FERİHA | Gülçin Yağmur Akbulut
Sabah saat sekiz ile akşam altı arası Feriha ile beş yaşındaki oğlu Hakan’ın en huzurlu olduğu zamandı. Buzla ateş arası bir teknede hudutsuzca savrulan bir yaşamın başrol oyuncularıydı Feriha ve Hakan. Akşam saatleri yaklaşıyor, yaklaştıkça da içlerindeki ürperti onları sanki çarmıha geriyordu.
Feriha’nın en büyük düşmanı aynalardı. Yüzündeki yaraları, vücudundaki morlukları saklamayan aynalar… Defalarca düşünmüştü Feriha, Hakan’ı da alıp sessiz sedasız ortadan kaybolmayı. Gel gör ki ne sığınacakları bir liman ne de o limanı kuracak beş kuruşları vardı.
Feriha, çiftçi bir ailenin tek çocuğuydu. Feriha annesi babası hayattayken taşkın suları olan heyecanlı bir ırmaktı. Şimdi ise kurumaya yüz tutmuş kayıp bir su birikintisinden farksızdı. Daha küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, amcasının yanına yerleşmişti. On beş yaşına girdiğinde amcası onu on dört yaş büyük Süleyman’a sorgusuz sualsiz vermişti. Sonrası kâbus, işkence…
Kapının zili hiç durmadan çalıyordu. Ola ki iki dakika geç açarsa başına gelecekleri çok iyi biliyordu. Feriha kapıyı açtı telaşla. Süleyman’ın elindeki ekmek poşetini aldı, yemeği hazırlamak için doğruca mutfağa gitti. Hakan, babasından korkuyor, annesinin yanından bir an bile ayrılmıyordu. Homurdana homurdana sofraya oturan Süleyman yemeğini yedikten sonra televizyonun karşısına geçmiş çayını bekliyordu. Bu arada yemeği beğenmeyen Süleyman, hala olur olmaz söyleniyordu. Feriha dilini karnına çekip, kör sağır ve dilsiz olmayı öğreneli çok uzun zaman olmuştu. Süleyman’ın çayını önündeki sehpaya koyan Feriha oğlunu da alarak Süleyman’ın kalktığı sofraya oturdu.
Saat dokuzu geçiyordu. Feriha Hakan’ın uyku saati gelmiş de geçiyordu. Hakan’ı yatağına yatırdı. Doya doya sarılıp öptükten sonra odasının kapısını kapatarak dışarıya çıktı. Uykusu ne kadar gelirse gelsin Süleyman’ dan önce uyuyamazdı. Bu da Süleyman’ın kurallarından biriydi. Dışarı izinsiz çıkamaz, Süleyman bir şey sormadığı sürece konuşamaz, yediği giydiği hiçbir şeyi kendi tercih edemez, hastalanamaz ve daha niceleri. Kocası Feriha’nın gözünde bir şeytandan farksızdı. Feriha bir köşeye kıvrılmış Süleyman’ın uyumasını bekliyordu.
Hakan annesinin evi saran feryadıyla uyandı. Böyle zamanlarda kafasını yastığın altına gömerek kulaklarını sıkıca kapatırdı. Annesinin çığlıkları duymamaya çalışsa da bu mümkün olmuyordu. O anda kararını verdi: Ne olursa olsun annesinin yanına gidecek, onu koruyacaktı. Yatağından doğruldu ki annesinin sözü kulaklarında çınladı. “Bana söz ver Hakan, içerde ne olursa olsun ne kadar sesimi duyarsan duy asla yatağından çıkıp yanıma gelmeyeceksin tamam mı oğlum.” Annesine verdiği sözü tutması gerektiğini düşünen Hakan, yorganın altına girerek annesine bir şey olmaması için dua ediyordu.
Bir süre sonra annesinin çığlıkları kesildi. Hakan oda kapısının anahtar deliğine, kulağını dayadı. Seslerin kesildiğinden emin olunca yatağına geri döndü. Babasının annesini dövmekten vazgeçtiğini düşündü, rahat bir nefes aldı. Kendini uykunun kollarına bıraktı.
Her sabah olduğu gibi annesine sarılmak için penceresinden içeriye vuran güneşin yatağını kaplamasını bekliyordu. Çok iyi biliyordu ki güneş yatağının tam orta yerine ulaşınca babası evden gitmiş olurdu. Annesi bu saatlerde, hatta daha erken kalkar babasının kahvaltısını hazırlar, onu işe uğurlardı. Daha sonra koşa koşa oğlunun odasına gelir ve dakikalarca birbirlerine sarılırlardı.
Hakan annesinin yanına gelmesini beklerken penceresinin kenarına küçük bir kuş konduğunu gördü. Annesi Hakan’ı küçük bir kuşa benzetirdi. “Bir gün bu küçük kuş büyüyecek, kanat çırpmasını öğrenecek. Benim o zaman gözüm arkada kalmayacak.” derdi. Hakan bu sözlerin tam olarak ne ifade ettiğini bilmese de kendisinin bir gün büyüyeceğini ve o zaman annesinin gönül rahatlığıyla cennete gidebileceği anlamına geldiğini tahmin edebiliyordu.
Beklediği an gelmişti. Güneş yatağının tam orta yerinde ışıl ışıl parlıyordu. Hakan sabırsızlıkla annesinin yanına gelmesini bekliyordu. İyi de annesi bugün neden gecikmişti? Üstelik annesinin kahvaltı hazırlarken çıkardığı tıkırtı sesleri de duyulmuyordu. Biraz daha beklemeye karar verdi. Belki de babası henüz evden çıkmamıştı. Onunla karşılaşmak istemiyordu. Akşamları istemeden de olsa babasını yeterince görüyordu. Hakan içinden elbet bir gün büyüyeceğini, okuyup meslek sahibi olacağını, annesini de alıp buralardan gideceğini hayal ediyordu. İşte o zaman babasını sonsuza kadar görmeyecekti.
Vakit iyice ilerlemiş güneş, bütün yatağını hatta bütün odasını kaplamıştı. Hakan iyice meraklanmaya başladı. Annesi hala yanına gelmemişti. Annesinin yanına gitmeye karar verdi. Kapıyı usulca açtı, odasından çıktı. Annesi salonda yoktu. Mutfağa koştu. Annesi burada da yoktu. İyi de annesi onu bırakıp asla bir yere gitmezdi ki. Annesini hiç bu kadar çok özlediğini hatırlamıyordu. Mutfak masası bomboştu. Babası nasıl olmuştu da kahvaltı yapmadan gitmişti? Annesinin uyuyor olabileceğini düşündü. Yatak odasına doğru yöneldi. Kapı açıktı. Annesi neden yerde uyuyordu ki? Annesinin ayak ucuna oturdu. “Anneciğim kalk, yerde üşürsün. Hem ben acıktım, seni de çok özledim.” diye konuşmaya başladı. Annesi cevap vermiyordu. Hakan annesinin omuzuna dokundu, onu sallamaya başladı, ne yapsa hiç kımıldamıyordu. Bütün gücüyle kendine çevirince annesinin kolları yana düştü. Elleri ve karnı kıpkırmızıydı.
Televizyonda izlediği bir film geldi aklına. Bütün evreni saracak bir çığlıkla annesinin üstüne kapanıp ağlamaya başladı. “Anneciğim, hani ben uçmadan gitmeyecektin!”
Gülçin YAĞMUR AKBULUT
Bin Dallı Edebiyat Topluluğu
Nisan Kadınları simli öykü kitabından