com/dogville/