Eylül Hüznü | Bedros Dağlıyan
Sırtını dönmüş
Ağustos böceği
Yağmur yağarken ölüme
Aylardan Eylül.
Bak! Yapraklar kanıyor
—-
6- 7 Eylül Geçerken
Soğuk günleri seviyorum.
Sıcak havalar bana göre değil…
Sonbaharın kendini hissettirdiği günlerden geçiyoruz.
Sarı, turuncu hatta kırmızı yaprakların harikulade tablolar yapacağı hazan günlerinden… Ayaklarımın altından ölü yaprakların hışırtısı geliyor. Onlardan yükselen o nemli çürümüş koku bana ölümü anımsatıyor. Ölüm; ne kadar uzakta kalmasını istesek de,
er ya da geç olmasını beklediğimiz…Yüreğimizi daraltan o meşum olay hâsıl oluyor ve bir sevdiğimiz daha gidiyor kollarımızdan…
Hiçbir yazıyı önceden planlamam, önceden şunu yazacağım diye düşünceler içine girmem, hatta hiçbir zaman giremem.
Sevgili kardeşim Udi Yervant’ın annesinin vefat ettiği haberini aldığımda internette amaçsızca geziyordum. Dediğim gibi şimdiye dek hangi yazımı, deneme ya da öykümü önceden tasarladığımı anımsamıyorum. Her defasında çeşitli düşünceler içinde kalır, kimi zaman geçmişe, kimi zaman da geleceğe, gider gelirim. Bu arada oldukça da yıpranırım. Manevi olarak acıları tekrar tekrar yaşarım; o zamanlardan çaresizce geçerim.
En son Tuzla kampı dayanışma gecelerinden birinde karşılaşmıştım kardeşim Udi Yervant ve annesi Hatun mamayla… Geçmiş günleri yâd etmiş hatırlı anıları, biriktirdiklerimizi birbirimize aktarmıştık. Nasıl güzel bir gece olmuştu. Herkes birbirine sarılmış başarmanın keyfine varmıştı.
Bazı geceler babam içki içmeyi kafasına koymuşsa ve mutlu bir zamandan geçiyorsak hep beraber;
-Oğlum Yakup Dayıgile git Hatun Bacoya de ki, babam turşu ve şarap istiyor… Biberler, acurlar, patlıcanlar ve kırmızı tadında bir şarap…Elime bir bakraç ve iki boş şarap şişesi tutuştururdu annem. Kapıyı çalar teklifsizce isterdim. Hatun Baco güleç yüzüyle karşılar selamla birlikte istediklerimi verirdi.
Çok zorluk yaşamış, acılardan süzülerek gelmişti bu günlere… Yüzüne baktığınızda bunu anlardınız. Zaten bizim bütün yaşlılarımız böyle bakmıyorlar mı ki…Yaşlılarımız birer birer bizleri yalnızlığımızla baş başa bırakırken, belki de sıranın bize geldiğinden dem vuruyordur çalan çanlar, okunan dualar…
Bu hafta 6–7 Eylül’ün yıl dönümü… Bir kez daha o kötücül zamanları hatırlamak, o günleri yaşayanların hüznüne ortak olmak durumundayız. Geçmişin o mendebur tarihleri bizlere böyle ne çok olay yaşandığını da anlatıyor durmadan. Geçmişi anımsıyoruz ve unutmak hiç mümkün değil… Şimdiye dek yaşanan acıların hep yok sayılması ve hep azınlık vatandaşlarının üzerine atılmasındandır belki de, kim bilir?
Ne 1915, ne 1934 Yahudi pogromu, ne 1942 Varlık vergisi, Aşkale sürgünleri, ne Dersim 1938 vahşeti ne de 1970 ila 1980 ve 1990’lı yıllarda yaşanan kayıpların müsebbipleri ortaya çıkarılabildi. Hep halının altına süpürülenleri anımsıyoruz. O pislik orada, o halıların altında kaldıkça biz iyileşemeyeceğiz. Bunu biliyorum. O travmayı beynimin ücra nöronlarından artık atamıyorum, atamıyoruz.
Yürürken ağaçların açıklık bıraktıkları bir alanda avcılara rastladım. Ellerindeki çifteler yaptıkları işin spor olmadığını anlatıyordu işte. Gürültülü bir şekilde öldürdükleri yavru dişi domuz ve yavrusundan bahsediyorlardı. Sadece fotoğraf çektirmişlerdi ve Facebook’a nasıl yükleyeceğinden dem vuruyorlardı. Yemeyecekleri canları yok etmekten nasıl da zevk alıyorlardı.
Biri güneşi kapayan ve bize doğru yaklaşan bir karaltıyı işaret etti. Hepsi birden tüfeklerini havaya dikip boşluğa doğru saçmaları boca ettiler. Az sonra minicik beyaz puantiyeli sığırcık kuşları etrafımıza kar gibi düştüler. Bizim memlekette kar zamanı görüldüğünden midir ‘Karkuşu’ denmesi… Ya da çaresizce öldüklerinde kar serpintisi gibi düşüvermelerinden mi, toprağa öylece…
Onları da almadan gitti o sefil adamlar…
Nenem derdi ki:
-Yavrum biz de Karkuşu gibiydik. Bizi de o güzel güneşli göklerden, o boşluktan zalimce indirdiler. Etimizi yemediler. Sırf zalimlikten yaptılar bunu biliyorum…
İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler bir yalan haberle hedef haline getirildi. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberinin yayılması üzerine, 6 Eylül 1955’de ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini yakıp yıktılar.
İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskısını yaptı. Tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de 290 bin basmıştı. Yalan bir haberdi ve bu hainliği harp dairesi sonradan bizim televizyonlarımızda utanmadan iyi düzenlenmiş bir harekâttı diye savunacaktı.
Hepsi sırf ekonomik olarak güçlü olan azınlıkların elinden kapitali almaktan geçiyordu.
Komşumuz, Madam Despina o günleri anlatırken yaşıyordu, sanki:
-Biliyorsun? Ben hiç Yunanistan’a gitmemiştim o zamana dek. Dükkânımızı, evimizi kadınlı, erkekli gruplar sürüler halinde basıp yağmaladılar. Canımızı, ırzımızı bazı dostlarımız, komşularımız sayesinde kurtarabildik.
Eskiyle, olanlarla olan bağımız artık kopma noktasında… Bir bir hayattan eksiliyoruz. Oysa bu vatanı, bu toprakları ölme pahasına hep sevmedik mi? Nenem ve dedem Beyrut’tan Diyarbakır’a dönüp ‘öleceksek memleketimizde ölelim’ diye dönmediler mi?
Eylül, bu zalim zamanları tekrardan yaşatıyor işte… O zalimane yıllar artık sadece anılarımızda yaşayacak. Diğerleri de, bütün kurbanlar da sizin, bizim, hepimizin anılarında…
Ramin Hüseyin Penahi’ye…