Günün Hikayesi | Belli ki anama çekmişim | Nevriye Cura Gir
Anamdan Kalan Miras
Bizim evde sabah kahvaltısı öyle zeytin, peynir, reçel vs. hazır yiyeceklerle geçiştirilemez. İllaki o ocakta bir şeyler pişecek.
Yoksa kahvaltıdan sayılmıyor.
Her sabah, her sabah bıktım vallahi. Biri de kalkıp yardım etse belki üzerimdeki yük hafifleyecek ama suç bende. Ben alıştırdım bunları. Sabah kahvaltısı önemli, sağlıksız beslenmesinler diye. Yaşlanacağım aklıma gelmedi.
Ah! O gençlik yıllarım ah! Zindelik vardı. Bir bastığım yere bir daha basmazdım. Hiç yürümezdim ki, hep koşardım.
Enerji bol nasıl olsa…
Eee tabi, pamuk yığını bulutların altında gökyüzüne yakın yerde boyumu aşan yemyeşil otları yiyen Sarı Kız’ın sütüyle beslenirsen olacağı bu. Anam, seher vakti – çilli horoz bile
” Ü ürü üüü! Hadi sabah oldu, uyanın!” demeden ayakta. Belli ki kimse benden önce uyanamaz diyor. Sanki horoz kimse. Bırak her canlı kendi görevini yapsın. Yok, olmaz!
Hiç unutmam rahmetli babama bir karış büyüklüğündeki enseri tavandaki ağaç kirişe çaktırmış; ninem, anamın çeyizine koyduğu sarı, siyah, yeşil, mavi, kırmızı, ipten iki parmak genişliğinde nakış nakış dokuduğu, uçlarını yarım karış saç örgüsü örüp bağlandıktan sonra kalan ipleri de saçak bıraktığı üç kulaç boyundaki kolanın tam ortasından da ensere bağlatmıştı.
Salıncak yaptığımız da iyi hoş, gel keyfim gel. Bir de türkü patlattıysam yırtık sesimle keyfime diyecek yoktu, tabi ki anam sabahın kör vaktinde o kolona ağaç yayığı asmazsa.
Akşamdan Sarı Kız’ın sütünden yeni kalaylanmış bakır tencerede mayalanan yoğurdu her zaman anamın tabiriyle “çıra gibi” silindir şeklindeki ağaç yayığa, yayığı asınca tam üstünün ortasına benim o zamanki karışımla, enine ve boyuna açılan delikten şimşir kepçeyle doldurup; kolanın bir ucunu yayığın ucundaki fazlalık yerine açılan deliğe çamaşır ipi kalınlığındaki ipi geçirerek yapılan halkaya bağlar, diğer ucunu da yayığı sallamak için yapılan sapa açılan delikteki halkaya bağladığında başlardı şenlik.
Anam güçlü kollarıyla yayığı salladıkça güm güm ederdi ahşap evimiz. Sarsıntıdan sanırsın ki dokuz şiddetinde deprem oluyor.
Ninem: “Gız gavurun dölü! Evi gafamıza yıkacan zabah zabah. Ne hau küldürtü ?”
Sanki bilmiyormuş gibi “Gene mi yayık yayiin?”
Anam da azdan değil: ” Yok havanda su dööyüm. Allah Allah, sanki bilmimiş gibi her zabah yayık yaydimi de.” dediğini üst kattaki odamızdan duyuyorum.
Yanında yattığım ablam:
“Gız gaak şurdan da bi rahatlıkla uyyiim.” diyerek demir karyoladan itince kendimi yerdeki hasırın üstünde buldum. İtikleyip atmasa kalkacaktım zaten.Karnım garul gurul ediyor sanki içimde orkestra var.
Her sabah olduğu gibi tahta merdivenin trabzanından ‘vın’ diye kayarak indiğimde anam yayığı ağaç kovanın içine boşaltıyordu. Oh, mis gibi ayranın üzerinde sapsarı tereyağı ağzımın sularını akıtmaya yetti de arttı bile. Orkestra şefi kokuyu duymuş olacak ki daha tempolu ritim tutturuyordu. Sofrayı bekleyecek mecalim kalmamıştı. Koşup kilerden evimizin önündeki toprak fırında önceki gün pişen bir karış kalınlığındaki somundan koca çelik bıçakla zorla bir dilim kestim. Tekrar koşa koşa anamın yanına döndüm. Elimdeki ekmeği uzatarak tereyağı sürdürdüm. Sanki kıtlıktan çıkmış gibi yağlı ekmeğimi yerken anam ahırdaki hayvanların altını kürüdü, alaflarını verdi, ineği sağdı, kova dolusu sütü eve getirip kilere koydu. Tekrar dışarı çıktı. Ahırın yanındaki kümesin kapısını açarak tavukları azat edip akşama kadar tutsaklıklarına son verdi. Mısır koçanını da ufalayıp yemledi.
Anam hiç yorulmazdı ya da bana öyle geliyordu çocuk aklımla.
Dile kolay, irili ufaklı yedi çocuk. Her birimize ayrı ayrı yetiştiği yetmezmiş gibi; bağ bahçe, mal mülk, her iş anamın elinden geçiyordu. Kolları, bacakları şişmiş, taş gibi kas yapmıştı. Dili hiç durmayan, her işe burun kıvıran hiçbir şeyi beğenmeyen nineme bile katlanıyordu. Yine de “Of, yoruldum yeter artık!” deyip sızladığını hiç duymadım.
Belli ki anama çekmişim
“Kalk kız, sen ananın kızısın. Bahçeye ektiğin biberlerden, domateslerden topla da menemen yap.” dedim kendime.
Nevriye Cura Gir