Günün Kitabı / Eylülden Kalan / İkbal Kaynar
Kitap değerlendirme yazarı: Adil Okay
“Bir daha gelme Nalan…”
12 Eylül darbesinden sonra çok uzun bir suskunluk dönemi yaşandı. Kitap okumanın suç sayıldığı, “devrimci olmanın ölümle özdeş sayıldığı” bir ülkede, gerçeğe sadık kalarak yazmak da kolay değildi. 12 Eylül gerçeği de imgelerle örtülemeyecek kadar ağır ve açık bir trajediydi. Dikkat edin bu konuda yazabilecek, darbeden fiziki olarak zarar görmeyen güçlü romancıların birçoğu 1980-1990 arası susmuşlardır. Bir kısmı da yazdığıyla gerçeğe teğet geçmiş ya da gerçeği tahrip etmiştir.
12 Eylül’den sonra düşenlere bir tekme daha vurmak, zalimlerin safında yer almak o karanlık zamanlarda suç sayılmıyor, tersine ödüllendiriliyordu. Bunu yıllar sonra Pınar Kür şöyle savunmaya kalkışmıştı. “12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu, 12 Eylülde ise masum değildiler.” Yani Pınar Kür ve benzerlerine göre: “işkence, yargısız infazlar, idamlar mubahtı, 12 Martta birer İnce Memet sayılan devrimciler, 12 Eylül sürecinde yoktular.” 12 Eylül darbesinden sonra, Pınar Kür’ün yanı sıra başka popüler yazarlar da, devrimcilerin psikolojik – cinsel sorunları olduğu ve hatta ölüme aşık oldukları için silahlı eylemlere katıldıklarını anlatan romanlar yazdılar. Gerçek, çirkin biçimde tahribata uğratıldı.
Oysa eğer yazdığımız, yaptığımız bir fantastik öykü -roman- sinema değilse, düş ülkesi anlatmıyorsak hangi akımla olursa olsun, gerçeğe sadık kalmak zorundayız. Sözünü ettiğim şiir, öykü, roman ve sinema bir veya birkaç kişinin nezdinde bir tarih anlatıyor. Veya tarihin bir kesitini. 12 Eylül ve sonrasını. Şu veya bu biçimde devrimcileri. Eğer yazar ve yapımcılar fantastik bir film yapsalar, bilim kurgu roman yazsalar, o zaman gerçekle karşılaştırmak, kendi gerçeğimizle kıyaslamak hem aklıma gelmez, hem de haddim olmazdı. Ancak yazıldığı, yapıldığı iddia edilen bizim hayatımız. Gerçeğin çok küçük bir bölümünü anlatmak, yetersiz kalmak başkadır, tahrif etmek, para-ödül -şöhret veya başka hesaplar uğruna aşağılamak, tarihimizi ve ölülerimizi meze yapmak başka.
12 Eylül bir gerçektir. O darbede işkence gören, hayatını kaybeden, işlerini, aşlarını, akli dengelerini, uzuvlarını kaybeden, on yıllar boyunca zindanda ya da sürgünde yaşamak zorunda bırakılan yüz binler gerçektir. Mamak, Diyarbakır ve 19 Aralık cezaevi katliamları, bugün devletin bile kabul ettiği trajik gerçeklerdir. Bu trajedilerin öznesi olan solcular cinsel sorunları olduğu, ölüme aşık oldukları veya acıdan zevk duydukları için değil, inandıkları ‘daha adil bir dünya’ ütopyasıyla sokaklara dökülmüşlerdi.
12 Mart döneminin önemli yazarlarından Füruzan, bu konuda şu ilginç gözlemde bulunur: “12 Eylül romanlarının kiminde, yazarı dönemi işlerken eleştirel bir bakışla yaklaştığını görür gibiyiz. Bu yarı gölgeli yarı şaşırtmacalı anlatımlardan amaçlanan eleştiri ne yazık ki yerini bulamıyor. Sanki yazara soru yöneltildiğinde ‘ben öyle demek istememiştim’li bir yanıt kolaylığı bırakıyor. “Fethi Naci, 12 Mart ve 12 Eylül sonrasını kıyasladığı bir yazısında, iki dönem romanların hapislere düşen, öldürülen devrimci gençlere bakışla ayrıldığını saptamıştı. 12 Mart romanlarında devrimci gençler için ağıtlar yakılırken, 12 Eylül romanlarında kurulu düzenden yana tutum takınılarak devrimci gençleri aşağılamak ya da dünyayı değiştirme görevinin kendisine verilmiş olmadığını kabul etmeyi övmek moda oldu’ der.
Ancak bu olumsuz örneklerin dışında gerçeği betimleyen yazar ve şair ve sinemacıların varlığı, onların yarattığı eserler, 12 Eylül karanlığında kaybettiğimiz güzel insanlara bir saygı duruşu niteliğinde. Ve bu eserler resmi tarihin yalanlarına karşı gerçek tarih yazılımına bir katkı sayılır.
İşte bu gerçeğe sadık kalan, vicdanı körelmemiş yazarlardan biri de geç keşfettiğim İkbal Kaynar. Yayınlanmış 11 kitabı ve bestelenmiş şiirleri olan İkbal Kaynar’ın “Eylül’den kalanlar” adlı öykü kitabını yeni bitirdim. Öykülerinde geçekten kopmayan ama estetiği de ihmal etmeyen Kaynar’ın “Hücre” ve “İçimde telsiz var” adlı öyküleri özellikle beni etkiledi. Hapishane yıllarıma doğru yolculuğa çıkardı.
Sahi şimdi siz, mahpus damına düşmeyenler neden uzun yıllar tutsak kalan bir siyasiye neden “geçmiş olsun” denmeyeceğini, bunun yerine “Hoş geldin” dediğimizi bilmezsiniz. Ya da tahliye olan bir mahpusu / tutsağı “Bir daha gelme…” diye uğurlama nedenini.
İşte tüm bunları ve 12 Eylül sürecinde kadın mahpusların, tutsakların yaşadıklarını, karanlığa karşı nasıl umutlarını koruduklarını İkbal Kaynar’dan öğrenebilirsiniz.
Künye: İkbal Kaynar, Eylülden kalanlar 2. baskı, Enki Yayınları, 2022, İstanbul