Günün Hikayesi | Biber Salçası | Yusuf Gökbakan
-1-
Koy o silahı yerine Anton! Bildirisini okumadın mı Anka’nın. Daha da dündü
hani. Kıyıda bir lodos asmıştı da duruyordu, kumsalın berisindeki çalıda.
Ölmek de öldürmek de hükümsüz bundan gayrı aşkta. Çekilmeyen nedir ki,
çekilmeyecek olanı yaratmamış ki Yaratıcı! Hayat çekilir be, asıl hayatsızlık
onur kırıcı! Koy o kılıcı yerine Anton! Güneş yanığı salçalar ki acı…
Tadıversen şöyle bir, kayı kayıverir içinden cız diye ipince bir sızı. Ötesi
berisi acı sevememenin. Sevmenin değil, sevememenin yok ilacı. Biberlere kıran
mı girdi? Hem biber de nereden çıktı Anton? Biberleri değil, vicdanları
kurutuyorlar artık.
Ekim yapılmayan bir yerdir bu kanton. Çekim ve tüketim… Hepsi bu kadar, bu
yerde, bu ayda: ekimde. Gülmeyi mi verdi Angel , yine bugün sana? Suratı bir
tek mi sana asıktı? Bırak kürekleri Anton, açılma! Bulamazsın gülen bir yüz
açıklarda. Bir tek o kanyonda, uçurum kenarı şebboyunda bulabilirsin güler yüz.
O da alaycı… İronik … Ayaklarına değen dalgalar kadar da gıdıklayıcı ama. O
kanyon nerede diye sorma bana, biliyorsun zaten…Ana gibi merhametin , sevginin
saflığın dolu dolu olduğu; ışığın tekrar dünyayı kaplayacağı, sevgisizliğin
metal soğukluğunda eriyen insanların umut bağladığı coğrafya orası… Bildiğin
şeyleri sorup sorup can sıkıcı olma… Salağa yatma lütfen! O sandal su alıyor
Anton! Tıpkı gözlerin gibi.
Dündü balo. Kıvrık saçlı martılar… Bigudili yengeçler… Şatafatlı deniz anası…
Maskeli diye ilan edildiyse de maskeli değildi balo. Koy o göz yaşını kenara!
(Köz yaşı mı demeliydim yoksa?) Kişiliklerini kaybedip insanlar, maskeleri
oldular epeydir. Ellerinden gelse dünyayı da maskeleyecekler. Angel de öyle
Anton! Maskesini yaşıyor o da. Emaresini bulamazsın onda aşkın. Sürekli
romantik şarkılar söyleyedurması aldatmasın seni. Zehirli sulara banmakla
meşgul şimdi vicdanını. Vicdan ki böyle kalabiliyor sorgusuz. ( sorumsuz mu
demeliydim yoksa ?)
İstakoz yeme bu saatte. Bırak o bıçağı yerine Anton! Papaz da istakoz yemiyor
bu saatte; sadece istavroz çıkarıyor sık sık… İnancından değil, vakit öldürmek
için. Aziz Lukas da pelerininin altında saklıyor çorbasını. Çorba içebilirsin
mesela; ısıtır ruhunu. Anton tit-re-me! Kızartma yüzünü, yazdığın o içten, o
saf, o samimi mektupların. Bazen turşu bazen salça kokan fakat içleri insan
kokan o köylü kadınlar kadar içten, saf ve samimi. Hatırlıyor musun ne diyordun
o mektupların birinde: ‘’ Sevgili Anjelik, gülde umut yoksa da hayat yine de
onun budağındadır. ‘’ Koy o dikeni yerine Angel! Anjelik’in kanından vazgeç,
kesme sesini! Duy Anton; anjelik ve nefesini!
Batı’dan uzaklaş hemen Anton! Anjelik de olsun terkinde. Angel’i alma bence!
Ona gideceğin yerde ‘’Leyla’’ demeyecekler. Kendi gelmek isterse gelsin. Ama illa
ki gelsin diyorsan bahçenden bir fıçı da kırmızı topla koy heybene. Önce doğuya
git! Git ama epeyce! Binlerce ufuk ötesi kadar git Anton! Sonra yüzlerce ufuk
ötesi kadar güneye, aynı şekilde. Kimliğin değişecek oraya varınca. Koy o ipi
yerine Anton! Atın da yularını bırak; o, yolu biliyor, kaç Anton taşıdı daha
önce. Orayı sorma bana Anton, gidince göreceksin zaten. Seni Mecnun, belki
Yunus, belki Celaleddin ; Anjelik’i de Andelip ( bülbül ) diye çağıracaklar
orada. Ne olursan ol yine gel , diyecekler…Ama Angel’e ‘’Leyla’’ demeyecekler,
unutma! Ve mutlaka, gerçek Leyla’yı soracaklar sana.
Angel yanında olsa da sakın ondan bahsetme Anton! ‘’Leyla içimde’’ de,
anlayacaklar. Bırak o mızrağı çölüne Anton! Bozkırın toprağına secde et! Başını
kaldır ardınca ve gör Abraham’ın (ki orada İbrahim derler ona…) Rabbini ! Koy o
hançeri yerine Anton! Mızrağı, ipi, bıçağı, küreği, kılıcı ve silahı da…
Özellikle de silahı; şeytan doldurur derler Anton, şeytanla uğraşma! Orada hep
mancınıkla mutlak sevgi atıyorlar, Hak yoluna kılavuz kırmızılar…Orada
öldürmüyorlar ne ruhu, ne bedeni…yaşatıyorlar…Bırak silahlarını Anton! Bu
sefercik de ölmeyiver…
Var Anatolia’ya… Var Anadolu’nun farkına…Baştan aşağı medeniyet kokan bu
ihtişamlı topraklarda, huzur damlar ay ışığından. Yaşamak huzurla anlamlanır,
senin sözün bu! Talep ettiğin aşk aşkına! Bu sefercik de yaşayıver!
-2-
Yamalı bulutlar sarmıştı gökyüzünü, bir sumru etrafında pike atıyordu ; nasıl o
kadar yükselmişti şaşıracak şeydi. Birden bulutların arasından narlar düşmeye
başladı. Ardından güller döküldü, kan renginde güller . En sonunda biber
salçası …Halise kadın gökyüzüne süzülüyordu, ellerinden salçalar sızıyordu
acı salçalar. Birini karşılamak ister gibiydi. Ve bir atlı belirdi bir arayış
içinde , atının yelelerine salça bulaşmış. Omuzunda andelip, heybesinde Angel..
Anka; Angel’e, Anton’a ve andelibe rehberlik ediyor. Halise kadın misafirlerini
bekliyor, omzunda sumru.
Hikmet efendi ‘’Haydi namaza!’’ sesiyle uyandı. Hayırdır inşallah, diyerek
dudaklarında bir dua mırıldandı , Rabbiyle buluşma vaktiydi, gerçek uyanışlara
yelken açan randevusunu bir kez bile aksatmamıştı Hikmet Efendi! Halise
Kadın’a: ‘’ Yakın zamanda misafirimiz var, haberin olsun, hazırlığın olsun,
bereketli olsun.’’ Dedi.
Anton, bu topraklara ayak bastığından beri büyülü bir iç huzur duyuyordu sanki.
Aylardır yollardaydı, heyecanlıydı. Yol boyunca kokusuz fakat görünüşü emsalsiz
ilk defa rastgeldiği apak çiçekler gördü. Buğday tenli bir köylü gördü.
Köylünün yüzünde bir huzur yumağı, gördü. Nedir bu çiçeklerin adı, ne kadar
huzur veriyor insana, diye sordu. Köylü en içten gülümseyişi ile muhteşemdir bu
çiçeğin hikayesi, filbahri derler adına, ben hüzün çiçeği de derim, fedakarlık
çiçeği de derim; var sen başka bir isim ver, yanıtını verdi. Anlatır mısın, dedi
Anton büyük bir merak ve sabırsızlıkla… Anlar mısın, korkmaz mısın
derinliğinden dedi köylü. Sen bir dene belki anlayışım kurtuluşum olur belki
yıllardır aradığım huzuru, mutluluğu bu hikayede bulurum, belki Anadolu’nun
dağlarında saklı sırrı ererim Sen bir dene! Köylü oturdu bir kayaya başladı
anlatmaya:
Fi tarihinde, ak bir denizin dibinde bir çiçek yaşarmış, denize sevdalı; daha
adı konulmamış… O çiçeğin bir benzeri yokmuş cümle denizlerin dibinde. Gece bir
inci gibi parlarmış, gündüz ise her bir yönden ayrı bir renk cümbüşü yaşatırmış
bakan herkese. Eşsiz bir güzelliğe sahip bu çiçek, yolu kendisine uğrayan her
deniz canlısını mest edermiş güzelliğiyle. Öyle ki onu gören rotasını unutur,
bir adım öteye gidemezmiş.
Zamanla çevresinde hayranlarından oluşan bir halka peyda olmuş tabi ki… Fakat
o, denizine hayranmış; umurunda değilmiş gördüğü bu ilgi… Amma velakin, maşuku
bu ilgiden rahatsız olmaya başlamış. Âşıklık makamı, hırpalanma makamıdır ya;
maşuk da hırpalayan olacaktır bir kez daha. O çiçeğin kendisine olan âşkını
bile bile ondan kurtulmayı planlamış. Ve bir sabah bir zelzele koparmış zemheri
ayının en yaman deminde. Ve en âşıkâne rüyalarından birindeyken kökünden kopmuş
bir halde bulmuş kendini suyun yüzüne vuran bahtsız aşık, sahile sürüklenmiş ah
çeke çeke…Bir fön rüzîgârı dayanamamış onun bu haline, alıp serin kollarına
savurmuş anakaranın ortasına. Toprak sahip çıkmış bu çilekeş âşığa. Tekrar
sürgün verip boy göstermiş. Ancak bu kez tarifi lâ-mümkün güzelliğine bir de
cennetteki lahiyâlara eş bir ıtır da eklenmiş. Şimdi de ins türü halkalanmış
ilk kez gördükleri ve dahi kokusuyla mest oldukları bu çiçeğin çevresine. Lakin
ne gam! Zavallı aşık, yurdundan ve yârinden ayrılmanın acısıyla günlerce
kahretmiş kendini. Her seher bir başka yöne açmış goncasını,belki denizi
görürüm diye…Âşk çiledir ya kırk gün değil, kırk yıl değil, tam kırk asır
sürmüş çilesi. Ve yine bir sabah, Yunus’un balığın karnından kurtulduğu gün,
deniz insafa gelmiş. O günün anısına kutlama olsun diye, kendi gözyaşıyla kendini
besleyen sevdalısına haber salmış, ılık bir meltemle. Kokusunu vermesi
karşılığında her sabah goncasını kendisine doğru açmasına izin vereceğini
söylemiş. Eee durur mu âşık çiçek, zaten benim özüm sensin diyerek kabul etmiş
tabi ki…
Kokusunu yitirince haliyle etrafındaki halka da zamanla azalmış. Ama o halinden
gayet memnun, her sabah sevgilisine yüzünü dönerek uyanmış. İnsanlar ondaki bu
sırlı değişimin künhüne varamamışlar… Biraz seyredip uzaklaşmışlar, yolcu
yolunda gerek diyerek. Bir akşamüstü bir kervan konaklamış yakınlarında. O
kervanda ariflerden biri de varmış. Herkes o çiçeğin güzellinin seyrindeyken, o
arif anlamış âşık çiçeğimizin sırrını. Bu dokunaklı serüven gözünün önünde an
be an canlanmış. Kimseye aşikâr etmemiş tabi ki bu sırrı. Gözlerinden yaşlar
boşalırken ‘’Filbahri’’ olsun bunun adı demiş sadece. Adı konulan âşık
çiçeğimiz bundan gayrı soy verip çoluk çocuğa karışmış, her sabah gözünü,
kalbini ve özünü sunduğu denize açarak…
Gayrı âşıkların bahçesinde, baş köşede yerini alan çiçektir filbahri… Âşk
merdivenlerini ızdırapla çıkan çiçektir filbahri… Özünü aşkın berrak
gözyaşlarıyla yıkayan ve sevgilisine sunan, insanlara aşkı öğreten çiçektir
filbahri…
Anton bunca yıllık ömründe, ilk kez bir hikayeden bu kadar eklenmişti. Bir
müddet hikayenin etkisiyle susakaldı; sonra ben bu hikayeye ‘’denize kokusunu
veren çiçek’’ adını vereceğim dedi. Köylü onaylayan bir gülüşle, benim görevim
bitti, haydi selametle git, menzil uzun olsa da sonu güzeldir, diyerek
tarlasına doğru yürüdü.
Anton akşamın ilerleyen vaktinde bir büyük şehre girdi. Evlerde gaz
lambalarının ışığı hâlâ sönmemişti. Birden ilahi bir melodi kulağına çalındı,
sese doğru atını sürdü, bir pencereden ışık değil sanki nur yansıyordu dışarı.
Işık seste ses ışıkta vücud bulmuştu sanki. Yeryüzündeki tüm canlılar,
gökyüzündeki tüm cisimler, bu ses ile kendinden geçmişti, dünya durmuştu da
gürültü yapmadan bu ilahi senfoniyi dinliyordu. Pencereden içeri baktı,
bembeyaz etekli elbiseler giymiş adamlar raks ediyordu. Etekleri bir balerini
andırıyordu fakat her hareketin her bir dönüşün bir anlamı vardı, kavradı.
Kavradı Anton, evet, bu bambaşka bir şeydi. İçeriden biri gel işareti yaptı: Ne
olursan ol, yine gel! Etekleri ile dünyayı süpüren, bir eli ölümü, Hak’tan alıp
diğer eli doğumu , halka vermeyi hatırlatan rakkaslar kendinden geçmişti.
Davete uydu, içeri girdi bir kenara geçti ve cennet kokan bir odada,
sonsuzluğun ipek kumaşına dokunur gibi kendini raksın seyrine bıraktı. Sanki
tennura de süzülen kelebek kendisiydi ve hiç bitmesin istiyordu bu raks.
Oracıkta da can verse ne gam! Kümbette melekler sanki bu raksa eşlik ediyordu.
Dergahın çinileri sanki bu raksla canlanmış cezbeye kapılmış, duvarlardan
firdevs şelaleleri akmaya başlamıştı. Raks sona erdi; semazenbaşı, kutlu
yolculuğun hayırlı olsun, dedi gülümsedi anton . Çok şey anlatan bir gülümseme
idi bu. Dünya sürgününden, aslî memlekete yolculuğu anlatır bu raks dedi.
Burada bitmiyor yolun, ama mesafenin çoğunu kat etmişsin. Mübarek ola, bu gece
misafirimiz ol, sabaha devam edersin menzile, dedi. Bundan sonra şimal yıldızı,
ki siz ona kuzey yıldızı dersiniz, kılavuzluk edecek sana. Semazenlerden biri
kalacağı odayı gösterdi, mütevazi bir sofra hazırladılar . Anton, azığın karın
doyurmak ile birlikte farklı bir lezzeti barındırdığını iliklerine dek
hissetti, yedikçe ruhu da doyuyor gibiydi. Hatta gibisi fazla, tamı tamına
öyleydi. Merakı etti fakat köylünün hikayesindeki fil bahrinin fedakarlığı ve
semazenlerin sabrı, metaneti aklına geldi, cevap merağının içindeydi. Yemeğini
yedi ve derin bir uykuya daldı. Uykusunda bir kuş gördü, adın ne, dedi
– Sumru
Maksadın ne, dedi:
– sonra…
Uçup gitti, devam etti bulutları tavafına.
Bulutlardan kırmızı damlacıklar damlıyordu, Uzakta bir kadın silüeti, ellerinde
kırmızı damlacıkları damlayan, yüzü belirsiz bir kadın. ‘’Hikmet’’ dedi kadın,
Hikmet. Anton gün doğarken uyandı, raksın yapıldığı odaya döndü. Önde bir
lider, arkasında onu taklit eden insanlar. Lider, her haliyle ilahi olduğu
belli bir şeyler okuyordu yüksek sesle. Bu bir ayindi besbelli, fakat şimdiye
kadar gördüğü ayinlerin hiçbirine benzemiyordu. Güneşin doğuşunu karşılıyor
gibiydiler sanki. Sonra toplu halde dualar edildi. Bu namazdır, dedi
semazenbaşı, biz Müslümanlar beş vakit Allah’ın huzuruna dururuz, büyük bir
sevgi ve huşu ile… Secde Allah’a en yakın olduğumuz andır. Küçülürken büyümek,
büyürken haddi aşmamak, teslim olup özgürlüğe kavuşmak… Sonsuz huzuru, böylece
elde etmektir gayemiz. Haydi hazırladığımız kahvaltını yap, yola koyul, durma
vakti değil senin için…
Anton yolculuğa devam etmesinin gerektiğini fark etmişti, yola koyuldu. Anadolu
tüm içtenliğiyle; camisiyle, kervansarayıyla, toprağıyla, havasıyla onu
selamlıyordu. Kaç şafak sökmüş, kaç grup geçirmişti saymıyordu artık. Gidiyor,
gidiyordu… Saymak sabırsızlık göstergesiydi. Halbuki işin sırrı sabırdaydı.
Yolda beş-altı yaşlarında bir çocuğa rastladı, önündeki karınca yuvasına
basmaktan imtina edip etrafını dolaştı. Yüce İsa, bu ne rikkatti böyle! Bir
vakit sonra bir pınarın başında, yaşları on üç ile otuz arasında değişen , baştan
aşağı beyaz giymiş bir insan topluluğuyla karşılaştı. ‘’Ah’’ çekip sudan
içiyorlardı. Bu da başka bir ritüeli andırıyordu. İçlerinden biri ona gülümsedi
ve eliyle gel işareti yaptı. Topluluk, bir koridor oluşturarak ona yol verdi.
Sudan bir yudum içti, içmesiyle yüzünü buruşturarak ‘’of’’ diye bir çığlık
attı. Kendisini çağıran kişi, ‘’ah’’ çekerek bir daha içmesini istedi. İtiat
etti ve söyleneni yaptı. Bu kez suyun tadı bal gibiydi. Bizde acı karşısında
of, çekilmez, ah çekilir. Çünkü ah, Allah ismi lafzının ilk ve son harfinden
oluşur, besmeleyle birlikte şifa olur. Aynı zamanda bir tezekkür ve tefekkür
aşamasıdır bu. Ah çekeriz ama mazlumun ahını almayız böylece. Bu gördüğün çile
doldurma dediğimiz derviş eğitiminin bir parçasıdır, dedi aynı kişi. Anton bu
muazzam ritüelde muazzam bir haz aldı. Hayatı boyunca almadığı hazlara tanık
oluyordu ve kim bilir daha kaç manevi tat onu bekliyordu. Merak ve heyecanı kat
kat artarak topluluktan ayrıldı.
Zaman bir şelale gibi akıyordu. Kendisini bekleyen kişiye ulaşmasına çoktan da
az bir vakit kalmıştı, hissediyordu. İçinden bir ses şu karşıdaki dağa
tırmanmasını söyledi. Anton bu kez de o sesin emrine bıraktı kendini;
karanlıktı ama hiç zorlanmadan çıktı dağın zirvesine. Muhteşem bir gün doğumu
onu karşıladı. Bu, insanın dünyaya gelişindeki muhteşemliği anlatıyor
olmalıydı. Taşlar gördü insan silüetinde. Bu insanlığını yitirenlerin akıbeti
olmalıydı. Gün batımına kadar o dağda kaldı. Burada güneşin batışını izledi ki
bu ölüm demekti, kavradı. Hiçbir yerde güneş bu kadar muazzam doğamaz, bu kadar
sevinçle batamazdı. Ölümü düğün gecesi olarak görenlerin yaşadığı
topraklardaydı. Artık anladı bu insanların ölüme neden gülerek, tereddütsüz
gittiğini. Ölüm son değil, başlangıçtır bu inancın yağız adamları için, kadınları
için. Yola devam dedi, sürdü atını daha doğuya.
Hikmet Efendi, ikindi namazını kıldı. Her zaman yaptığının aksine eve dönmedi,
kayabaşına oturdu, doğayı izlemeye başladı. Tefekkür ve tezekkür halindeydi.
Bir atlı gördü Harput’un eteklerinde. Yaklaştı yamacına kadar atlı.
– Hoş geldin Derviş Abdullah!
Artık Abdullah olduğunu anladı Anton!
– Sen de hoş geldin İrem kızım.
Angel’i saklaması gerekmiyordu, Anka yanılmıştı belli ki.
– Hoş bulduk, dedi her ikisi de aynı anda.
Bu yolculuk süresince heybede gizlense de olgunlaşmıştı Angel. Pişmişti Anadolu
topraklarında ve İrem (cennet bahçesi) adını almayı hak etmişti.
– Sen de hoş geldin andelip, senin adını değiştirmeye gerek yok, genelde bülbül
dense de sana buralarda, andelip de denilir..
Andelip hoş sadasıyla cıvıldadı, ‘’hoş buldum’’ mahiyetinde.
– Sevgidir kainatın yaratılışındaki hikmet, aşktır bizim
inancımızın mayası. Acıyla
sabrın testidir bu topraklarda yaşayanların imtihanı. Yaradılanı Yaradan’dan
ötürü severiz ama bu ilk basamaktır. İmanın kâmil hali ise şudur: İman etmezsen
cennete giremezsin, birbirinizi sevmeden de gerçek iman etmiş sayılmazsın. Bu
bizim inancımızın temelidir, gücüdür. Aşk diyarına çok yakıştınız. Haydi Halise
Hatun bizi beklemekte!
Eyvallah, der gibi gülümsedi Abdullah!. Bir kez daha doğuver Abdullah! Diriliş
güzelmiş be, içindeki Leyla’yı keşfetmek daha daha bir güzel! Biber salçası sür
ekmeğine. Acı, huzurla kayı kayıversin gırtlağından ruhuna. Acı dönüşsün aşka!
Bu kez de aşk gülümsesin sana Abdullah! Bu kez de diriliver!
YUSUF GÖKBAKAN