F r a g m a n l a r | Hilmi Yavuz
I.Biz yaralı bir toplumuz. Koskoca bir gövde kesile biçile, orasından burasından koparıla koparıla iki yüz yıldır durmadan kanıyor; sadece gövde mi, geçmişin ruhu da! Bu, bir ruh kanamasıdır ve cehaletle pansuman yapılarak iyileştirilmeye çalışılıyor…
II. Hüzünle düşünmek! Doğu’ya özgü müdür;-sanmam! Ben öteden beri Mutlulukla Hakikat arasındaki bağıntının olduğunu düşünenlerdenim. John Stuart Mill’in bir sözünü andım şimdi: ‘Mutlu bir domuz olmaktansa, mutsuz bir insan olmayı yeğlerim’. Hüzün, geçmiş mutlulukların peşine düşmenin hakikatidir: Proust’a özenerek söylersem: ‘A la Recherche du Bonheur Perdu’…
III. Şiirin birimi, sözcükler değil, metaforlardır. Richard Rorty, Heidegger’in Aletheia [Hakikat] ile şiir arasında kurduğu ilişkiyi tamamlayarak metaforların da hakikate dönüşebileceğini gösterdi. Kısaca şiirle felsefe ya da Hakikat arayışı arasında, raslantısal bir bağıntı vardır. Metafor Hakikate dönüşebilir de, dönüşmeyebilir de! Hakikate dönüştüğünde şiir de felsefeye dönüşür!
IV.Gerek klasik Batı müziği gerek klasik Türk musıkısı, bende daima bir Logos [Herakleitos’cu anlamda], bir Düzen’dir: Kaos’a karşı Logos! Nietzche’e katılmıyorum: Müzik, Dionyzosca-olan değil, Apollonca-olan’dır. Dolayısıyla müzik, modern yaşamın getirdiği Kaos’un karşısına, şiirin Logos’unu, yani düzenini yerleştirir: Dünyanın ve yaşamın Kaos’una, ancak şiirin getirdiği müziğin düzeniyle karşı konulabilir.
V.Bir Fransız düşünürü [yoksa ‘şairi’ mi idi?], ‘hatıra, şairdir’ dermiş. Ben olsam ‘hatıra’ değil, ‘hafıza şairdir’ derdim. Buna ‘hayal, şairdir’i de ekleyebiliriz. Belleği şair yapan gelenek, hayali şair yapan da modernliktir.
VI .Şairin işi hakikati aramak değildir. Ya nedir? İbn Arabi’nin dediği gibi, ‘hakikati mecazla örtmek’ mi, yoksa Heidegger’in dediği gibi ‘hakikati ifşa etmek mi? Bana kalırsa, şairin işi, hakikati ’örtmek’le ‘ifşa etmek’ arasında, ara yerde’dir…
VII.Günümüz şiirinde eksi[k] olan Lirizm ya da müzik ve gelenek bilinci, demeyeyim ama gelenek hassasiyeti’dir. Gelenek bilinci bir öğretimle [‘ta’lim], gelenek hassasiyeti ise, eğitimle [‘terbiye’] sağlanır.
VIII. Hep söylemişimdir: Ben ‘nitelikli okur’dan yanayım. Nitelikli okur, seçimini kendi donanımı ile, ‘niteliksiz okur’ ise başkalarının tercihleri ile yapan kişidir. ‘Çok Satanlar’ listelerine bakarak, yani öteki’nin iradesiyle seçim yapmakla- ki ‘niteliksiz okur’ budur; kendi iradesiyle seçim yapan –ki bu ‘nitelikli okur’dur, temelli bir fark vardır. Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir?’ risalesindeki metaforu referans olarak alırsam, ‘niteliksiz okur’ kendi iradesini kullanma cesaretini gösteremeyen bir ‘ergin-olmayış’ konumundadır.’Niteliksiz okur’, reşit olmamıştır henüz… Eleştirmenlere gelince, burada da, Gresham Yasası geçerlidir: Kötü eleştirmen, iyi eleştirmeni kovar…
- Kötü eleştirmen kim? Metnin niyetini değil, yazarın niyetini referans olarak alan; teori yerine izlenimciliği yeğleyen [sahi, ‘izlenimciler’ neden deneme yazmazlar da, eleştiriye sıvanırlar?]; eleştirinin alanını Sabahattin Eyüboğlu’nun belirttiği gibi, edebiyat tarihi ile estetik arasında konumlandırmayı beceremeyenler…
X.Şairler müstear adları severler: Pessoa, Borges, Hölderlin ! Ben kendi adımı müstear olarak kullanıyorum!
…