ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Günün Hikayesi | Ateş Tanrıçası | Zeynep Uçak Güneş

Günün Hikayesi | Ateş Tanrıçası | Zeynep Uçak Güneş

“O zaman yazılımı değiştirin…”

2020 Pandemi yasakları tüm dünyada hafifletilmiş, halk derin bir uykudan uyanır gibi ağızlarında taşıdıkları ağır maskeleri atmıştı. İki sene zarfında insanlık onca teknoloji ve bilime rağmen büyük kayıplar vermişti. Türkiye’de salgın insan hayatını sadece ölüm olarak vurmayıp, ekonomik olarak da çoğu ailenin ciğerlerine kadar işlemişti. Yokluk, sefalet ve işsizlik, ağızlarından aldıkları zorunlu nefes birlikte, burunlarından hırıltıyla çıkıyordu.

Umut, ince parmaklarını klavyenin tuşlarında bir kuğu gibi yüzdürdü. Bu sefer ikna etmek için biraz nazlanması gerekecekti. Kaçan kovalanır…

‘’Aşkım, beni çok üzdün inan bana, beklemekten çok sıkıldım. Bazen sana değil aramızdaki mesafelere kızıyorum. Ben oraya geldiğimde o kadar mutlu olmuştuk ki. O günlerin özlemiyle tutuşuyorum. Ben gelemiyorum, sen gelemiyorsun o zaman bu ilişkiyi yürütmenin bir anlamı yok’’ ellerini çekti klavyeden. Bilgisayarın sol üstündeki sarışın kırmızı yüzlü kadına tiksinerek baktı.

Ne kadar bekleyeceğini kestiremiyordu. Bilgisayarın saatine baktı gece 03.44 ü gösterirken ellerini ensesinde birleştirdi, gözlerini kapadı. Karanlık bir girdabın içinde beyaz bir anıyı yakaladı eteklerinden. Babasının omuzlarında kollarını açmış kuşlara meydan okuyordu, şarkılar eşliğinde. ‘’Daha hızlı baba, daha hızlı!’’ Gelen mesajın bip sesiyle girdiği anı çukurundan irkilerek çıktı. ‘’Hay seninde, mesajının da ta gelmişini geçmişini…’’ ekran parlamaya başladı.

‘’Oh hayır aşkım beni bırakma, senin gözlerine yakından bakamadıktan ellerini tutamadıktan sonra nasıl yaşarım burada. Sen yat şimdi rahatça ilk uçakta yer ayırtacağım. Bekle beni!’’Bu mesajı gördükten sonra sakince gözlerini kapattı.

2027’nin Ilık bir haziran öğleniydi, bu sene yaz Ankara’ya gelmemek için epeyce ayak diretiyordu. Gökyüzü bir açıp bir kapanarak insanların ruh haliyle oynaşıp duruyordu. Yağmur yerdeki cesedi temizlemek için hafifçe çiselemeye başlamıştı. Güneş Komiser bir dizini yere koymuş diğer ayağından destek alarak cesede biraz acıyarak, biraz tiksinerek baktı. Meydanı yanık et kokusu sarmıştı, çöplerden kediler başlarını çıkarmış, kendilerine de bir şey düşer mi diye meraklı gözlerle olay yerine bakıyorlardı.

“Bu kaçıncı oldu Volkan?” diye sordu Komiser.

Volkan yerdeki cesedin kül haline gelmiş artıklarına bakarken “Bu beşinci, komiserim.” diye yanıtladı.

“Biliyorum, biliyorum da niçin bu insanlar aynı yerde, aynı saatlerde kendilerini yakıyorlar? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Böyle bir şey var mı dünya tarihinde diye soruyorum.”

“Bilmiyorum efendim.”

“O zaman araştır bir zahmet, Adli Tıptan henüz bir şey çıkmadı mı?”

Volkan kafasını iki yana salladı. “Tam kırk gündür biri buraya geliyor, kendisini ateşe veriyor ve bizim Adli Tıpçılar bekliyor.”

Kriminal gelince Güneş Komiser ve ekibi geri çekildi. Arkasından Adli Tıpçılar geldiler,

Başlarını yine bezgin Doktor Muzaffer çekiyordu. Güneş Komiser içinden bir dolu küfretti. Muzaffer sanki içini okumuş gibi, Güneş’e gözlerini delice dikti ve aynı ifadeyi Güneş Komiserde de görünce, bakışlarını yanmış cesede çevirdi.

Gününü adliye ve Emniyet koridorlarında haber peşinde koşarak geçiren Rüzgâr olay yerine çoktan gelmiş, mucizevî fotoğraf makinesinin flaşlarını patlatarak ardı ardına fotoğraflar çekiyordu. Savcı bir eliyle rüzgâra el kol işaretleri yaparken diğer eliyle omzuna yerleştirdiği telefona şekil vermeye çalışıyordu.

“Tamam, efendim, tabii elbette efendim, elimizden geleni yapacağız efendim, biz de en kısa zamanda sonuçlandırmak istiyoruz.”

İyi günler dileyerek telefonu kapattı. Rüzgâr’a seslenerek “Bu telefonların suçlusu sensin, biliyorsun değil mi?” diye uyardı sitemkâr.

Rüzgâr “Meslek sırrı sayın savcım!” dedi, hafif alaycı bir ses tonuyla.

Savcı hırsla, Güneş Komisere dönerek, “Meslek sırrıymış! Polis telsizim var demiyor da… Yoksa aranızda, bir köstebek mi var? Güneş Komiserim. Neler oluyor burada? Bu kaçıncı kardeşim? Niye kimse bir şey konuşmuyor?”

Güneş Komiser doktora doğru dönerek başıyla Muzaffer’i işaret etti. “Elimizde dört ceset vardı, bununla beraber beş oldu fakat henüz Adli Tıptan bir sonuç çıkmadı savcım…”

Savcı maktulü ceset torbasına tıkmaya çalışan ekibe tehditkâr şekilde seslenerek “En kısa zamanda sonuçları Güneş Komisere ulaştırın. Artık sonuç almak istiyorum. Bu meydanda gördüğümüz son intihar olsun” dedi. Bakışlarını Güneş Komisere çevirerek, “Senin elinde ne var?” diye sordu.

“Mobeselerden, diğer dükkânlardan, işyeri kameralarından bir şey çıkmıyor savcım. Mobeseler intiharcı meydana gelene kadar çayır çimen gösteriyor, intiharcı meydana gelip kendisini yakmaya başlayınca onlar da çalışmaya başlıyor. Tek bu da değil, aynı zamanda sanki bütün dünyanın görmesi için Instegramdan ve bağlı diğer uygulamalardan canlı yayına geçiliyor. Bir de orada bulunan bazı dengesizler de ellerinde telefon; ya canlı yayına geçiyorlar ya da selfi çekiyorlar böylece izlenme oranları tavan yapıyor…”

Savcı kısa bıyıklarını alt dişleriyle kemirmeye başlamıştı.

“Şimdi biz bunlara ne diyelim? Ne oluyor bu insanlara Güneş Komiserim? Bu nasıl bir yozlaşmadır, nasıl bir ahlak yapısına büründük biz?”

“Rüzgâr’a katılmamak mümkün değil, seri intihar olayına tanık oluyoruz. Çok da emin olmamakla beraber, sanki bu insanlar intihara sürükleniyor gibi savcım…”

“İyi de nasıl? Niye? Bul bana artık, yukarıdan büyük bir baskı var” derken gözlerini Rüzgâr’a dikmişti.

Güneş Komiser başını yere eğdi, içinden okkalı bir küfür de sayın savcıya ve yukarıdakilere gitti. “Yahu insanlar acı çekerek kızarmış tavuk gibi haykırıp canlarına kıyıyorlar! Bunun derdi yukarı olmuş, yukarının derdi ne bilinmez.”

Ekibi toplayıp emniyete döndüklerinde saat 16.05’i gösteriyordu. Küçük kasvetli toplantı salonunda oval masanın başında on iki eleman oturmuştu. Güneş Komiser ayakta toplantıyı yönetmek için ilçe emniyet müdürünü bekliyordu. Beyaz tahtada maktullerin hem önceki halleri hem de yanmış görsellerinin altlarında da isimleri yazıyordu. Lcd tv’nin ekranından bedenlere ait onlarca fotoğraf akıp gidiyordu.

Emniyet müdürü odaya sert bir giriş yaptı. İlk gözüne çarpan kapalı pencerelerin odayı iyice havasız bırakmasıydı. Yuvarlak küçük ağzını tam açacaktı ki Volkan leb demeden leblebiyi anlamış, üç camdan ikisini açarak yağmurda ıslanan ikindi güneşinin cılız ışıklarını içeriye almıştı bile.

“Elimizde ne var Komiserim?” demişti ki iki tıklamadan sonra iri yarı bir polis memuru içeriye girdi. Elinde Adli Tıptan getirdiği raporu masaya bıraktı. Volkan gelen raporun çoğaltılan sayfalarını masadakilere dağıttı. Bir raporu da Güneş Komiser aldı.

“Bu rapora göre maktullerin, kimlik bilgileri DNA’larıyla tutuyor.” Raporun sayfalarını çevirirken dikkatini çeken paragrafı arkadaşlarına göstermek için, “Üçüncü sayfanın son paragrafını okuyorum. Dört maktulün de kanlarında yüksek miktarda Met amfetamin bulunmuş; sentetik uyuşturucu. Ayrıca bu kişilerin ortak bir noktası da hepsinde depresyon hastalarında kullanılan ilaçların içinde bol miktarda bulunan serotonine yine yüksek miktarda rastlanmış; mutluluk hormonu…”

Müdür avuçlarını ovalayarak söze girdi. “Yani o zaman bu arkadaşların hepsi bağımlı, depresif ve mutlu kişiler mi? Onun için mi Batıkent meydanında kendilerini yakıyorlar? İntihar deyip dosyayı kapatalım mı? Vallahi benim işime gelir. Başka bir müdür olsa inanın öyle yapardı. Ama bizim bir Baş komiserimiz var, evlere şenlik! Bu işin içinde başka bir şey var diye tutturdu. Öyle değil mi Güneş Komiserim?”

Güneş Komiser onu hiç duymamış gibi devam etti. “Müdürüm, ayrıca maktullerin kanında uyku ilaçları yapımında kullanılan Benzodiapezin maddesi de bulunmuş. Müdür kafasını iki elinin içine alarak ‘’Elli küsur yaşındayım böyle bir vakaya tanık olmadım, insanların kanında alkol hariç her madde var’’ Güneş olaya hâkimiyetini sağlamak için‘’Müdürüm sizi anlıyorum, inanın ki ilk intiharda ben de sizin gibi düşündüm. Ta ki mobese kameralarının, maktulün oraya gelene kadar çayır çimen…”

Ekipten Mete atıldı. “Hatta otlayan inekleri göstermesi…” deyince Güneş’in ve Müdürün sert gözleriyle karşılaşmamak için kafasını yere eğdi. Diğer elemanlar sırıtmamak için yanaklarını ısırıyorlardı.

Güneş devam etti. “Aynı zamanda internette canlı olarak yayınlanması da cabasıydı. Diğer maktullerde de aynı yöntem devam etti…”

“Yani ne diyorsun Komiserim, bir kırıcı, bir eczacı ve bir seri katille mi uğraşıyoruz?”

“Öyle gözüküyor, lakin intihara teşvik etmek, intihara hazırlamak da taksirle ya da kasten adam öldürmeye giriyor. Anlaşılan katilimizin elinden her iş geliyor veya ekip olarak çalışıyorlar.”

“Maktul kendini yakmaya başladığı anda kimin canlı yayına geçtiğini çözebilirsek, belki katile ya da ona yardımcı olan kişileri bulabiliriz.” dedi ekipten Semra.

Müdür atıldı. “Bu bilişimciler ne yapıyorlar kardeşim, çağırın oradan Emre Komiseri…”

Masanın arkalarında oturan Emre Komiser, tiz bir sesle, “Ben buradayım müdürüm.” dedi.

Müdür arka tarafa döndü. “E oğlum, madem buradasın, niye sesin çıkmıyor? Nedir durumlar anlat bakalım?”

“Bağlandığı sunucular sürekli değişiyor, biz birini kapatırken yenisi açılıyor. Açılan sunucular genelde yurtdışından oluyor. Mobeselere gelince emniyetin kameralarını kontrol eden bilgisayarlar her seferinde uzaktan kod yürütülerek ürün yazılımı savunmasız bırakılıyor.”

“O zaman yazılımı değiştirin…”

“Denedik müdürüm, her seferinde yeni yazılım hackleniyor.”

Müdür salondan çıktığı zaman tüm ekip bilgisayarların başında, o yangın günlerinin videolarını tekrar tekrar izlemeye başladı. On iki kişilik ekip ikişerli gruplara ayrıldı. Her ekip bir maktulü araştıracaktı. Sona kalan bilişim ekibi ise bilgisayardan bu kişilere ait uygulamaları inceleyecekti, son maktulün kimliği henüz belirlenememişti.

Güneş Komiser ilerleyen saate baktıktan sonra, ellerini çırptı. “Haydi, hanımlar beyler, bugünlük bu kadar yeter, yarın görüşürüz.”

Gök gri clio’usuna bindi, ellerini direksiyona koydu, baba yadigârı arabası manüeldi. Bu zamanda manüel araba bulmak Hint kumaşı bulmak gibi bir şeydi. Güneş’in kıymetlisi direksiyonu okşarcasına çevirdi.

Eve gitmek için ana yola yönelmişti ki aniden direksiyonu kırarak U dönüşü yaptı. Birkaç kilometre sonra Batıkent meydanında son maktulün yandığı yeri izlerken buldu kendini. Sarı şeritle çevrelenen bölümün ortasında yağmurdan silinmiş tebeşir izleri hâlâ oradaymış gibi canlı kanlıydı. Üç erkek iki kadın, ayın başından beri beş intihar. Peki, neden burası, bu meydanın özelliği neydi? Epey sonra bir kafeteryadan demli bir çay söyleyip kapı önündeki ahşap sandalyeye oturdu.  Çay getiren garson, “Bugün burada çok kötü şeyler oldu, kadının biri kendini yaktı.” diye söze girdi.

Güneş meraklı garsona şöyle bir baktıktan sonra garsona, “Kadını ilk ne zaman gördün?” derken şimdiye kadar sorgulananlar arasında bu genci görmediğini fark etti.

“Abla ben akşamları geliyorum, internetten izledim diğerleri gibi…”

“Nasıl denk geliyorsun?”

“Telefonuma ATEŞ TAN…’’ içeriden gelen ‘’Savaş hemen buraya gel’’ komutuyla cümlesi yarım kaldı. Güneş ”  Emre komiserin dediği’’ gibi  diye düşündü.

Birkaç gün sonra İlçe Emniyetin üçüncü katındaki bir öncekinden daha ferah toplantı salonunda oturmuşlardı; ellerinde yeni bilgilerle karşılaştırma yapıyorlardı. Güneş Komiser toplanan bilgilerin ortak noktalarını belirtecekti. Müdür gelip oturunca toplantı başladı. Ölenlerin hiçbirisi bağımlı değildi. İçlerinden sadece biri hayatının bir döneminde depresyon ilacı kullanmış ve ölmeden bir yıl önce de bırakmıştı. “Birinci maktul Oğuz, içlerinde en genci, yirmi iki yaşında üniversite öğrencisi; ikinci maktul Recep, yirmi altı yaşında inşaat işçisi; üçüncü maktul otuz dört yaşında Berna, bir mağazada kasiyerlik yapıyormuş bekâr,   annesiyle yaşıyormuş. Bir dönem depresyon ilacı kullanmış, sonraki yıllarda bırakmış. Dördüncü maktul Mert garsonmuş, kırk yaşında,  hatta meydandaki Ortam Lokantasında on iki yıldır çalışıyormuş ve beşinci maktulümüz Angela…

Kapı çalınmıştı, evrak işlerine bakan iri memur elinde bir dosyayla salona girdi.

Müdür “Tam zamanında geldin’’ diyerek ellerini ovuşturdu.

“Son maktulün kimlik bilgileri efendim.” dedi memur.

Güneş Komiser elindeki bilgileri gözden geçirirken ölen kadının Ankara’da yaşamadığını, nüfusa kayıtlı olduğu yeri okurken çok şaşırmıştı. “Adının Angela olduğu anlaşılan kadın, Kanada vatandaşıymış.” dedi salondakilere. Güneş Komiser alnına düşen siyah kâküllerini eliyle geri itse de onlar tüm inatçılığıyla büyük gözlerini kapatmak istiyordu.

“Angela Cage, daha dün İstanbul’dan Ankara’ya gece 02 uçağıyla inmiş.”

“Allah Allah!” diye söylendi Müdür.

Güneş devam etti. “Üç gün önce de İstanbul’a gelmiş, bekâr bir anne, iki oğlu var.”

Ekiptekilerden Çınar, “Yani kendini yakmak için taa Kanada’dan buraya mı gelmiş?” dedi.

Salondaki herkes ölüm sessizliğine bürünmüştü. O sessizliği bölen yine Güneş Komiser oldu. “Angela ile ilgili daha fazla bilgiye ihtiyacımız var”

Toplantı gece 11’e kadar sürdü. Toplantıdan çıkan herkes uykusuz, yorgun ve bitkindi. Müdür, “Şimdi gidin dinlenin, sabah herkesi burada dinç olarak bekliyorum” dedi.

***

Umut babasının arkasındaydı. Adam büyülenmiş gibi kendisini adım adım takip eden çocuğu görmüyordu. Uzun bir yürüyüşten sonra parkın birinde bulduğu banka çöken babası kendi kendine söyleniyordu hatta mevzu ne ise el kol hareketleriyle yine kendisine hararetli bir şeyler anlatıyor kendini ikna etmeye çalışıyordu. Bu kavga kaç dakika saat kaç sürmüştü bilmiyordu. Babası tekrar kalktığında o da ayaklandı. Batıkent meydanına vardıklarında babasının önceden çalıştığı kafeteryaya girdiğini gördü. Kısa bir beklemeden sonra adam çıktı, meydanın ortasına geldiğinde durdu, elinde tuttuğu bidonu başından aşağıya dökmeye başladı.  Umut bunun ne anlama geldiğini fark edene kadar o, çakmağı çakmıştı.

“Yapma baba! Hayır, baba yapma!” dediğinde çok geç kalmıştı. Babasının gözbebeklerinde, kendisini alevler içinde yanarken buldu. Babasından daha fazla acıyordu her hücresi, lakin babası hiç acı çekmeden sadece evladına kilitlenmişti ve ağlıyordu alevler içinde.   Her yer ateş, her yer yangındı. Etraftakiler babasını izlemek için toplanmıştı. Bazıları canlı yayın açmışlardı, bir çift ve bir genç selfi çekiliyordu. Umut ise dizlerinin üstüne çökmüş, acıdan beslenenlerin resimlerini kafasına desen desen çizmişti.

Güneş Clio’suna bindiğinde gözünün önünde olup da neyi kaçırdığını düşünüyor, dilinin ucundaymış ama bir türlü gelmeyen kelimeleri yerine oturtmaya çalışıyordu… Anahtarı çevirdi. Anahtar kelime neydi?

Umut artık sona gelmişti; polisin nefesini ensesinde hissediyordu. Onları uzaktan izlemişti Güneş komiserin peşini bırakmayacağını, onun siciline ulaştığında anlamıştı. Zaten onun da umurunda değildi yakalanmak bugün her şey bitecekti. Küllerle örtülü korkularını ancak bu şekilde yenebilirdi.

Babası yanarken selfi çeken çifti bulmuştu, adam salgında hayatını kaybetmiş, kadın ise tek çocuğuyla yaşam mücadelesi veriyordu. Kadınla parkta tanışmışlar, abla kardeş olmuşlardı. Arada sırada oturup dertleşiyor, birer bardak çay içiyorlardı. O gün sabah Umut, abla dediği Gözde’ye mesaj atmış, “Çok hastayım.” demişti. Kadın ısrarla konum istemişti. Dudaklarında şizofrenik bir gülümsemeyle konumu göndermişti. Kadın kapıyı çalmış, ses gelmeyince içeri girmişti. Üçlü koltukta yatan Umut’un yanına vardığında elini başına götürdü, hızla yerinden doğrulan Umut, elinde tuttuğu şırıngayı kadının kalçasına batırdı.

Yarı baygın hale gelen kadına 1000 mg’lık serotonini kolundan zerk etti. Bu, bir insanı delirtmeye yetecek kadar çoktu. Kadını doğrulttu, gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı “Şimdi derin bir uykudasın, senden 2020 yılının 23 Haziran gününe gitmeni istiyorum Batıkent meydanına. Ne görüyorsun?”

“Seyran kafeteryasındayız kahvaltı ediyoruz, meydanın ortasına elinde bidonla bir adam geldi. Hayır, oda nesi!Adam başından aşağı benzin döküyor, aman Allah’ım yanıyor! İbrahim bir şeyler yap! İbrahim ne selfisi, İbrahim kendine gel, adam yanıyor!

Umut duyduklarına inanamıyordu, demek ki kadın istememişti,abla dedi Umut’’ Bir oğlun var ya hani, o da seni anacak benim gibi. ’’Derken o küçük çocuk canlandı gözünde. Babası zaten ölmüştü, şimdi annesizde kalacaktı onu omuzlarında taşıyacak hiç kimsesi olmayacaktı.

”Umut birden,  anı çukurunda buldu kendini, beyaz pelerinli çocuk, babasının tabanları üzerinde ellerini yumruk yapmış bir Süpermen edasıyla kötüleri kovalıyordu, dilinde kahramanıyla alakasız bir mani ’’Leylek leylek havada,  yumurtası tavada ha ha ha’’

Gerçekliğe geri döndüğünde, Gözde hala bön bön bakıyordu dudaklarındaki gülümsemeyi silmek istediği besbelliydi.

“Abla üçe kadar saydıktan sonra uyanacaksın. Seninle beraber gideceğimiz yerde yanında duran kırmızı bidonu alacaksın ve tıpkı meydanda şahit olduğun o adam gibi kendini yakacaksın.

Güneş eve vardığında saat gece yarısını geçmişti, üstünü bile çıkarmadan kendini yüzüstü yatağa attı. Aklında elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçalamak, hatta sıcak bir duş alıp o cesetlerin kömüre dönmüş bedenlerinden kurtulup, ölüm kokan yanık küllerini aklındantemizlemek vardı bunların hiç birisini yapmadı. Yüzü yastığa yapıştıkça nefes almakta zorlanıyordu, kalbi sıkıştı ve dudaklarından Angela ismi döküldü.  Aklını kurcalayan anahtar kelime.İşte bu! “Angela.”

Yataktan hızlıca kalktı, masanın üstüne attığı dosya yığınından Angela’ya ait olan dosyayı çekti aldı. Angela, Türkiye’ye daha önce, 2020 Haziran ayında gelmişti.

Bilgisayarın başına oturdu, bir eline de telefonu aldı. Komiser Emre telefonu açtığında sesi uykulu geliyordu.

“Bana Angela’nın sosyal medyalarına girebileceğini söyle.”

“Tabii Güneş Komiserim, yalnız hatırlatmak isterim saat gece bir çeyrek…”

“Emre söylenme, benim bilgisayara da bağlan, görmek istiyorum sosyal medyasını…”

Emre bilgisayara bağlandıktan sonra, birkaç tuşa basıp hesabı kilitli olan Angela’nın Facebook’una girdi.

Güneş heyecanla,

“2020 yılını bul bana, o döneme ait resim, video, ne varsa özellikle Türkiye’de bulunduğu haziran ayını” dedi.

Emre hesapta dolaştı 28 Hazirana geldiğinde konum olarak Ankara Batıkent Meydanı gözüküyordu. İşte orada,  Angela’nın o günkü fotoğrafları videoları açılmıştı.

“Ne bu Emre? Aç aç şu videoyu. ‘’  Videoda bir adam kendine benzin döküyor, arkasından çakmağı çakmasıyla alev alıyordu. Yerde dizlerinin üstüne çökmüş, on yedi on sekiz yaşlarındaki kız çocuğu çığlık çığlığa ağlıyordu. Adam yerde sessizce çırpınırken, kamera kıza odaklanmıştı,  kızın ağlaması kesilmiş, deli bir gülüşle etrafındakileri izlemeye başlamıştı. O sadece gülüyordu.

Güneş’in tüyleri diken diken oldu. “Emre orada bulunanların hepsini araştır, kimler o zaman bu intiharı arşivlemiş, kim selfi çekmiş, kim canlı açmışsa onları bul ve benimle Emniyette buluş…” Videoya tekrar baktı. 28 Haziran 2020. Saatinin takvimine göz attı. 28 Haziran 2027…

Emniyete vardığında yolda aradığı Volkan onu bekliyordu. ‘’Kimmiş?’’ diye sordu. İstifini hiç bozmayan Volkan rahatsız koltuğa biraz daha yerleşti. Güneş ellerini masaya dayamış bilgisayarın neler döktüreceğini merakla bekliyordu.

‘’28 Haziran 2020’de Batıkent meydanında kendini yakarak hayatına son veren Bayram Sağır, evli üç çocuk babasıymış. Pandemide işsiz kalmış tek çareyi de kendini öldürmekte bulmuş. Videoda gördüğümüz kız çocuğu evin en büyük çocuğu Umut Ayşe Sağır;

Bologna Üniversitesi Psikoloji Bölümünü burslu olarak bitirmiş. Hipnotizma biliminde tezini yazmış ve bu yaşta birkaç makalesi yayımlanmış.Aynı zamanda bilgisayar yazılımları programını yine aynı üniversitenin Bilgisayar Teknolojileri Bölümünde kursiyer olarak bitirip sertifika almış.’’ Volkan’ın ağzı şaşkınlıktan bir karış açılmıştı.

“Vay be! Sen neymişsin!” Güneş onun ağzını kapatmasına yardımcı olmak için omzunu dürttü. O arada içeriye Emre komiser girdi, elinde pek de kalın olmayan bir dosya vardı. Söyleyecekleri dilinde kayıtlıydı zaten.

“Güneş Komiserim, dediğiniz gibi kurbanlarımızın hepsi oradaymış, o intiharı çekip sosyal medyada paylaşan insanlar imiş.”

Güneş heyecanla ve biraz da korkarak sordu.

‘’Sormaya korkuyorum, kalan var mı?” Emre komiser elindeki dosyanın sayfalarını hızlıca çevirdi. Sayfada takılı kalan gözlerini hiç çekmeden kısık sesle,

“Gözde Arabacı ve eşi İbrahim Arabacı yalnız İbrahim Bey üç sene önce bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş.’’

“Peki, Gözde Hanım nerede?”

“Adresini buldum, kayınvalidesiyle Eryaman’da yaşıyormuş.”

“Haydi, gidelim o zaman…”

Volkan, Emre’ye takılarak, yolu görebilecek misin? O kadar mavi ışığa bakıyorsun ki doğal gece karanlığı seni boğabilir’’

Yol gittikçe gün ağarıyordu. Gözde’nin üstüne kayıtlı telefon cevap vermiyordu. Emre çoktan yer bildirimi için telefon numarasını bilişime vermişti, sonuç çıkardı şimdi. Ama Umut Ayşe’nin bunu düşüneceğine de yüzde yüz emindi. Kayınvalidesine telefonla ulaşamamışlardı. İlçe Emniyet Müdürünün de içinde bulunduğu bir ekip de Umut Ayşe Sağır’ın evine doğru yola çıkmıştı.

Alacakaranlıktı; Evden çıktıklarında yağmur atıştırmaya başlamıştı.  Atlantis Avm’nin önünde durduklarında özel güvenlikçi onları karşılamıştı. Personel girişini açtı, Umut’a hasretle sarıldıktan sonra sırtını sıvazladı.

‘’Bu son mu?’’ Umut başını salladı ‘’Bu son amca.’’ Güvenlikçi Gözde’ye baktı, o hipnotize mi olmuştu, efsunlanmış mıydı? Bunun için kafasını yormayacaktı. Gözde gülümseyerek kapıdan girdi, merdivenleri tırmanmaya başladı. Dünya dönüyordu, zihni karman çormandı.  Ateş Tanrıçasının bir neferiydi o.

Umut meydanın polisler tarafından kapatılacağını öngörmüştü onun için bu sefer planında değişiklik yapmıştı. Şu anda polisler evini dağıtıyorlardı ilaçları bulmuşlardı, bilgisayar bağlantılarını çözmüşlerdi ve her yerde Umut’u arıyorlardı. Telsizden Güneş komiseri dinledi.

Güneş Komiser Gözde’nin evinde aradığını bulamayacağını biliyordu. Telsize sarıldı ‘’Bütün birimler DİKKAT Batıkent meydanına çıkan tüm yollar kapatılsın,  hiç kimse meydana girmeyecek ve çıkmayacak ne araç ne de bir insan’’

Sabah saat 10 u geçiyordu, saatlerdir bekliyorlardı ne gelen vardı ne de geçen. Umut ne planlıyordu ah bir bilebilse onun kafasını okuyabilse, kafasının nasıl çalıştığını ne tür bir manyak olduğunu bilse ne güzel olurdu. Adli tıpçıdan aldıkları bilgiler doğrultusunda psikopat ya da sosyopat olma ihtimali çok yüksekti. Belki sadece canı yanan küçük bir kız çocuğu idi.

Yağmur şiddetini artırmıştı gökyüzü çıldırmış gibi gürleyip etrafa şimşeklerini atıyordu. Umut kulaklarını kapattı başını dizlerine yatırdı. Karşısında dizlerini karnına çekmiş sırıtarak oturan Gözde’ye baktı. Uzun uzun Anka kuşunun o muhteşem dönüşümünü düşündü.  Birden doğrulduvakti azalan bir kelebek gibi sabırsızca sordu.

‘’Az önce sana söylediklerimi hatırlıyorsun değil mi? Ben saydıktan hemen sonra uyanacaksın’’

BİR… İKİ… ÜÇ…!

Kalktı başından aşağıya benzini döktü.

Ne mobeseler ne kameralar kesilmişti, ne selfi çeken vardı ne canlı yayın açan. Atlantis’in terasından meydanın ortasına şimşeklerle beraber bir ateş kütlesi düştü.

O anda meydanda ki bütün tabelalarda ve dev ekranında bir cümle belirdi.

Güneş komiser yere düşene kadar yarı yanmış maktulün yanına gitti. Çok geçti kurtaramamışlardı.

Polisler koşturarak avm’ye girdiler, Gözde omuzlarında bir battaniye elinde oğlunun resmi merdivenlerin başında oturmuş gülümseyerek polisleri karşılıyordu.

Güneş Komiser, bir maktule bir de dev ekrandaki yazıya baktı.

“Kahraman babama yakışır bir evlat oldum, o Ateş Tanrısı  Hephaistos’du, ben de Ateş Tanrıçası  Hestia…”

 

 

 

Zeynep Güneş
Zeynep Güneş
Zeynep Mete Ucak kimdir? Yazı Atölyesi Yazarı... İlgi çekici kurgular, Akıcı bir dil. Kendinizi kaptıracağınız, başından itibaren merak uyandıracak çarpıcı hikayeler...sürükleyen öyküler ve halka şiirler yazan Realist, farklı, muhalif Şiir ve Öykü Yazarı
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.