Dolar 34,2472
Euro 37,2958
Altın 2.937,17
BİST 8.860,30
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 30 °C
Açık

Günah Benim Kime ne / Özlem Altıparmak

Günah Benim Kime ne / Özlem Altıparmak

Bir Cesur Kadın, Müzeyyen Senar: Günah Benim, Kime Ne?

Hiç unutmam, bir akşam söylediği şarkıyı bitirince, annem bana dönüp “Müzeyyen Senar hem sahnede şarkı söyler hem de rakısını içermiş, sonra da rakı bardağını şöyle atıp kırarmış” demişti…
Kadın, yani hem de bir kadın, inanılmaz bir şey yapıyordu. Rakı içiyordu ve üstüne üstlük rakı bardağını öylece atıp gidiyordu. Ne kadar korkusuz diye düşünmüştüm.

1970’lerde doğmuş çocuklardanım ben. Salonunda siyah beyaz ekranlı televizyonu olup, çalışmayan düğmesine bir kibrit çöpü sokulduğunda ilk günkü gibi çalışan ve yukarından sert bir yumruk yediğinde, aklı başına gelip görüntüsü düzelen o televizyonların ekranlarında kalmıştır bizim biraz çocukluğumuz. Gazinolara gidecek kadar şanslı olamasak da, televizyonlarımızda çıkan şarkıcıların her bir ifadesine dalıp gitmişizdir o yıllarda. Sanki o şarkılar akşam yemeğinin ardından açılmış bir televizyonda değil de, evimizin içinde ve hatta salonumuzda söylenmiştir bizim.

Bazı şarkıcıların bakışlarını, mimiklerini ve hatta söylerken kafasını ne zaman sola çevireceğini ezbere biliriz. Mesela ben çocukken, Erol Evgin çıktığında televizyona, adeta kilitlenirdim. Sanki yeterince yaklaşabilsem televizyona, Erol Evgin televizyon ekranından elini uzatıp usulca kafamı okşayacak gibi söylerdi o şarkıları. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor” diye öyle içten söyler ve hüzünlenirdim ki, çocuk yüreğime o hüzünler nasıl sığarmış, şimdi düşündükçe şaşıyorum. İşte bu nameleri ve sözleri sadece salonumuza değil, içimizde bir yerlere aldığımız için o şarkılar kalbimize işledi bizim ve oralarda bir yerlerde hep kaldı. Kırk yıl sonra bile, çocukluğumda sevdiğim bir şarkıyı duyuversem, yıllar önceye gider ve salonumuzda televizyonun önündeki halının üzerinde otururken bulurum kendimi, gözlerim bazen nedensizce doluverir.

Daha ilkokula bile gitmezken, evimizin salonunda sahne alan ve ekranımızda ağırladığımız kadın solistlerden biri de Müzeyyen Senar’dı bizim. Nasıl bir güzel sesti öyle. Hiç unutmam; bir akşam söylediği şarkı bitirince, annem bana dönüp “Müzeyyen Senar hem sahnede şarkı söyler hem de rakısını içermiş, sonra da rakı bardağını şöyle atıp kırarmış” demişti, canlandırmasını da yaparak. İnanamamıştım. Kadın, yani hem de bir kadın, inanılmaz bir şey yapıyordu. Rakı içiyordu ve üstüne üstlük rakı bardağını öylece atıp gidiyordu. Ne kadar korkusuz diye düşünmüştüm. Omuzlarını şöyle açıp, göğsünü gere gere şarkı söylerdi Müzeyyen Senar. Sadece şarkı söylemezdi, çocuk aklımla tehlikeli şeyler yapan, bir değişik kahraman kadındı Müzeyyen Senar benim için. İlkokula yeni başlamış bir küçük kız çocuğu, ne zaman öğrenir ki rakının erkek ellerine ait olduğunu? Ve bizi cinsiyetlerimizin toplumsal algısına hapseden tüm bu kodlar ve normlar, tıpkı bir şarkının hüznü gibi ne zaman içimize işler ve hep orada kalır?…

Yıllar sonra Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” filminde gördüm kahraman kadınım Müzeyyen Senar’ı. Elinde bir rakı bardağı, hafif sallanarak, sürmeli gözlerini kocaman açmış ve sadece gözümüze bakarak değil, yüreğimizin ta dibine bakarak bütün ihtişamıyla söylüyordu:

“Sofular haram demişler bu aşkın şarabına

Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne

Haydar Haydar, günah benim kime ne”

Şarkı bitince, işte o an geliyor ve Müzeyyen Senar rakı bardağını bir damlasını bile dökmeden eliyle çevirip çevirip, bir dikişte içiyor ve bardağı fırlatıp atıyordu; öfkesizce sanki bırakıverir gibi. Bununla da yetinmeyip filmin sonundaki röportajın sonunda, bir elmayı ikiye bölüp röportaj yapana uzatıyordu. İşte benim kahraman kadınım buydu, karşımdaydı. Sinemanın koltuğunda gözlerim dolu dolu izlemiştim. Dün ölüm haberini alınca, içimde bir yer koptu sanki, ayrı bir üzüldüm. Çok güzel ve cesur bir kadını kaybettik biz. Bu topraklarda cesur kadın kolay yetişmiyor, hele de yüreğimize namelerini akıtan ve rakı bardağı eline bu kadar güzel yakışan, o bardağı pervasızca bu kadar güzel sallayabilen bir kadın hiç kolay yetişmiyor.

Kadınlığımıza ve bedenimize yönelik saldırıların aymazlaşıp, sınır ve izan tanımadığı bir dönemden geçiyoruz. “Eşitliğe ters” fıtratımızı, nasıl iffetli kadınlar olacağımızı, çocuk doğurup doğurmayacağımızı, -hadi doğurduk diyelim- kaç çocuk yapacağımızı hiç durmadan yüzümüze haykırıyorlar. Ataerkil sistem yeniden ve yeniden kendini üretiyor ve gün geçtikçe güçleniyor. Boğuluyormuş gibi hissediyorum. Televizyonlarda bu haykırışlar devam ederken, bir adam çıkıp meclise dilekçe veriyor ve bekar erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere ödenek verilmesini talep edebiliyor. Ve dahi utanmadan gazetelere poz verebiliyor. Karısını otuz beş kere bıçaklayıp öldüren adam, bir değil, iki değil, tam otuzbeş kere yüreklerimize korkuyu salıyor. Tüm bunlar hayatımızda bir şekilde giriyor ve “normal”leşiyor. Oysa biz biliyoruz ki “Kadınların ve kızların bedenleri demokrasinin sınırlarını belirler. Zillah Eisenstein”

Velhasıl siz haykırıp durun beyler; daha küçücükken, “tüm kötülüklerin anasını” elinde korkusuzca çevirmiş bir kadının, Müzeyyen Senar’ın sesi kaçtı içimize bizim. Bazen kekelesek de, azıcık bir melodi duyduk mu hiç teklemeden “Günah benim, kime ne” demesini de biliriz biz. Hem de gözünüzün içine baka baka, ta yürekten…

Bu topraklardan bir Müzeyyen Senar geçti. Güzel ve cesur bir kadın değdi hayatlarımıza. Çocukluğumun korkusuzu ve kahraman kadınıydı. Bizi bizden alıp götüren, o güzel sesiyle yaşasın…


Özlem Altıparmak

Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz.   http://yaziatolyesi.com/   Editör: Hatice Elveren Peköz   Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com   GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.