Günün Hikayesi | Bak Saçlarım Upuzun | İnci Gürbüzatik
Sabahtan beri midesinden bedenine yayılan ağrıyı, bütün hücrelerinde duyumsayıp eğildi, iki büklüm olup kaldı bir süre. Acıyla gergin, sobanın yanına yavaşça yaklaşıp, çöktü yere. Derin bir nefes alıp tuttu. Bir öne bir arkaya sallanmaya başladı, ama ağrısı bir an olsun hafiflemedi.
Havluya sarılı uzun saçlarını, ensesinden kavrayıp kurulayarak önüne, göğsünün üstüne bıraktı. Saçın ucundan süzülen su, damladığı yerleri ıslattı.
Dolanmış tellerin arasından tarağı gergin sıyırıp, gere-çeke saçlarını açmaya çalışırken, bir yandan da belli belirsiz mırıldanarak dua etmekteydi.
Ağrısı biraz daha artmıştı.
Duasının bir yerinde koptu, Saliha’yı hatırladı.
Saliha ya! Ahiretliği. Sırdaşı, dostu, arkadaşı Saliha. “Yakışıklı doktor sevgilisinin yanında İstanbul’da ne yapıyordu şimdi kim bilir? Yine pek heyecanlı idi giderken. Azgın. Belki muayenehanede belki de bir oteldeydiler, belki de bazen olduğu gibi o’nu bir arkadaşının bekar odasına götürmüştü Doktor Nejat. Amaaaaan! Yerin ne önemi var? Nerede olursa olsun. Birlikte günaha giriyorlardı ya önemli olan oydu. Yatmaları zina yapmaları. Ya kocası? Eliyle karısını otobüse bindirip uğurlayan gamsız, tasasız, geniş kocası?
Öyle zengin yakışıklı bir kocaya yapılır mı bu adilik?
Ah şu ağrı olmasaydı.”
Yıkarken karışan saçlarını şimdi açmak bir dertti. Çoğu kez saçındaki dolanmış yerleri elleriyle tel tel didikleyip açıyor, ucunda takılı kalan inatçı minik düğümleri tarağın sık dişleri arasından gerip öfkeyle çekerken duasından kopuyordu.
“Allah kahretsin, açıl, açıl işte, bu ağrıyla beni uğraştırma.”
“Saliha, upuzun saçlarımı kıskanıyor. Haset ediyor. Çekemiyor.
O, yüzden de ikide birde,
‘Aman Allah aşkına kes şunları, kafanda sepet gibi taşıyorsun, yıkaması, taraması bir dert, sık sık başın ağrıyor, kes gitsin, ferahla biraz’ demiyor mu?
“Kesmem, ölene kadar kesmem, ben saçıma makas dokundurmam Günah!” dediğimde benimle alay etmiş, verdiğim cevaba “hurafe” deyip gülmemiş miydi daha yeni? “Benim saçım uzamıyor” diyor.
“Bak, niye uzamasın? Sen uzatmak istemiyorsun.”
Evliyken, çoluk çocuk sahibiyken, git, evli barklı bir adamla ayda bir, ya da iki ayda bir, gizli saklı buluş, öpüş koklaş, yat. Ne o, eski sevgilisiymiş de, başkalarıyla evli de olsalar bunca yıldır birbirlerinden kopamamışlar da… Günah! Günah! Çok büyük günah! Yarın mahşerde Allah’ın huzurunda mahkeme kurulduğunda yalnızca melekler şahitlik yapmayacaklar. İnsanın kendi organları da şahitlik yapacak. Günaha bulaştıkları organlar. Eller, gözler, kulaklar, dudağın, dilin, ayakların, tenin, beynin. Günaha hangi organınla bulaştıysan ‘o’ işte, ‘o’ şahitlik yapacak. Sen inkâr etsen bile ‘o’ konuşacak. İspat edecek. “Yaptım” diyecek. Bana yaptırdı” diyecek. İşte o zaman kurtar bakalım kurtarabilirsen kendini. Orada senin karşında aptal-gamsız kocan olmayacak sana kanacak. “Al oku” denecek. Al. Al. Kendin oku, gözlerinle oku bakalım neler yapmışsın? Defterin açılacak. Günah ve sevaplar tartılacak. O zaman inkâr et bakalım edebilirsen. İyilikler fazla, kötülükler az olursa benim gibi ehl-i necat olur. Tersi ise senin gibi cehennemde azaba müstahak olur.
Yaaaaa……
Aaaaah, ah bu mide öldürecek beni. Yoksa yine mi kanıyor?
Biraz karbonat içsem mi? Biraz uzansam… Dinlensem biraz…
Benimkini çağırsam mı eve? Yok. Gelmez. Hiç tınmaz. Bir de çağırdım diye kızar üstelik. Ahhhh! Yok! Yok! Dayanılır gibi değil.
Dayanayacağım…
Offf…
Off…
Ölüyorum. Dünyanın sonu geliyor. Vallahi geliyor. Billahi geliyor. Yaklaştı. Biliyorum. İnsanlar birbirlerini öldürmüyorlar mı?
Eski evleri yıkıp yıkıp bina yapmıyorlar mı?
Bina artmadı mı? Zina?
Ağrım?
Annem de böyle tarardı saçımı.
Çeke çeke…Yola yola böyle.
Rahmetli arada bir de
tarağın tersiyle
vururdu
kafama
küt
kü
t
Kim inanır? Allah aşkına, kim inanır söyleyin. Böyle hanım hanımcık herkes’in saydığı bir kadının, aslan gibi kocasını yıllardır aldattığına kim inanır? Ha? Ben söyleyeyim. Kimse. Hele Satı Halam? Anası, eniştem, babası? O duysa, o dakika kahrından ölür. Kimseler inanmaz. Ben de bilmesem inanmam.
Öyle bir koca aldatılır mı? Anlatmasa, gelip
Her şeyini bir bir, öyle incığına cıncığına
anlatmasa ben de
bilmez, ben de
inanmaz
dı
m.
Bu ağrı hiç geçmeyecek. Bulantı başladı yine…Buruntu…Allah kahretsin.
Ne yedim ki ne çıkacak şimdi?
Boş mideden yeşil yeşil-acı safra,
zehir gibi yakıp-yırtacak
boğazımı.
Lanet olsun açılmıyor, didik didik olmuş bunlar
Karışmış keçe gibi. Bu tarağı değiştirmeli.
Dişleri seyrek olanını
almalı, atmalı bunu
böyle fırlat
ma
lı.
Ne yapıyor ki şimdi Doktor Nejat’ıyla? Baş başa mıdır şu sıralarda? Gece, birlikte yatamayacaklarına kös kös evlerine gideceklerine göre, şu sıralar yatıyorlar işte. Muayenehaneye mi gitti yine, hastasıymış gibi? Yoksa otelde mi buluştular? Nejat yine şehvetle sarılmıştır. Öpüp koklamış, bir güzel kemiklerini ezmiştir hep yaptığı gibi. Zevkten kollarında erimiştir artık Saliha. Amaan bana ne? Ne yaparlarsa yapsınlar. Niye merak ediyorum ki? Gelince nasıl olsa anlatır. Ben onu dinlemekten hoşlanıyor muyum? Yooo. Merak mı ediyorum ki anlatıyor. Yoo! Anlatma dedim kaç kere. Anlatma böyle şeyleri bana. Ayıp. Günah. Ama duramaz, anlatmadan rahatlamaz. Bazen özlediğinde de anlatır Nejat’tıyla yaptıklarını. Gözünde canlanır her bir şey, yeniden yaşar, hayal eder.
Bir daha günaha girer.
Ya kocası? O?
O’ bilmez mi ki?”
“Boş safra değil, yalnızca, kan. Koyu kan. Yine… Kanıyor…
Ağrıyor, kasılıyor, çok ağrıyor…
Ahhh, anacığım…
Ahh!
“Anaa, saçımı kessek ya. Okuldaki arkadaşlarım gibi. Saliha gibi.
Ne güzel onların saçı, kısacık kesilmiş. Satı Halam kurdele de takıyor Saliha’nın saçlarına.”
“Baban duymasın, rıza göstermez, dünyada rıza göstermez.”
“Yaaa, ondan gizli kessek?”
“Amaaan. Sen neler diyon kız. Beni öldürür. Seni de beni de keser. Saç kesilmez, makas değmez saça. Günaha girersin. Kıyamet günü Hazreti peygamberimiz bizi saçlarımızdan bilecek a yavrum. O mahşeri kalabalıkta ümmetini aramayacak mı? Yetmiş iki milletin, onca dinin, onca mahşeri kalabalığın içinde ümmetini nereden bilecek? Ha?
Nereden bilecek a benim akılsız kızım. Ha?
Saçlarımızdan değil mi?Haa!
O mahşeri kalabalıkta telaşla aranırken bizi uzun saçlarımızdan yakalayıp toplayacak ve şefaatini gösterecek. Günahkar değilsen tabii. Günahkarsan saçın istediğin kadar uzun olsun fayda etmez mahşerde.”
Bilmez mi ki? Bir adam karısının kendisini aldattığını bilmez mi?
Anlamaz mı? Hiç mi? Bu kadar gamsız olunur mu? Bunca yıldır. Ayda bir Saliha’ nın İstanbul’a gitmesine nasıl göz yumar, hiç mi şüphe duymaz? Ben istesem, benimkinden, hani, ayda bir “Ablamı pek özledim ben bir yanına gideyim” desem, hani demem ya, hadi dedim, diyelim.
Ne yapar İsmail? Ha? Ne yapar? Hadi bir gönderdi. Ertesi ay? Ya ertesi? Öyle bir şüphelenir öyle bir şüphelenir ki önce en yakınımdaki erkeklerden başlar. Çamurundan şerrinden önce, eniştem nasibini alır. Zina yapmadıysam bile zinhar benim kemiklerimi bir kırar ki ne kırmak. Kanmaz benimki. Öyle her erkeğe yutturamazsın işlediğin günahı. Ben yapamam, tövbe yapamam. Kız kardeşine pek düşkünmüş gibi ona bahane git, sevgilinle yat. Ateşini söndür, sonra da namuslu bir kadın gibi hiçbir şey olmamışçasına gel. “Seni çok özledim” de öyle uzaktan kocana, sarıl sarmalan, uzun zamandır hasret kalmış gibi onunla da bir güzel gir yatağa.
Elini midesinin üstüne götürdü tuttu bir süre. ‘Acıyor’ dedi,
‘Acıyor, midemin ağrısı bulantısı bir yana yara gibi acıyor karnım.’ Elini karnının üstünde, teninde gezdirdi, dolandırıp indirdi aşağılara, aşağılara. Bedeni ürperdi ama ‘acıyor’ dedi, ‘dokunulmuyor, yara gibi.’ Yüzü acıdan gerildi kaşları alnının ortasında gergin çizgiler oluşturdu. Biraz önce çıkarttığı safranın acı-zehir tadı boğazındaydı. Yutkundu yangı gitmedi. Bir kez daha bedeni kasılırken gücünün yitmekte olduğunu fark etti. Üşüdüğünü, bedeninin uyuştuğunu bir de.
Dizlerinin üstünde tüy gibi uçuşmakta olan yolduğu saçlarını şöyle bir toparlayıp parmağında kıvırıp doladı, bir topak yapıp küçülttü parmaklarının arasında, kor gibi yanmakta olan sobanın kapağını açtı içine attı. Yoluk saç demeti pis bir koku çıkartıp mavi mavi çıtırdayarak
yanarken kömürün yalımına takıldı kaldı
gözleri. Midesinin
üstüne iki büklüm eğilip kıvrıldı.
Cehennem işte bu…
Böyle cayır cayır
alev
ale
v
v.
“Böyle çatır çatır yanacak günahkarlar çatır çatır…
Saliha çok kalır mı ki İstanbul’da?
Ne zaman gelecek? Hiç söylemedi.
Kocası ‘Gel artık, seni çok özledim’
demezse gelmez ki. Aşifte…
Bir de oyun eder,
naz eder
öyle
koca
ya”
Parmaklarını sobaya uzattı, biraz ısıttı, ayağa kalktı saçlarının hiç olmazsa diplerini sobanın ısısıyla kurutmalıydı. Avucunda tuttuğu sık dişli tarak saçının dibinden ucuna, boydan boya engelsiz teller arasında gıcırdayarak kayıp gitmemişti. Öylesine taranıp, üçe ayrılıp örülecek kadar açılmıştı bu gün ancak, pek çok yeri daha kıtık kıtık dursa da önemi yoktu şimdi bu ağrıyla.
“Benim saçlarım uzun düz. Saliha’nın saçları kısa dalgalı.
Yıkandı mı hemen kurur.
Benimki?”
“Ben onu böyle uzun saçı olsaydı da o zaman görseydim muayenehanede, otel odasında, onun-bunun evinde yattıktan sonra yıkamayı.
Amaaan sen de. Ne yapar eder, bir yolunu bulur keserdi.
Kesmemiş miydi zaten.
Böyle uzun saçı
hemencecik
kurutmak
mümkün
mü
?”
Bedeninde kendisini zapt etmiş ağrının tutsağıydı artık, eli kolu neredeyse kıpırdayacak durumda değildi. Saçlarını avucunun içinde toplayıp başını sobaya doğru uzattı. Soba’nın sıcaklığını duyumsadı.
Saçlarını parmaklarıyla gere-çeke bölüp, üçe ayırdı. Ense kökünden başlayarak, birbiri üstünden birbirini, bir
diğerini aşırtıp değiştire döndüre gere-
çeke, bir bir örmeye başladı. İki, üç…
Birbirinin üstünden
atlayıp dolanarak sıkı sıkı örülen
saçlar incelerek
önünde, göğsünün üstünden aşağıya doğru
uzadı
git
ti.
Dönüşünde sanırsın ki tek sevdiği kocası.
Her seferinde suçluluk duyduğunu söylüyor.
O, duyguyla kocasına daha bir bağlanıyormuş,
öyle diyor. Bu nasıl bir duyguysa artık. Ahhhh!
İğrenç. İğrenç fahişe. Kafamı karıştırıyor.
Aklımı bulandırıyor. Olur mu öyle şey?
Günaha girdiğini de biliyor ama
göze almış bir kere cehennemi.
Umurunda değil. Hiçbir şey
Umurun da değil. Kocasının
öğrenmesi de doktorun
karısı da. Artık
ar damarı
da, çat
la m
ış.
Saçının ucunu gelişigüzel bağlayıp ensesinde
bir iki döndürüp topladı, kalın uzun
firketeleri örgü topuza saplayıp
saçı ensesinde sabitledi. Sonra
zoraki bir gülümsemeyle sobanın
dibindeki mindere başını
koydu, ağrıdan uyuşmuş bedenine
iki büklüm kıvrıldı,
gözleri
ni yum
du.
Midesi yeniden bulanıp ağzında bir sıcaklık hissettiğinde ayağa kalkmağa çalıştı kalkamadı, gözü karardı, sendeledi. Yere kapaklanırken, bağırtılarla bir gürültünün giderek kulakları yırtan acı sesini duydu. Kulaklarını elleriyle
kapattı. Uğultu kulaklarının taa
içinde yankılandı, dalga dalga
yayıldı. İçi bir hoş oldu,
bedeni çözüldü. Öğürdü öğürdü.
Bir boşlukta
Rahat
la
d
ı.
Neden sonra gözlerini açtı, “İsrafil’in sür’ü bu. Bu onun sesi. Mahşer” dedi,
dişlerinin arasından, “Mahşer. Kıyamet. Tövbeler olsun. O’nun sesi. İsrafil boynuzdan borusunu üflüyor işte. Kıyameti haber veriyor. Bütün canlılar
ölecek şimdi. Herkes, hepsi. Ben de. Kıyamet bu. Mahşer. Güneş, Dünya,
Ay, gökyüzünde ne kadar yıldız varsa ne varsa hepsi,
hepsi birbirlerine çarpıp paramparça olacaklar.
Sobanın dibinde iki büklüm baygın yatmaktaydı. Gözleri yarı aralık, mırıl mırıl sesler dökülüyordu dudaklarından. Dua etmiyor mırıldanıyordu.
Kulakları zonkluyor, çınlama, uğultu dalga dalga mahşeri bir gürültünün vurucu bütün titreşimleri beynine yayılıyordu.
Elleriyle zonklayan başını, çınlayan kulaklarını, acıyla tuttu.
“İsrafil ikinci boruyu da üfledi” diye mırıldandı, Sür’ ünü. Boynuzdan borusunu. Üfledi. Hasri ecsad, artık. Hasri escad zamanı. Ruhların yeniden cesetlerini bulup bedenlerine kavuştukları zaman. İsrafil ikinci kez sürünü uzun uzun üfledi.
Sür’ ün sesi üçüncü kez duyulduğunda, ruhlarına kavuşan cesetler mezarlarından fırlayıp kendilerini çağıran “O” sese koşacaklar. Ölüler koşacak…Ben? Ben yaşıyorum daha. Nefes alıyorum. Bak! Bak! Duyuyorum…
Üçüncü sefer çalıyor İsrafil borusunu. Bu ne kalabalık?
Bu ne gürültü? Kulaklarım. Kulaklarım.
Koşmak istiyorum…
Ko..şa..mı…yo…..rummmm.
“O gün, günahkarları gözleri gömgök olarak toplayacağız. Gözleri dönmüş olarak kabirlerinden çıkacak, çağırana doğru dağılmış çekirgeler gibi doğrulup ayaklanarak o sese doğru koşacaklar.” Böyle olacak. Böyle kitapta yazıldığı gibi, annemin anlattığı gibi.
Benim mezarım yok.
Yok!
Ne kadar ölmüş insan varsa hepsi mezarlarından kalkıyor. Bir tek insan kalmamacasına, toprakta, külde, denizde havada, ölmüş, kaybolmuş ne kadar insan varsa hepsi, hepsi işte ortalıkta. Ben böyle kalabalık görmedim.
Ahhhh! Bunlar kim? Ben bu insanları tanımıyorum.
Mahşer bu şte. Bu. Salihaaaaa!
Gel ben buradayım
Yanındaki ‘o’mu? Yanındaki?
Ya kocan? O?
O, nerede?
Ya
ahhh!
Hadi, gör beni bu mahşerde… Yakala, tut saçlarımın ucundan, ayır ötekilerden. Allah biliyor, ben saçımı senin için uzattım, bugün için uzattım. İşte çıkarttım firketeleri. Bak upuzun. Belimden aşağıda. Onlara hiç makas değmedi. İşte saçlarım uzun, biraz ıslak ve temiz. Midem. Midem sancıyor, yanıyor bütün bedenim acıyor. Ağrı acı, sıcak ama üşüyorum.
Bak, benim gözlerim gömgök değil kahverengi. Ben günah işlemedim.
Hiç yalan söylemedim. Sırrı sır tuttum.
Saliha’yı yıllardır kimselere
anlatmadım. Kimseler bilmedi günahlarını onların
Tövbe olsun hiç anlatmadım. Anlatmam.
Kimsenin malına, ırzına göz dikmedim.
Çalmadım kıskanmadım, hiç haset etmedim.
Hiç sevmediğim halde kocama
bir kez bile ihanet etmedim…
Hiç zina yapmadım,
ben yapmadım.
Ben kimseyi
aldatma-
dı
m.
Sesler azalıyor. Duymuyorum…Hani nereye gitti, o
mahşeri kalabalık? Çürümüş bedenli,
yüzsüz, gözsüz, kolsuz, bacaksız,
gömgök gözlü insanlar?
Neredesin? Hani? Gör!
Gör artık beni. Bil saçımdan hadi Allah’ım.
Tut, saçlarımdan,
Ümmetinden kıl.
Saliha’nın saçları kısacık hem de dalgalı.
Benimki uzun, düz. İçim parça parça. Acı zehir!
Boğazımdaki safra.
Başım. Midem,
karnım.
Kan.
Ahh!”
Ö
ö
ö
ö
ö
ö
ö
ö.