ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Eski Yıllar | Hüseyin Evcil

18.05.2020
1.255
A+
A-
Eski Yıllar | Hüseyin Evcil

Arşivimden tozlanmış bir fotoğraf paylaşırken heyecanlanıyorum. Heyecanlanmamak insanın elinde mi ? Kontrol dışı bir durum.

Gözlerim doluyor. Düşüncelerimin rotası değişiyor.

1976 yılı. Tire Endüstri Meslek Lisesi, Ağaç İşleri Atölyesi, Makine Dairesi içerisinde çalışmakta olan, geçerli – güzel bir mesleği benimsemiş olan, birbiriyle uyumlu, % 100 pozitif, temiz yürekli birkaç insan.

Hemen yan taraftaki düz liseye devam edebilirdik ama etmedik. Tire Erkek Sanat Enstitüsü ismi ile bildiğimiz bu köklü okula kaydımızı yaptırdık ki, üniversite sınavını kazanamaz isek, ileride sıkıştığımızda, elimizde, karnımızı doyurabileceğimiz bir mesleğimiz olsun. Belki, fabrikalara girebiliriz, teknik eleman olarak. Belki, Tire Sanayi Sitesi ’nde kendi dükkanımızı açabiliriz. Neden olmasın ? Böyle düşünmüştük. Düşüncelerimizde haklıydık.

Atölyelerde, kol gücü gerektiren işler, yerine göre ağır işler bulunması nedeni ile sadece erkek öğrencilerin alındığı ve eğitim verildiği üç yıllık TİRE ERKEK SANAT ENSTİTÜSÜ : Günün birinde tabelasını değiştirip, Tire Endüstri Meslek Lisesi oldu.

Aslında tabelaya müdahale edilmesinin mantıklı bir gerekçesi yoktu.

Bu arada, okula ilk kez, dört kız öğrenci kabul edildi. Böylece ilçemizde kuşaktan kuşağa geçen geleneklerden biri çiğnenmiş oldu. Müdürümüz, Tekin Duran idi.

Okul yönetiminin özel izni ile, Öğretmenler Odası ’ndan anahtarı alıp, geceleri, hafta sonları, sömestr tatilinde atölyede tek başıma çalışıyordum. Geç saatlere kadar kalıyordum. Merak, yatkınlık, sevgi. Başka ne olabilir ? Gündüz mesaileri kesmiyordu, yetmiyordu.

Yorulmazdım. Hiç oturmazdım. Her tarafa koşarak giderdim.

Mezun olduktan sonra, üniversiteyi düşünmedim. Sanayide, Kaçmaz Mobilya isimli dükkanda, Fevzi Kaçmaz ’ın yanında kalfa olarak bir yıl çalıştım. Ceviz ve gürgen türünde kusursuz mobilya grupları çıkardım. Seri biçimde, İskandinav koltuk takımları yaptım.

Fakat vücudumdaki alerjiyi öyle şiddetli geçiriyordum ki, hekimler, marangozluğu bırakmam gerektiğini söylediler. Ağacın kokusu, tozu dokunuyordu. Zımpara, cila, vernik dokunuyordu. Her tarafım kızarıyor, yaşamım alt üst oluyordu.

Okulda aldığım eğitimin sonucunu, yani semeresini dışarıda pek göremeyeceğim anlaşıldı. Bir süre sonra da askere gittim.

Fotoğrafın açıklamasını şöyle yapabilirim.

Ayakta duranlar (fotoğrafın sağından soluna doğru) :

Sabahattin YÜKSEK / Usta yardımcısı (bıyıklı)
Kemal SEZGEN / Atölye Şefi – Meslek Öğretmeni
Engin SUCU / Öğrenci
Hakkı DERMAN / Usta – Döner Sermaye siparişlerinden sorumlu (beyaz gömlekli)
Hüseyin EVCİL / Öğrenci (bıçkı makinesinin önünde, eski iş gömlekli)

Öne çöken üç arkadaş ise (sağdan sola doğru) :

Yusuf ASMA / Öğrenci
Çetin ÇELEBİ / Öğrenci
Ali GÜNDEM / Öğrenci (pantolonu geniş paçalı arkadaşımız)

Keşke, fotoğraf karesine diğer değerli öğretmenlerimiz ve diğer öğrenci arkadaşlarımız da girselerdi. Apar topar, kim çekti, nasıl oldu, şimdi anımsamıyorum ? Çünkü, üzerinden 44 yıl gibi uzun zaman geçmiş bulunuyor. Koskoca 44 yıl.

Bir şiirimde :
Şu yıllar nereden gelip, nereye akar ?
soru dizesini yazmıştım.

Mustafa Karaaslan, Vehbi Efesoy, Ekrem Satıcıöz isimli öğretmenler fotoğrafta yoklar ve fotoğraf bence eksik kalıyor.

Ekrem Satıcıöz dışındakiler, Mustafa bey, Vehbi bey, Kemal bey, Hakkı bey (Tire, Çevre Yolu ’nda oturan emekli öğretmen Süleyman Derman ’ın babasıdır) hep rahmetli oldular. Mekanları Cennet olsun.

Hocalarımızı kaybettik. Onların aramızdan ayrılmasıyla boşalan makamlar dolmadı. Hem okuldaki yerleri, hem toplumdaki yerleri dolmadı.

Demek ki, onlar, gerçekten özel, onurlu, yetenekli, aydın, sıcak, sevgi dolu eğitimcilerdi. Çelikten daha sağlam duruşlara sahip insanlardı. Okulu büyüten, yücelten, öğrencilere sevdiren onlardı.

Bugün deliler gibi özlesek de, geçmiş, şimşek hızıyla geçti gitti. İzlemeye doyulamayan bir rüya gibi.

Anlamlı rüyalardan uyanmamak vardı ama uyandık. Başka seçeneğimiz yoktu.

Sonra yaşamın önceden içini göremediğimiz tünellerine daldık. Dalış o dalış.

Her mezun, bir yerlere intikal etti ya da sığındı. Her mezun, bir yerlerde kendi düzenini kurmaya çalıştı.

Sonuçta, helal ekmek uğruna, yıllarca birbirimizi göremedik. Birbirimize sarılamadık. Birbirimizden haber alamadık.

Okul arkadaşlığı önemli. Asker arkadaşlığı önemli. Öğretmen öğrenci ilişkisi zaten önemli.

Okul, ikinci evimizdi. İkinci evimizi seviyorduk. İkinci evimizde mutluyduk.

Okul dışında ister istemez korkular da yaşardık. Kahvehaneye adım atamazdık. Ceketimizin, gömleğimizin düğmelerini açamazdık.

Öğrenci, yollarda düzgün yürümek, insanlarla düzgün konuşmak zorundaydı.

Kitaplarımızı, defterlerimizi mutlaka kap ile kaplardık. Kaplamayan öğrenci, öğretmenlerden fırça yerdi.

1970 ’li yıllarda öğretmen, öğretmen gibi davranırdı. Öğrenci, öğrenci gibi davranırdı. Disiplin ve saygı vardı. Doğal bir saygı. Kimse ezik değildi, kimse ikinci sınıf vatandaş değildi. Aynı zamanda anlayış ve destek vardı. Birimizin problemi, sıkıntısı, hepimizin problemi, sıkıntısı gibi düşünülüyordu. Sınıfta adeta seferberlik başlatılıyordu.

Eski öğretmenlerimizi, uzaydaki kuyruklu yıldızlara benzetebiliriz, güçlü lokomotiflere benzetebiliriz, büyük çınar ağaçlarına benzetebiliriz.

Kaybettiğimiz büyüklerimiz, sıklıkla anılmayı, samimi duaları hak ediyorlar.

Aklıma geldikçe yüreğim sızlıyor. Kuşlar gibi uçup gitmiş olmaları dokunuyor.

Dünya, malum konaklama alanı. Her şey gelip geçici. Fakat iyilikler, kötülükler kalıcı.

İnsanlar unutsalar bile, ilahi sistem, düşünceleri (niyetleri), eylemleri unutmuyor. Atlamıyor. Kaydediyor.

Ve önemli bir şey daha söyleyeceğim. Yukarıda isimlerini belirttiğim insanlar, hala öğretici insanlardır. İç dünyalarımızda onlar emekli olmadılar. Bizler, hala onları izleyen, hala onlardan öğrenen öğrencileriz.

Çok şükür, manevi bağlarımızı canlı tutabiliyoruz. Çünkü, o günlerin ağırlığını, rengini, ahengini bir çelenk bırakır gibi, ortak ufkumuza birlikte monte ettik.

Bu arada, acı bir gerçeği görmeliyiz ki, şimdilerde, ülkemizin milli eğitim sistemi çatladı, çöktü. Çöktürdüler.

Günümüz itibariyle, okullarımızda öğretmenlik ve öğrencilik öldü (bence). Saygınlıklarının kalmadığını kastediyorum.

Dönem bitiminde kendisine verilen karneyi buruşturup çöpe atan, ders çalışmadan sınıf geçebilen, kitap okumayı terk eden ya da unutan, dergi ve gazete okumayı terk eden ya da unutan, dilbilgisi kurallarını önemsemeyen, mektup yazmayı bilmeyen, kütüphaneye adım atmayan, ezan okunduğu sırada, kendi dinlediği ve çevresine zorla dinlettiği tırmalayıcı müziğin sesini azaltmayan, sigara üstüne sigara içen, nargileyi seven, alkolü seven, küfürlü konuşmayı seven, yerlere tükürmekte, yerlere çöp atmakta bir sakınca görmeyen, biriyle buluşmasında bağıra bağıra, oha, aynen, lan, kanka gibi itici – gereksiz sözcükleri tekrarlayıp duran, kedilere ve köpeklere işkenceler uygulayan, haftada bir sevgili değiştiren erkeklerin ve kızların sayısı günden güne çoğalmakta

(bazı günümüz lise öğrencilerini ve bazı günümüz üniversite öğrencilerini kastediyorum).

Soruyorum : İnişli çıkışlı gidişata, çözülmeye, kopuşa, korkunç boyutlara ulaşan yozlaşmaya kim dur diyecek, kim sert uyarıda bulunacak ? Gençleri gerçek anlamda kim sahiplenecek ?

Artık evlerde ebeveynlerin nazik sözleri geçmiyor, okullarda müdürlerin, öğretmenlerin sözleri geçmiyor. Akrabaların, dostların sözleri zaten geçmiyor.

Kimlerin sözleri geçer, kimlerin anlatımları etkilidir, bilmiyorum ve merak ediyorum ? Okula giden çocuğum yok, yine de merak ediyorum.

Anlaşılıyor ki, sözlerin sıkıştığı, ezildiği, işe yaramadığı günlerde yaşıyoruz.

Zor günler. Kıyamet kışkırtıcısı günler.

Sözcükler, cümleler olmadan, tasarılar, öneriler olmadan nasıl yaşanabilir, bir şeyin anlamı ve değeri nasıl yakalanabilir ? O da ayrı bir tartışma konusu.

Nereye kadar gider bizim bilgi fakirliğimiz ve kural tanımama alışkanlığımız ?

Doğru ve sağlıklı düşünmek diye bir dersimiz olmalı bizim. Neyi, nasıl düşüneceğimize özgürce ve bilime ters düşmeden karar vermeliyiz.

Kim ne derse desin, kim ne yazarsa yazsın, genel durumumuz iyi değil. Toplumsal bilincimiz ve psikolojimiz tehlikeler yaratıyor.

Cumhuriyet Gençliği, Atatürk Gençliği, Türk Gençliği gibi kavramların içleri boşaldı.

Gençlerimiz, tüketim hastalığı ile kuşatılıp (bence), yumuşak biçimde dönüştürüldü ve yeni ismi ile
-} TELEFON GENÇLİĞİ oldu.

İnternet oyunlarını, dizileri, maçları, arabesk müziği, pop müziği, marka eşyaları, akrepli – ejderhalı ya da saçma sapan dövmeleri, yırtık giysileri, büyük kol saatlerini tercih eden, büyük güneş gözlüklerini tercih eden, bunların insan yaşamını zenginleştirdiğine inanan, çevreye karşı kişilikli bir görüntü, mücadeleci bir görüntü, üstün bir görüntü verebilme kaygısıyla ve amacıyla her türlü yatırımını bir yerlerden borç – harç alarak bunlara yapan ama muhtaç bir akrabasının sağlığını, halini, hatırını, ihtiyacını yıllarca (hatta onun ölümüne kadar) hiç sormayan, aile büyüklerinin kökenlerini bilmeyen, mezarlarının nerede olduğunu bilmeyen, Osmanlı İmparatorluğu ’nun nasıl yıkıldığını, Türkiye Cumhuriyeti ’nin nasıl kurulduğunu öğrenmeyen, tarihini araştırmayan, geleceğini düşünmeyen, Türk Toplumu ’nun kandırıldığından, sömürüldüğünden, geriye götürüldüğünden, yaşam enerjisinin çalındığından habersiz, haberi olsa da umurunda bile değil, iradesi zayıf, tepkisi zayıf, yarın daha da zayıflayacağı anlaşılan, hayal kurmayı beceremeyen, çok daha önemlisi, gelenekleri, görgü kurallarını, trafik kurallarını zerre kadar tınlamayan sorumsuz öğrencilerimiz, sorumsuz gençlerimiz var bugün.

Hazırı tüketmeyi seviyorlar, motosiklet ile yollarda dolaşmayı, hız yapmayı seviyorlar, olmadık yalanlarla, karşı cinsin önünde acayip roller yapmayı seviyorlar.

Öne çıkarılan çoğu şey, vitrinde dekor. Öne çıkarılan çoğu şey, yapmacık.

Doğal yürütülen, dürüst yürütülen bir şey göze çarpmıyor. Emek yok, üretim yok.

Yokluklardan dolayı küçücük bir endişe bile oluşmuyor.

Ellerimizde büyüttüğümüz, gözlerinin içine baktığımız öğrencilerimiz ve gençlerimiz. Öğretmenleri ile alay eden, öğretmenlerine hakareti ve şiddeti reva gören öğrencilerimiz ve gençlerimiz.

Nereden nereye geldik ? Nasıl geldik ? Yavaş yavaş, 40 yılda, bu sevimsiz noktaya ulaştık.

Birileri kaleye sızdı, kale içini uyuşturdu ve teslim aldı.

Kaledeki kutsal malzemelerin teslim edildiğinin bilincinde miyiz ? Hayır, değiliz. Çünkü, hala uykudayız.

Uyanabilecek miyiz ? Çok zor.

Gerçek suçlular, sorumlular kimlerdir ? Güzel soru. En güzel soru.

Sorunun yanıtı kısa : HERKES !

Herkes suçlu, herkes sorumlu.

Faturalar herkes tarafından ödenecek. Küçük bir bölümü zar zor ödendi. Büyük bir bölümü ise, duruyor.

Acaba tünelin ucunda beyaz ışık var mıdır ? Umarım vardır.

Gelecek kuşaklarımızı korumak adına, kötü örneklerin üzerine cesaretle gitmeliyiz. Uyarılması gereken insanları derhal, kibarca uyarmalıyız. Belki utanırlar. Belki mahcup olurlar. Belki değişmek için çaba gösterirler.

Dünyaca ünlü Fransız yazar Honore de Balzac ’ın şu konuşmasını unutmayalım :

– İnsan,
göre, göre, göre,
yaşaya, yaşaya, yaşaya,
hissede, hissede, hissede,
yapılan bütün kötülüklere alışır. Kötülükleri onaylamaya başlar. Sonunda kendisi de çekinmeden kötülük yapabilir. Hiç durmadan, utanç verici ve sonu gelmeyen uzlaşmalarla lekelenen bir ruh ; pörsür. Asil duyguların ve saf düşüncelerin zembereği paslanır. Zıvanalar kontrolden çıkar, kendi kendine döner. Daha sonra, o insanın karakter yapısı gevşer.

Anlayabiliyoruz ki, problemlerimiz pek çok. İşimiz, başımızı aşkın.

Aynaya bakalım ve görelim. Sokağa bakalım ve görelim. Uzaklara bakalım ve görelim.

Karanlık manzaraların zeminden nasıl kaldırılabileceğini, aydınlık manzaraların zemine nasıl yerleştirilebileceğini düşünelim (mümkünse).

Tüm kesimlere yayılan bilgi kirliliği + Yerlerde sürünen romantizm + Sevgiden yoksun, soğuk insan ilişkileri + Paraya tapınma.

Bunlar, sırtlarımıza yapışıyorlar, fırsat buldukça bizleri tartaklıyorlar.

Dik durmaya devam edeceğiz. Yalnızlığımızı yoğun yaşamaya (maalesef) devam edeceğiz.

Elimizden geldiğince :
Direneceğiz. Direneceğiz. Direneceğiz.

Yazan ve paylaşan / Şair Hüseyin Evcil

Tire, 15 Mayıs 2020

Hüseyin Evcil
Hüseyin Evcil
Ben Kimim ? Köklü bir ailenin tek çocuğu olarak İzmir in Tire İlçesinde doğdum. Lise eğitiminden sonra değişik iş kollarında çalıştım. Gelişmiş ülkelerin farmakoloji ürünlerini, yaşadığım bölgenin sık görülen rahatsızlıklarını araştırdım. Kule Günlüğü logosu altında, günümüz toplumunun iletişimini ve mutluluk anlayışını inceleyen fikir içerikli kompozisyonlar, felsefi tarzda denemeler - şiirler yazdım. Bunlar yurt içinde ve Türklerin yoğun olarak bulunduğu ülkelerde yayınlandığında ilgiyle izleyen okuyucular oluştu. Ürünlerimin ağırlığı ve hedefi = İnsana, uyanma ve düşünme eylemlerindeki sorumluluğunu hissettirebilmektir. Birinci kitabım geçen yıl yayınlandı, ikincisini hazırlamaktayım. Yalnız yaşıyorum. Evimde odun ateşi kullanırım.
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.