Günün Hikayesi | Behiye | Necmettin Yalçınkaya
Mektebin bacaları vay lele lele
Ders verir hocaları vay lele lele
Hava sıcaktı, güneşten korunmak için kendine gölgelik bir yer aradı, bulamadı. ‘İyisi mi sahildeki açık kafeteryalardan birine gideyim,’ diye düşündü. Öyle de yaptı. Gördüğü ilk masaya oturdu.
Garsona el etti. Soğuk bir şeyler getirmesini rica etti. İçti. Üstüne çay ısmarladı. Çayını yudumlarken martılara takıldı gözleri. Suyun üzerinde neşe içinde birbirleriyle konuşuyorlardı sanki. Güneş umurlarında bile değildi. Gözleri bu kez kafeteryadaki masalara takıldı. Birden gördükleri karşısında donup kaldı. “Olamaz, bu benim tanıdığım Behiye olamaz!” dedi. Dikkatle bakınca yanında oturan Kadir’i sol yanağındaki beninden tanıdı. Değişmemişti hiç. Ama o eski tanıdığı Behiye’den eser kalmamıştı. Kalkıp masasına gitmek için çayının bitmesini bekledi.
Gözleri daldı, lise yıllarına gitti. İzmir Fuarı’ndaydılar, Behiye karşısında duruyordu. O günü yaşar gibi oldu birden.
Yanakları al al olmuş, tüm bedenini afakanlar basmıştı. Hızla çarpan yüreği kulaklarında yankılanıp duruyordu. İçindeki ses, ”Özgür oğlum söyle de kurtul bu ıstıraptan,” diyordu. “Ya kabul etmezse arkadaşlığımı, o zaman tamamıyla kaybetmez miyim?” diye vazgeçiriyordu içindeki diğer ses. Hepten kaybetmektense uzaktan sevmek şimdilik yetiyordu ona. Özgür, Behiye ile aynı sınıfta üç yıl geçirdi. Onunla her sabah tarihi Namık Kemal Lisesi’nin mis kokulu bahçesinde buluştuğunda, yüreğinde güller açıyordu. Behiye bir saniye gecikse korkuyor, umutsuzluğa kapılıyor, gözleri uzaklara dalıp gidiyordu. Ama Behiye’yi görür görmez gök mavisi gözlerinde kaybolur ve sıcacık düşler kurardı. Tüm dertlerinden kurtulur, gelecek kaygılarından sıyrılır mutlu olurdu.
Paydos zili her çaldığında Behiye’den ayrılmanın zorluğunu ve ıstırabını yaşıyordu.
Üç yıl geçti. Behiye’ye “Seni seviyorum, sensiz yapamıyorum,” diyeceği anı erteleyip duruyordu. Korkuyordu. Oysa sevgiyle bakardı Behiye’nin gök mavisi gözleri kendisine. Baktıkça da içine kadar işlerdi. Hani elini dostça omzuna koyduğu başını omzuna yasladığı da olmuyor değildi. Ama nasıl bir sevgiydi bu, bundan emin değildi işte!
Behiye her şeyden habersiz, okulun arkasındaki dış kapıdan çıkıyordu ki, Özgür ile göz göze geldi. Gülümsedi, durdu, Özgür’ün yetişmesini bekledi.
Montrö Kapısına kadar Özgür’ün kolunda neşeyle yürüdü. Oradan da İzmir Fuarına… Yayalara ait, sağı solu ağaçlı yolda, yüksek ve ulu ağaçlarla çevrili asfalta kadar yürüdüler. Özgür kravatını çıkardı, ders kitabının arasına özenle katlayıp soktu. “Oh be,” dedi, „özgürlüğüme kavuştum.“
Gülüştüler.
Kısa bir yürüyüşten sonra da yoruldular hemen. Fuarın alt zemini elektrik kabloları ile kaplıydı. Bu sebepten insanların çabuk yorulduklarını anlattı Behiye Özgür’e. Yürüyüş yolu üzerinde bulunan boyası parıl parıl parıldayan tahta bir banka çöktüler. Behiye spor ayakkabısının tekini çıkardı, ayak ayak üstüne attı. Eliyle de eteğini çekiştirip uzattı. Ayağının başparmağıyla da diğer ayağını kaşıdı. Sonra Özgür‘le olduğunu hatırlayıp utandı. “Kusura bakma,” dedi gülümseyerek, ”Bir an seni unutmuşum”
Oturduğu yerde irkildi Özgür. ”Ya bir gün beni tamamen unutursa!“ gibi korkulara kapıldı.
Hayvanat bahçesinden yana kuş sesleri yükseldi. Onları, İzmirlilerin taparcasına sevdiği Bahadır filin bağırtısı takip etti. Minnacık bir saka kuşu, karşılarındaki akasya ağacının dalına süzülürcesine kondu. Neşeyle ötmeye başladı. Önlerinden, el ele tutuşmuş genç bir çift geçti. Özgür, ani bir cesaretle ”Ne olursa olsun artık söyleyeceğim,’ diye geçirdi içinden.
“Behiye,” dedi. “Seninle önemli bir şey konuşacağım…”
Behiye uykudan uyanırcasına, “ Ben de seninle konuşmak istiyordum. Beni en iyi sen anlarsın.” dedi dalgın, huzursuz gözlerle. Önce kararsız kararsız baktı, sonra söylendi:
“Karşı sınıfta okuyan Kadir yok mu? Hani şu voleybol oynarken düşüp de bacağını inciten.”
“Ne oldu ona, sakat mı kaldı yoksa?“
Uzağa bakan kısık gözlerle, ”Yok yok sakat kaldığı yok da, galiba onu seviyorum.” dedi Behiye. Tonlarca yükten kurtulmuşçasına rahatladı. Gözlerine ışıltılı bir sevinç oturdu. “Geçen gün teneffüste, ayaküstü bana arkadaşlık teklifi etti de. Ben de ‘Düşüneceğimi’ söyledim ona. Biliyor musun hâlâ kararsızım.”
“Peki, seviyor musun onu? Onu her gördüğünde yüreğin küt küt eder mi? Dalıp dalıp bakar mısın gözlerine?”
“Galiba evet.”
Sonra uykudan uyanmışcasına sordu:
“Peki, sen ne diyecektin?”
“Unuttum,” dedi Özgür. “Önemli bir şey değildi zaten…”
Son kez Behiye’nin gök mavisi gözlerine acıyla baktı. “Sen bilirsin güzel arkadaşım.” dedi kederli bir sesle. “Yüreğinin sesine kulak ver. Kaçırma treni, koş yetiş arkasından.”
Spor ayakkabısını ayağına geçiren Behiye, kalktı ve koşarcasına uzaklaştı. Sonra aniden durup geri geldi. Bankta kederinden düşünmekte olan Özgür‘ün yanağına sıcak, tatlı bir öpücük kondurdu. “Sağ ol benim yürekli arkadaşım, sağ ol!” dedikten sonra koştu.
Sonbahar yaprakları gibi tir tir titriyordu Özgür. Adeta İzmir Fuarı, içindekilerle kalkmış üzerine üzerine geliyordu. Hayvanat bahçesindeki bütün kuşlar onu rahatsız edercesine uğuldamaya başladılar. Daraldı, kalktı. İçi boş bir ağaç gibi yıkıldı. Uzunca bir süre bankın üstünde baygın kaldı.
Aradan yedi yıl geçti. Oturduğu kafeteryada son çayını içip kalktı Özgür. Hesabını ödedikten sonra doğruca Behiye’nin bulunduğu masaya gitti. Dikildiği yerden ”Merhaba,” dedi. Başını kaldıran Behiye, ”Bir yerlerden tanışıyor muyuz?” diye sordu.
Suratına su çarpılmış gibi oldu birden Özgür. Yukarıdan aşağıya bir bakışla, Behiye’nin yaşlanıp çöktüğünü fark etti. Gök mavisi gözleri ışıltısını çoktan yitirmişti.
“Özür dilerim hanımefendi, sizi bir arkadaşıma benzettim…” diyerek çıktı.
Oysa tanımıştı Özgür’ü Behiye. Özellikle ‘Merhaba‘ diyen o sıcacık sesinden. Pişmandı ama itiraf edemiyordu. Özgür’ün onu ölesiye sevdiğini, yüreğinde kendisinden başka kimseye yer olmadığını duymuştu ya, iş işten geçmişti. Bir an ona acı verip hayatını kararttığını düşündü. Yanağından aşağıya bir damla gözyaşı düştü. Kadir okuduğu gazetesini masaya bıraktı. “Neler oluyor?” gibisinden baktı etrafına. Sonra bir şey yokmuş gibi tekrar başını gazetenin içine gömdü.
Sahile zor attı kendini Özgür. Bir kayaya oturdu, ufku gözetledi. Martılar hareketli, deniz durgundu. Uzaktan gemiler geçiyor, siren sesleri işitiliyordu. Dudağında eski bir türkü:
Mektebin bacaları vay lele lele
Ders verir hocaları vay lele lele
Eğildi bir avuç çakıl taşı topladı yerden. Sonra kalktı, başparmağıyla işaret parmağı arasına kıstırdığı taşları var gücüyle fırlatmaya başladı. Ne kadar uğraştıysa da taşları suda yüzdüremedi, atılan her taş halkalar bırakarak batıyordu.
…