Günün Hikayesi / Cesur ve İyi / Mete Akçok
Her üç beş cümlede bir kafasını göğe dikip savurduğu nakarat ritüelin parçasıydı. Beni rahatlatıp hazırlamak için anlatıyordu tüm bunları. Başarıyordu da. Mimikleri ve söyledikleri öyle garip ve komikti ki durumumun tüm vahametine rağmen, yüzümde engel olamadığım bir merak ve gülümsemeyle dinliyordum onu. Son ulumasından sonra boğazını temizleyip kepçeyle, kazanın artık buhar çıkmakta olan suyundan bir yudum aldı ve yüzünü ekşiterek sözlerine devam etti. İnsan ölünce tüm hasletleri de vücuduyla birlikte havaya, suya, toprağa karışıp yok olmak için önce maddi bir varlığa bürünürlermiş. Onlar ki kişioğlunu meydana getiren hususiyetlermiş, doğal olarak ölümde de peşini bırakmazlarmış. Son nefesle birlikte, ölünün göz çukurlarının etrafında toplaşırlarmış. (Baş ve orta parmaklarıyla iki yuvarlak yapıp bir gözlük gibi, sımsıkı yumduğu gözlerinin çevresine yerleştirdi.) Sadece mizacı ve huyları gibi yaradılıştan gelen özellikleri değil sonradan edindiği kök salmış alışkanlıkları, duyguları da dahilmiş buna. Gözü pekliği, veryansıncılığı, yufka yürekliliği, çayı kaç şekerli içtiği, pişmanlıkları… Daha aklınıza ne gelirse (“Kafasında ezelden beri dolanıp duran ama bir türlü kâğıda dökemediği dizeleri?” diye sormak geçti içimden), hepsi de bu toplantıda hazır bulunurmuş. Tümünü toplasan bir çiy damlası etmeyecek büyüklükte, insan gözünün göremeyeceği şeylermiş bunlar. Merasim bitince de birleşerek tersine akan görünmez bir gözyaşı olup ölü göz çukuruna atarlarmış kendilerini. (“Atarlarmış” derken ellerini başının üstünde birleştirip suya dalma hareketi yaptı. Mimikleri ve vücut hareketleriyle anlattığı şeyi oynuyordu.) Sonra, bir varmış bir yokmuş… Aynı parmak izi gibi bir daha asla bir araya gelemeyecek hasletler toplamı yokluğa karışır gidermiş böylece. Bir mucize eseri oluşan yapboz ebediyen bozulmuştur. (Burada bir süre tefekkürle susup kazanın içinde kıpırtısız duran bana veda eder gibi acıklı acıklı baktı.)
Bu ilkel toplumdaki inanışa göre, sadece iki uç haslet bu topyekûn yok oluştan istisnaymış. Bunlar iyilik ve kötülükten başkası değilmiş. Yaygın görüşe göre doğa, iyilik ve kötülüğü kendisine bütünüyle yabancı, garip ve karmaşık bir yapıya sahip oldukları için kavrayamaz ve bu yüzden de diğerleri gibi öğütemezmiş onları. (“İkisi de bütünüyle insan uydurması” dedi ateşi karıştırırken.) Doğa için, mesela, nasıl yavru geyiği yiyen sırtlanlar veya canlıları tehdit eden virüsler kötü değilse, timsahın dişlerini temizleyen kuşlar da bunu iyilik olsun diye yapmazlar. Bu yüzden ilk insanla birlikte tedavüle giren iyilik ve kötülük, başka hiçbir mahluk tarafından benimsenmeden, insan soyu yeryüzünden silinene dek dünya üzerinde bir gölge gibi gezinmeye mahkumdurlar. (Nasıl hem bu kadar sevimli, komik ve bilge hem de bu kadar anti-insan olabildiğine şaşırmamak elde değildi; iyilik ve kötülükten, insanın yanında götüremediği çöpleriymiş gibi bahsediyordu.)
Öte yandan, evren zannedildiği gibi sonsuz bir çizgi değil de tıpkı dünya gibi yuvarlak olduğu için iki uçta olduğu zannedilen iyilik ve kötülük aslında sırt sırtadırlar. (Çubuğundan bir nefes çekip dumanıyla ağzından bir daire çıkarttı ve teorisinin kuşku götürmez kanıtıymış gibi parmağını bu dairenin etrafında gezdirdi.) Ömrün sonunda, ait oldukları insanın bütün nazar ve değerlendirmeleri kesilince- yani yapboz oyunu bitince- yıkılan sahnenin üzerinde oturup bir şeyler içen melek ve cadı rolündeki iki kafadar oyuncu oluverirler. Melek, kanatlarını çıkarıp bir dala asarken asasıyla cadının burnunda çıkmamakta ısrar eden kırmızı boyayı işaret edip kahkahayı basar, mesela. Devridaimleri içerisinde kısacık bir perde arasıdır bu… İyilik ve kötülük için her seferinde tek çıkar yol, bir an önce yaşayan bir insana (tercihen bir yenidoğana) kapağı atmaktır. Her insan; öğrenme yeteneği, merakı, hırsı ve her türlü yeniliğe açık oluşuyla iyilik için de kötülük için de başlı başına bir deneme tahtasıdır. Hayvanların durdukları yerde kulaklarını dikip ötelere dalmaları, bazen, yakınlarda ölen bir insan bedeninden çıkan iyilik veya kötülüğün yanlarından geçip ileride bir kulübede yeni doğmuş bir bebeğe sızdığına sezgileriyle tanık oldukları içindir. Aslında bu onları hiç mi hiç ilgilendirmez, hatta ellerinden gelse bunu kale almayacaklardır. Ama işte buna şahitlik etmek onların yükümlülüğüdür. Onlara bahşedilen içgüdülerin varoluşsal bir gereği. Otlarını yiyip geviş getirirken de sırtlanların önünden kaçarken de ne insana ne de onun yargılarına asla itibar etmezler. Sırtlandan nefret edip kökünü kazımaya çalışmadıkları gibi çayırın otlarına şefkat gösterip onları çoğaltmayı da düşünmezler, mesela. Henüz bir hayvandan farkı olmadığı için siyah-beyaz bu iki doğadışı teşekkülü daha uzaktan yaklaşırken fark eden insan yavrusu ise bunlardan ürküp canhıraş bir çığlık koyuverir veya herkesi mutluluğa gark eden o ilk kahkahasını. (“Hangisine hangi tepkiyi verdiği anlık bir işleyişin sonucu olup henüz çözümlenemeyen büyük bir muammadır; ama şurası çok açıktır ki bu, insanoğlunun yazgısının çizildiği anlardan birisidir.”) Bazen, gözleri açık tavana bakarken bir kabile şefinin dansını andıran heyecan dolu el ve ayak hareketleriyle özümser iyiliği ve/veya kötülüğü. İnsanlığa ilk adım atılmıştır; önünde uzun bir ömür uzanmakta, emrinde sınırsız bir “iyilik” ve/veya “kötülük” potansiyeli bulunmaktadır…
Gözümü açtığımda rüyamdaki kabilenin dilinde o nakarat sözcükler döküldü ağzımdan: Ink Mınk Çınk. Bunlar sevimli büyücünün ayinde, elleri kolları bağlı kazanda pişmeyi bekleyen bendenize ve ardından gökyüzüne bakarak tekrarladığı sözcüklerdi. Zannediyorum insanın bir hayvan gibi yaşayabilmesi; bunun için de iyilik ve kötülüğün kendilerinden uzak kalması için bir yakarıştan ibaretti. (Bir tercüman olarak “Ink Mınk Çınk!” için bulduğum karşılık şöyle: “İyilik Kötülük İçimden Çık!”) Uyanacağımı anlayınca, nikotine bulanmış dişlerini gösteren bir sırıtışla, “Uyanınca bunları hatırlarsan ve hele ki yazıya geçirirsen bir dahaki sefere seni daha güçlü ateşte pişirir yerim” dedi. Rüyamın kapanan perdeleri arkasında kaybolurken, daire olmuş parmaklarını yine bir gözlük gibi, yumuk gözlerinin etrafına yerleştirmiş ölü taklidi yaparak korkutuyordu beni. Unutmak endişesiyle daha yatağımdan kalkmadan, cephe hattından bildiren cesur bir savaş muhabiri gibi hepsini bir bir yazdım işte. Rüyanın tazeliğiyle olsa gerek için için korkmuyor değilim. Gecenin orta yeri, tüm dünya uykuda ve ben evde yalnızım. Yorganımın içinde bir kıpırtı hissettiğim için tam üç kez yatağımın altında aldım soluğu. Cesurlar korkmaz mı sanıyorsunuz? En çok onlar korkar. Korkup da kendini vızır vızır uçan kurşunlardan sakınmasa hayatta kalabilir mi bir muhabir? Ölü bir muhabir haber geçebilir mi? O yüzden sonsöz olarak şunu diyorum size: bir sonraki rüyamdan uyanamazsam eğer beni “cesur” ve- o barbar büyücünün anlattıklarına hiç kulak asmaksızın- kesinlikle “iyi” biri olarak anın.