ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Günün Hikayesi | Anjel | Bedros Dağlıyan

Günün Hikayesi | Anjel | Bedros Dağlıyan

 Levon usta, dükkânının önünde yorgunluk çıkarıyordu. Dükkânın loşluğundan tamir edilen, yeni yapılan paytonlar, yaylılar, tek atlı landonlar görünüyordu. Dipte samanlığın içine uzanmış atların kokusu dışarıya dek geliyordu. Bu kokuyu ne çok seviyordu.  Dükkânın üstündeki evinden eşi Lusia’nın gönderdiği çayı içerken zevkten dört köşeydi. Hoş bu yorgunluğunu alan demli kaçak çay her zaman evden gelmezdi ya… Bazı zamanlar eşi kendileri misafirleriyle içerken ona da gönderirdi işte… İleride neşeyle zıplayan kızına uzunca bir süre baktı. Sevgi doluydu. İşleri yoğun ve yıpratıcıydı.

Karne günlerinin zor zamanlarını yaşıyorlardı. Oğlu Avedis’de asker olduğundan evin yükü kendi omzundaydı.  Dört yıl geçmesine geçerdi de, onu bir de annesi Lusia’ya sorsalardı… Yollarda Nafia askeri olarak çalışan oğlunu düşününce içi acıdı. Çay dolu demliği getiren karısıyla kaç yıldır evliydi sahi…

O melun zamanın üzerinden yıllar geçmişti, ama dün gibi aklındaydı işte… Zaten ne vakit çıkıyordu ki… Tokat nere, Diyarbakır nere? Elazığ, Malatya, Ergani derken ta Diyarbakır’a dek gelmişti. Hiçbir yerde rahat etmemişti. Her yer, her memleket ona dar gelmiş; gittiği her şehirde kaybettiği annesini, kız kardeşini ve evlenip yuva kurduğu hamile eşini aramıştı. Sırf bu yüzden askerden firar etmiş o sırada sürgüne gönderilen ailesini bulmaya çalışmıştı. Yıllarca oradan oraya dolaşırken hep kayıplarını bulmayı düşlemişti. Tam ümidini kırdığı bir zaman kaderine razı olup, Malatya’da atların kaşağıdan kalan artıklarını temizlemek için atkuyruğundan Gebre ördürdüğü evlerden birinde kendi de öksüz ve yetim kalan Lusia’yı görmüş ve hemen kararını verip onunla evlenmişti. Sessiz, sakin ve çalışkan bir kadındı. Diyarbakır’ın yerli aileleri dışarıdan gelen bu aileyi çok sevmiş, onları aralarına kabul etmişti.

Şimdi dışarıda neşeyle koşturan kızına sevgiyle bakarken hem şükrediyor hem de kayıplarını bir kez daha anıyordu. Sarı saçları, mavi gözleriyle nasıl da güzeldi kızı. Bir kızı ve oğlu daha vardı. Oğlu Avedis bu sıra askerdeydi. Onun yokluğunu o kadar fazla hissediyordu ki… Gözlerine dolan yaşı elinin tersiyle silip, her gün onun için ağlayan karısını düşündü. Diğer kızı Vartanuş tıpkı Lusia’ya benziyordu. Oğlu da boylu poslu yakışıklı bir civandı. Anjel’se deli dolu, zeki ve neşeli bir kızdı. Gün içinde o kadar çok soru sorardı ki, cevaplamaktan yorulurdu. Bu ara Anjel’in en fazla sorduğu okula ne vakit kaydolacağıydı. Her defasında bir şeyler bulup atlatıyordu da ne zamana dek kaçacaktı. Diyemiyordu ki:

– Kızım sen güzel bir kızsın. Seni okula yazdırmak bir şey değil de, gözümden bile sakınırken sokağa nasıl bırakacağım. Ya kaçırırlarsa. Olmayan bir durum değil ki… Gittiği her şehirde birçok vakaya şahit olmuştu. Sırf bu yüzden nüfusunu bile çıkartmamıştı ki okula gidemesin… Yoksa cahil bir adam değildi. Kızı daha okula gitmeden okumayı sökmüştü bile…

Tıp okuduğu yıllar geldi aklına. On beşleri askere aldıklarında onu da askere almışlardı. Bir daha da okula dönememişti. Zaten ardından gelen Ermeni sürgünü ve seferberlik yılları bu işe tuz biber ekmişti. O kırımdan o kadar az kişi kurtulmuştu ki, okul ne…

Anjel aklına gelmiş olacak ki, oyundan başını kaldırıp babasının dizlerinin dibine çöktü.

– Baba, hani beni okula yazdıracaktın.

– Yazdıracağım kızım. Zaten Milli Eğitim Müdürü benim arkadaşım. Ona da söyledim haber bekliyorum. Haber gelsin hemen yazdıracağım.

Yine yalan atmıştı. Nereden arkadaşı olacaktı ki. Bir iki kez fayton için dükkâna gelmişti. Bir çay içimi zaman içinde sohbet etmişlerdi, olup olacağı o kadardı.  Çocuktur nasılsa unutur gider diye düşünüyordu. Anjel’se hiç unutmadan sürekli cevap bekliyordu.

Evleri Saraykapı’sı civarındaydı. İçinde cezaevi ve devlet dairelerinin de bulunduğu iç saray bölgesinden yüksek memurlar İzzet Paşa caddesinden her gün faytonlarıyla geçerlerdi. Biri Anjel’e ‘bak bu geçen adam Milli Eğitim Müdürüdür,’ deyince Anjel gururlanarak o babamın arkadaşıdır, deyiveriyordu.

Bir sabah Anjel sabah er vakit kapının önünden geçen faytonlara dikkatle bakmaya başladı. Her zaman oynayan kız oynamadan faytonların gelip gidişine bakıyordu. Tam Milli Eğitim Müdürünün faytonu geçerken arabanın önüne atlayıverdi. Faytoncu güç bela durdurduğu faytondan inerek kızı sarsmaya başladı.

– Altında kalacaktın kız. Benim başıma belasan!

Anjel hiç çekinmeden Müdür Bey siz babamın arkadaşıymışsınız. Beni okula yazdıracaktın ne oldu? Seni gidi yalancı! Adam meraklanarak faytoncuya kızı arabaya çıkartmasını söyledi.

– Kızım senin baban kim? Kimlerdendir? Anjel, babasının adını bir çırpıda söyledi.

– Babamın adı Levon. Bak, bu dükkân babamın. Adam faytonlarını yapan Levon ustayı anımsadı. Gel kızım diyerek yanına aldı Anjel’i… Faytoncuya da Ziya Gök Alp İlkokuluna sürmesini söyledi. Okul Müdürünün odasına çıktılar. Adam okul müdürüne dönerek:

– Bu kızın babasını derhal bulun. Hemen okula kaydını sağlayın. Zannedersem kızın nüfusu da yok. Onu da benim gönderdiğimi söyleyerek Nüfus memuruna çıkarttırın. Yarından tezi yok kızın ihtiyaçlarını idareden karşılayıp derhal okula kaydını başlatın.

Levon usta, ertesi gün gelen okul müdürünün anlattıklarını dinleyince şaşırdı, ama kızı adına da oldukça gururlandı. Akşam evde anlatırlarken hepsi birden kahkahalarla güldüler. Anjel, ertesi gün okula başladı; siyah önlüğünü giymiş, beyaz yakası boynunda, başında kurdelesi dalgalanırken nasıl da sevinçliydi.

 

Kaynakça: Halkın Nabzı Gazetesi

 

 

Bedros Dağlıyan
Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.