Gölgelerdeki Anılar | Mehmet Özcan Yasdıbaş
– Peki, ya gölgelere sığınan anılar ne olacak?
– Bilmem, onları hiç düşünmedim. Ben, yarını da düşünmedim ki… bugünün tek gerçek olduğuna inanırım.
– Her şey geride kalınca sen, sadece bugünü mü var sayıyorsun? Bu nasıl bir hayat kurmacası? Lütfen, kendine artık bazı şeyleri itiraf et.
– Ne? Neyi itiraf edeyim?
– Birincisi, dün dediğimiz ve dünde yaşadıklarımız zaten o anın “bugünü”ydü o zaman ne bugün ne de yarın asla planlanmadan yaşanamaz. İkincisi, hatırladıklarım ve hatırladıkların var; binlerce saatin, unutulmaz günlerin varken sadece bugüne bağladığın bir hayat nasıl olur, bunu düşün. Üçüncüsü, aramızda olan ne varsa gerçekti ve her anına can verecek kadar değer kıldığın o günlerimiz neden şimdi hiç yaşanmamış olsun, bu kadar basit mi yaşadıklarımıza anlamsız, belirsiz bir hal yüklemek?
Sustu, başını öne devirip gözlerini ayakkabılarının fıstık yeşili bağcıklarına dikti. Aldığı günü hatırlamıyordu, yeni gibi durduğuna göre pek yakın bir geçmişte almış olmalıydı. Siyah üzerine fıstık yeşili bağcıklar mı cezp etmişti almasına sebep olarak yoksa fıstık yeşili bağcıkları ön plana çıkaran siyah spor ayakkabı mı?
Karşında kendisinden cevap bekleyen Kağan’a aldırmadan kafayı bağcık ve ayakkabıya yormaya, içinde bulunduğu durumun ciddiyetinden uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmaya çabalıyordu. Ayakkabıların siyah olması aslında her zaman bir tercihi değildi, onun favori renkleri genelde pembe, eflatun tonları bazen de beyazın hakim olduğu farklı renklerde tonların bulunduğu ayakkabılardı
O ara Kağan’ın” gölgelere sığınan anılar ne olacak?” cümlesi takıldı. İşte buydu mesele, gitme zamanı gelince neden kolaylıkla bu işler gerçekleşmiyor, geride vedalaşılacak bir anılar silsilesi başta geliyordu. Oysa yaşadıkları andan itibaren düne ait olan, soyutlaşan, bazı anlarıyla hafif sanrılarla zihinde canlanan ve güya en önemli vazgeçilmezleri olan anılar terk edilirken bir yer,kişi adına hep en önde zorluk çıkaran varlıklar konumundaydı.
Halbuki bir siyah üzerine fıstık yeşili tonu kadar basitçe yer eden, bir zaman dilimin kopuk ve de soyut anlarıydı her şey. Şimdi bitmişliğin ve bir birlikteliğin sadece kalıntıları olan bu anılar gölgelerden bizlere neden yön versin ki… gitmek, başlangıcı olan her güzel şeyin sonunda en kolay fark edilecek bir gerçek değil miydi? Bunu bu kadar girift hale getiren neden de anılar mıydı yoksa?
Gözlerini bu düşüncelerle Kağan’ın gözlerine dikip onda olan, bir zamanlar yaşadığı tutkulu birlikteliğin zerresini göremiyor olmasının basitçe bir söylemi olmalı, gitmek basitçe bir eylem olmalı, anılar bize mani olmamalı… cümlelerini bir çırpıda söylemeyi diledi. Kağan’ın bazı şeyleri daha söylemeden anladığı anlardaki gibi bunu da anlamasını, ayağa kalkıp başladığında tanışma tokalaşmasının bir benzerini yeniden samimiyetle yapmasını ne çok istedi. Bir işkence varsa eğer ruhen, o da şimdiydi. Kaçamak verdiği bir cevaba ne çok kafa yoracak açıklamalar getirmesi istendi, hâlbuki ağlamak yeterdi ya da buğulanmış gözlerle uzaklara dalıp vedalaşabilirlerdi. Olmadı, yapılamadı, içinde kaldı. Kağan’a bakmaktan vazgeçip yeniden gözlerini önüne dikip siyah spor ayakkabısı üzerinde yer alan fıstık yeşili bağcıklar baktı. Sağ ayağındaki bağcıklar çözülmüş, ipin iki ayrı ucu sağ ve sol tarafa, birbirinden uzağa düşmüş; aralarında ise ipin geri kalanı, ayakkabıyı bağlama yerlerinde iki ucun daha da öteye gitmesine engel olacak şekilde durduğunu görünce;
“Gölgelere sığınmış anıların” asla ayrılan iki insanı kolay kolay birinden uzaklaşacak imkânı vermeyeceğini anladı.
Mehmet Özcan Y.