Göç Dalgasının Özgün Rengi: Turunçlu / Müslüm Kabadayı
“Sabah güneş ışınları İsos Leçeliği’ni yalarken, doğanın ve kültürün güneşin turuncu renginde yüreğimi nakışladığını hissederek…”
“Coğrafya, kaderimdir.” sözü, İbni Haldun’a atfedilir ama anlam ve çağrışımları bakımından tüm insanların durumunu ifade ettiği bilinmektedir. Dolayısıyla Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayanlar, insan türünün evrimleşmesindeki önemli durakların, üst üste tabakalaşan kültürlerin ve birçok alt üst oluşların hem öznesi hem de tanığıdırlar.
Turunçlu, eski adıyla İmraniye Doğu Akdeniz’in ayasında kurulu yerleşim birimlerinden olup çok önemli tarihsel olayların gerçekleştiği İsos’un doğal ve tarihi özelliklerini bugün de yaşatmaktadır. Günümüzde Hatay’ın Erzin ilçesine bağlı bir köy olan Turunçlu, volkanik bir bölgenin, leçeliğin Akdeniz’e kavuştuğu yerdedir. Dolayısıyla tüflerin içinde çok leziz üzümlerin, dutların, eriklerin, dikenli incirlerin yetiştiği köyde yer fıstığı üretimi de gerçekleştirilmektedir. Zeytin ve az da olsa turunçgil, köyün geçim kaynaklarından sayılır.İsos harabelerini takip ederek denize dökülen Burnaz Çayı ve Akdeniz, yörede balıkçılık yapanlara geçim olanağı sağlar. Kilikya döneminde buraya yerleşen Ermenilerden kalma çeşmeler, sulama kanalları da bu coğrafyanın sulu tarıma olanak sunduğunu göstermektedir.
İşte böyle bir tarihi ve doğal ortamda yaşayan Turunçluların “Giritliler” olduğunu ilk kez, 1971-1972 Eğitim-Öğretim Yılı’nda Düziçi İlköğretmen Okulu öğrencisiyken öğrenmiştim. O zamanlar ilkokul 5. sınıftayken girdiğimiz parasız yatılı sınavında, 17 Nisan 1940’ta kurulan ve ülkemizin eğitim tarihinde emekçi halk çocuklarının eğitim-bilim-sanat-üretim alanlarında çok önemli sıçrama yapmasına zemin sağlayan Köy Enstitülerinin devamı olan bu okulu kazanmıştım. Çok yönlü eğitim ortamında 1-A Sınıfı’nda arkadaş olduğumuz ve bugüne kadar da dostluk ilişkilerimizin sürdüğü Mustafa Yıldırım’dan öğrenmiştim Girit’ten Turunçlu’ya geldiklerini. Aynı sınıftan Mustafa Doğan, üst sınıflardan Ali Aran, Ethem Baysal ve birkaç öğrencinin de bu köyden olduklarını öğrenince, okumaya önem verdiklerini düşünmüştüm. Düşünmüştüm de, böylesine ilgimi çeken Turunçlu’yu 2017’de görebildiğimi düşündüğümde “çok geç kaldığımınhüznü”nü yaşamıştım.
Ağustos 2017’de eşim Sevda ve kızımız Evin’le gittiğimiz Burnaz’da karşılaştığımız emekli öğretmen Ali Aran bizi Turunçlu’ya götürmüştü; köyün geniş meydanını gördüğümde, “Meydan kültürü olan bir yerde uygarlık da vardır,” demiştim. Yanılmadığımı, Adana’da resim öğretmenliği yapan Ali Haydar Çetin’in rehberliğinde köyü gezdiğimizde anladım. Evlerin tüf-bazalt taşlardan planlı yapılması ve avlularının geniş olması dikkatimi çekmişti. Ege adalarında ve kıyılarındaki yerleşim birimlerinde daha çarpıcı biçimde gördüğümüz üzere buradaki bahçe duvarlarının çiçeklerle donanması da estetiğe önem verdiklerini gösteriyordu. Köyün tarihi çeşmesinden beslenen kanal sularıyla bahçe ve tarlalarını sulamaları, sonradan yaptıkları büyük havuz da rençber insanlar oldukları izlenimi veriyordu. Daha sonra gittiğimiz köyün kuzeyindeki tepelerde de eski yerleşim birimleri olduğunu gösteren kalıntılar, bu yörenin ciddi bir inceleme ve arkeolojik araştırmayıhak ettiğini işaret ediyordu. Tuttuğum notları, Burnaz odaklı temel sorun çerçevesinde İskenderun’daki Ses Gazetesi’nde yayımlamıştım, ama aradan bir yıl geçmesine karşın ilgili kişi ve kurumların burayla ilgili bir çalışma başlatmamış olduklarını görmenin acısını, 1 Eylül 2018’de Turunçlu’ya ikinci gidişimde hissettim.
17 Ağustos 2018’de sevgili Yusuf Kaptan’la birlikte Erzin’e gitmiştik. Emekli öğretmen, şair ve oyuncu dostum Yusuf Kaptan’la 20 yılı aşkındır birçok edebiyat, sanat ve kültür alanlarında birçok etkinlikte, Lül başta olmak üzere birkaç dergi çalışmasında bulunmaktan mutluluk ve onur duymuştum. Ortak yanlarımızdan biri de özgün kültür damarlarını keşfetmek, bunları sözlü ve yazılı olarak başka insanlara aktarmak, hatta onlarla buluşturmak çabası… Onun espri yeteneğiyle buluşan insan ilişkilerini geliştirme ve vefalı bağlar kurma damarım, gittiğimiz yerlerde canlı bir atmosferin oluşmasını sağladığından, Erzin’e yaptığımız yolculuk da çok verimli geçti.
Erzin’de bizi konuk eden halk ozanı Irgati, gerçek adıyla Afşin’in Koçovası köyünden Aslan Sönmez ve eşi Hatice Hanım’ın içten yaklaşımlarıyla karşılaşmanın sevincini yaşadık. “Paranın saltanatı”nın insani güzel değerlerimizi çürüttüğü bir zamanda içten ve geliştirici ilişkiler kurmanın ne denli zorlaştığının farkında olarak, sermayeye boyun eğmeden alınteriyle yaşamını kazanan Aslan Sönmez’le halk ozanlığı geleneğinin güçlü olduğuAfşin’den başlayarak Erzin’e uzanan yaşam serüveni üzerine video kayıtlı söyleşi yaptık. Yusuf dostumuz da anıları ve örnekleriyle söyleşinin zenginleşmesine katkıda bulundu. Ozanımızla ilgili edindiğim bilgi ve şiirlerine dair değerlendirmemi ayrı bir yazıyla edebiyat dünyasına kazandırmayı amaçladığımı belirterek, konuyu Turunçlu’ya getirmek istiyorum. Ozan Irgati, 10 yılı aşkın Erzin’de yaşadığı halde Turunçlu’dan söz ettiğimde burayı görmediğini ve kültürüne dair de bir şey bilmediğini söyledi. Bildiklerimi paylaşınca Yusuf’un da dikkatini çekti ve bu köyü görmek, insanlarını tanımak istediklerini dile getirdiler. “En kısa zamanda” deyip ertesi gün kent merkezinde düzenlenmiş Erzin’in tarihi ve kültürel özelliklerini anlatan yapıyı incelerken tanıştığımız emekli öğretmen Mustafa Ertaç’a, Yılmaz Canatar’ı sordum. Beni şöyle bir süzüp niyetimin iyi olduğu kanısına vardıktan sonra, telefonuna sarılıp 1984’te askerdeyken tanıştığımız Yılmaz arkadaşımı aradı. Kısa süre sonra buluşup kucaklaştığımız asker arkadaşımla görüşmeyeli 34 yıl olmuştu ama sanki dün ayrılmışız gibi sıcak bir ilişki kurduk. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nden yeni emekli olan Yılmaz Canatar, milyonlarca insana büyük acılar yaşatan 12 Eylül faşizminin gazabına uğrayanlardandı. Endüstri mühendisi olduğu halde sakıncalı görülüp uzun dönem er olarak askerlik yaptırılmıştı kendisine. Kırklareli Pınarhisar’a sürgün asker olarak gittiğimde tanıştığımız Yılmaz’la hemen kaynaşmıştık. Benim not defterime günlük tuttuğumu ve askerlerin ağzından halk edebiyatı örneklerini derleyip yazdığımı görünce, “Bak kardeş, Erzin’in Mahmutlu Mahallesi’nde söylenen şu sözü anlayabilecek misin bakalım?” demişti ve ilk kez duyduğum “Br’az, appağı çorabıma hatabımın kayışının karası beleşti,” sözünü defterime yazdırmıştı. Anlamının da “Bre kız, apak çorabıma nalınımın kayışının karası bulaştı,” olduğunu açıklamıştı. 34 yıl sonra bu anımızı da tazeledik ve yeni bir dostluk ilişkisine doğru yolculuk yapmak üzere vedalaştık.
Ozan Irgati’nin şoförlüğünde Erzin İstasyonu’nu, İsos harabelerini geride bırakıp Yanıkdeğirmen’e geldiğimizde, leçelik alana doğru bakmalarını söyledim dostlarıma. Turunçlu’nun yerleşim alanını izleyerek Botaş’ın bulunduğu İncirli’ye doğru yol aldık. Bir zamanların Burnaz limanıyla temiz denizi, doğa yeşili İsos ve Doğu Çukurova’nın canlı yerleşim alanı olan yöre, 1980’li yıllardan beri fabrikaların yoğunlaştığı ve giderek kirliliğin arttığı bir alana dönüşmüş durumda. Botaş’ın limanıyla petrol ürünlerinin uluslararası sulara açıldığı İncirli’yi ilk kez görmemize vesile olan kişiyse, geçen yıl Burnaz’da tanıştığımız Kaplan Yılmaz’dı.
Turunçlular başta olmak üzere Erzin, Osmaniye ve Ceyhanlıların uzun yıllardır denize açıldıkları, yazlarını sayfiye yeri olarak geçirdikleri Burnaz’daki barınakların yıkılarak tasfiye edilmesinin acısını hissettik, Kaplan’dan olup bitenleri dinlediğimizde. Açıkça vurgulanması gerekirse, bu toprakların gerçek sahipleri olan emekçi halkın, buraların büyük şirketlere peşkeş çekilmesi nedeniyle sahillerden de uzaklaştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu acı tablo, hem korunması ve güzelleştirilmesi gereken doğanın yağmalanmasının hem de emekçi halkın kendi topraklarına da yabancılaştırılmasının bir resmi değil midir?
Yusuf Kaptan ve Aslan Sönmez dostlarımızla coğrafyasını gözlemlediğimiz Turunçlu’yu, en yakın zamanda içeriden tanımaya karar vermiştik. Aradan birkaç dışardan gün geçtikten sonra e-postama, Adana’daki İller Bankası’nda çalışan Jeoloji Mühendisi Mustafa Yıldırım’ın gönderdiği bir davet, bu kararımızı gerçekleştirme olanağı sundu. Davette “3. Giritliler Güz Festivali”ni onurlandırmamız isteniyordu. Hemen dostlarımı telefonla aradım ve 1 Eylül Cumartesi günü Erzin’de buluşup Turunçlu’ya gitmek üzere sözleştik. O gün sabah güneş ışınları İsos leçeliğini yalarken, doğanın ve kültürün güneşin turuncu renginde yüreğimi nakışladığını hissederek Erzin Otogarı’nda otobüsten indim. Narenciye bahçelerinin arasındaki otogarda sevgili Yılmaz Canatar dostumuzla kucaklaşıp evlerine gittik. Eşi Özden Hanım, oğulları Özgür ve Onur’la Hatay mutfağına özgü güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra yörenin kültürü, çalışma yaşamı ve işçi-emekçi hareketi üzerine söyleştik. Bu söyleşiden öğrendiklerim, yeni bir araştırma-inceleme konusunu, özellikle Hatay siyasi ve işçi-emekçi tarihi üzerine yaptığım çalışmanın eksik bir yanının giderilmesini gündemime almama vesile oldu. Mücadeleci ve her zaman kamunun, emekçi halkın yararını gözeten yaşam felsefesiyle yörede iz bırakan Yılmaz Canatar’la yıllar sonra dostluk ilişkisi kurmaktan mutluluk duydum.
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde öğleye doğru Turunçlu meydanındaki kahveye vardığımızda, köylüler yanında başka kentlerden gelenler de vardı. Tanıdıklarımızla kucaklaşıp başka kentlerden gelenlerle tanıştıktan sonra festivali düzenleyen Turunçlu İmraniye Girit Türkleri Kültür Derneği’nin binasına gittik. Burada Dernek Başkanı Yılmaz Çetin ve Yönetim Kurulu üyeleri yanında Muhtar Mehmet Genç’le tanıştık. 1973’ten beri görüşemediğimiz Mustafa Doğan da oradaydı. Henüz festival etkinlikleri başlamamışken ve konuyla ilgili birçok kişi bir aradayken, Turunçlu’nun tarihi ve kültürel dokusuna, dolayısıyla Girit’ten göç olgusuna dair söyleşmeye başladık. Söyleşimize Yılmaz Çetin, Mehmet Çetin, Ali Haydar Çetin ve Ethem Baysal gibi öğretmenler yanında Hüseyin Cahit Arseven, Remzi Karakayalı gibi başka mesleklerden kişiler de iştirak ettiler. Konuyla ilgili araştırma yapanlardan Niyazi Karan da aramıza katılınca konunun ayrıntılarına kadar girme olanağı bulduk. İki saati aşkın yaptığımız söyleşide işlenen konuları, oylumlu bir başka yazıda değerlendirmeyi amaçladığımdan burada özet bilgi vermekle yetinmek isterim.
Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’tan sonra ikinci büyük ada olan Girit, Mora yarımadası ile Anadolu’nun batı kıyılarının tam ortasında, Ege’ye açılan kilit noktada yer alır. Tarihte büyük bir uygarlığın merkezi olan Girit, tarih boyunca farklı kavim ve devletlerin işgaline uğrar. 17. yüzyılda tümüyle Osmanlı’nın egemenliğine geçen Girit’e Anadolu’dan özellikle Türkmen topluluklar yerleştirilir. Bunda, Osmanlı’nın Balkanlar’a, Avrupa’ya açılırken yerli halkla, özellikle Hıristiyan topluluklarla uyumlu yaşayabilecek inanç ve gelenekleri olan çoğunlukla Alevi-Bektaşi Türkmen toplulukları tercih etme politikasının etkili olduğu bilinir.
Girit’in Kandiye, Hanya, Resmo, Selene gibi Pazar ilişkilerinin bulunduğu yerleşim birimlerinde konuşulan Girit Rumcasını öğrenen bu topluluklar, zamanla anadilleri haline getirirler bu dili. 1897’de adada yaşanan katliamlar, iç çatışmalar nedeniyle Anadolu’ya göçmek zorunda kalan Giritlilerin, yerleştikleri her yerde Girit Rumcasını anadilleri olarak kullanmaya devam ettikleri, yaşlılar arasında bugün de görülmektedir. Bizim daha sonra Turunçlu’daki yaşlı kadınlardan Fatma Arat, Halime Ay ve Sıdıka Çakır’dan dinlediğimiz madinaza (türkü), miroloja (ağıt) ve manilerin, anadillerinin tüm inceliklerini yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dilbilimcilerin üzerinde araştırma ve inceleme yapmaları gereken bu anadili verilerinden bir örnek vermekle yetinelim:
arasupulaçimu Ey sevdiğim kuşum
Çe otimupiszakano Ne dersen yapacağım
Brostasuwrisiajeno Yanında çeşme olayım
Krijoneronavgano Soğuk su çıkarayım
Milliyetçilik akımının 19. yüzyıldaemperyal politikalarla birlikte ırkçılık boyutuna geçmesiyle farklı etnik ve inanç topluluklarının arasında iç savaşlar yaşanmaya başlamıştır ve bunun acı örneklerinden biri olarak Girit’teki ırkçı Rumların saldırılarına, giderek katliamlarına direnemeyen Giritli Türkmenler, 1897’den itibaren Anadolu’nun değişik yerlerine göçmeye başlarlar. Dörtyol’un İcadiye ve Erzin’in İmraniye (Turunçlu) köylerine yerleştirilen ilk kuşak göçmenlere de, daha sonraki yıllarda gelenler eklenirler. Girit adasının doğasına ve iklimine uygun bir coğrafya olduğundan bu iki köye yerleşenler, kısa sürede uyum sağlayarak toplumsal yaşamlarını sürdürürler. Ancak, ayrılıp geldikleri topraklar ve oradaki yaşam biçimleri bir özlem olarak hep akıllarında kalır. Bunları türkü, şarkı, ağıt ve manilerinde dile getirirler. Bu durumu da bir örnekle somutlayalım:
Epiya ego eçastaHanya Hanya şehrine gittim
İysaHanyatopules Hanyalı kadınları gördüm
Çe porpatusane ta stena Dar yerlerden yürüdüler
Sadi perzikopules Aynı keklikler gibi.
Turunçlu’ya yerleşen Giritlilerin geldikleri topraklarla yeniden bağ kurma isteği ve çabası, kişisel girişimler dışında ilk kez toplu halde geçen yaz gerçekleşir. Bu geziyi belgeleyen Remzi Karakayalı’nın belgeselini akşam yapılan şenlikte izlediğimizde, çok duygulu anların yaşandığına tanık olduk. Bu duyguyu, “göçmenliğin turunç rengi” olarak nitelemek geçti aklımdan. Turunçlular buna ne der, bilemiyorum. Ayrıca, Giritlilerin göç olgusunu tarihi, sosyolojik ve kültürel boyutlarıyla inceleyen Tuncay Ercan Sepetçioğlu’nun “Girit’ten Anadolu’ya Geliş” başlıklı konferansını slaytlar eşliğinde akşamki etkinlikte sunması, öğretici ve yararlı oldu.
Sevgideğer dostlarım Yusuf Kaptan ve Aslan Sönmez, yaptığımız her görüşmenin zenginleşmesinde, video ve fotoğraf kaydına alınmasında yoğun çaba gösterdiler. Köyün çobanı Sabahattin Berk’in ıslık diliyle hayvanları nasıl otlattığını örneklemesi, bu kültürü de âdeta hayvanlarla konuşarak sevgi bağı kuran eski çoban Cemali’den (Ali Aslan) öğrendiğini belirtmesi, Turunçlu’ya dair güzel izlenimlerimizden bir oldu. Daha sonra evlerine gidip avlularında söyleşi yaptığımız, Girit halk edebiyatının örneklerini kendilerinden dinlediğimiz Fatma Arat ve Sıdıka Çakır-Halime Ay ailelerinin inceliklerini de dile getirmekte yarar var. Özellikle Çakır ailesini ziyarete gittiğimizde 80’li yaşlardaki dedeler-nenelerden lise çağındaki gençlere kadar her kuşaktan Giritlinin yaşam kültürlerine tanık olmamız, çok güzel ve anlamlıydı. Orada üzüldüğümüz tek şey, yaşlıların hâlâ çaldıklarını öğrendiğimiz lirin tellerinin kopmuş olmasından dolayı, onu dinleyemememizdi. Köydeki bir diğer yerel çalgının aşkomadura (bir düdük çeşidi) olduğunu öğrendik. Bunların eşliğinde söylenen şarkı ve türküleri, oynanan oyunları da merak ettik doğrusu…
İki gün süren festivalin ilk gününe katılabildim. O gün Zeynep Demirdelen’in, Kritimo (Girit’ten Anadolu’ya Fotoğraf Sergisi) adlı etkinliği yanında yönetmenliğini Ali Haydar Çetin’in yaptığı Pita Matyamu (Ekmeğim ve Gözüm) Belgesel Gösterimi, izleyenleri büyüledi. Turunçluların buğdayla hemhal oluşlarını bütün yönleriyle ortaya koyan bu belgeselde de Girit Rumcasının söz varlığından örnekler yer alıyordu.
1 Eylül akşamındaki etkinlik sırasında konuklara da söz verildi. Dernek başkanı Yılmaz Çetin bana söz verdiğinde özetle şunları söyledim: “Turunçlu adını ilk kez Düziçi İlköğretmen Okulu’nda birlikte okuduğumuz Mustafa Yıldırım ve diğer Turunçlulardan öğrendim. Onların şahsında kültürlerini, çalışkanlıklarını ve eğitime-kültüre verdikleri değeri sevdim. Dünya Barış Günü’nde sizleri, barışçı bir halk olduğunuz için kutluyorum. Ayrıca doğal ve toplumsal zorluklara karşı mücadele azminizi, direncinizi de selamlıyorum. Üçüncüsünü yaptığınız bu festivallere, sizin kültürünüzü ve yaşam felsefenizi yakından tanıyıp anlamaları, dostluk ilişkileri kurmaları için dışarıdan katılımı daha çok sağlamanızı diliyorum.”
Birinci günkü etkinlikler, müzik ve halk oyunlarıyla sona erdi. Yusuf Kaptan ve Aslan Sönmez’le Turunçlulara konukseverlikleri ve bize yaşattıkları bu güzel gün için teşekkür ederek “göç dalgasının özgün rengi”ni taşıyan bu köyden ayrıldık. İkinci günkü etkinliklere de katılan Yusuf ve Aslan dostlarımın izlenimlerini yazmalarını da dört gözle bekleyeceğim doğrusu…
Turunçlu’nun çalışkan ve paylaşımcı halkına selam olsun.