Edebiyatın Aşkı Mı, Aşkın Edebiyatı Mı? | İbrahim Uysal
Sık sık söz ederim şu Güney Amerika yerlilerinden yaşlı bir turist rehberinin, İspanyol korsanlara öğüdünü.
Bir İspanyol Araştırmacı gezmek ve araştırmalar yapmak üzere And Dağlarına, İnka harabelerine gider. Dönüşünde de anı olsun diye topladığı altından yapılmış bazı şeyleri yanında getirir.
Gün olur, Araştırmacı ekonomik zorluğa düşer ve aklına onlardan bazılarını satmak gelir ve sıkıştıkça birini kuyumcu-antikacıya satar.
Bunu gören korsanlar, Araştırmacıya sorarlar, bu altın antika kalıntıları nereden bulduğunu. Yaşlı araştırmacı da anlatır.
Aradan kısa bir süre geçer ve yaşlı araştırmacıya, kendilerine rehberlik yapmasını isterler. O da paraya gereksinimi olduğundan kabul eder ve bir korsan gemisi ile yola koyulurlar.
Aylar süren bir deniz yolculuğundan sonra, korsan gemisi limana yaklaşır ve hemen inip, yaşlı rehberin gittiği meyhaneye giderler.
Kısa bir hoş beşten sonra, sabah yola çıkmak üzere anlaşırlar.
Korsanlar sırt çantaları ile yola koyulurlar ve bir an önce 2.500-3.000 metre yükseklikte ki harabeleri görmek isterler.
Deniz kıyısı sıfır metreden, üç binlere tırmanmak kan basıncı, solunum yetersizliği gibi sağlık sorunları yaratacağından, çok hızlı tırmanan korsanlara, oturup, dinlenmelerini önerir.
Korsanlar altı ay yolculukta iyice dinlendiklerinden ve bir an önce bu altın hazinesine de ulaşmak istediklerinden, yorgun olmadıkları gerekçesi ile yaşlı rehbere itiraz ederler.
Yaşlı rehberin sözü çok önemlidir.
Evet, sizler dinlenmiş ve yorulmamış olabilirsiniz. Ama, hepimiz o kadar hızlı tırmanıyoruz ki, ruhlarımız bize yetişemiyor. Oturup, dinlenip, ruhlarımızın bize yetişmesine izin vermeliyiz, der.
Bahardı, Corona virüs salgını, ekonomik sorunlar, kuraklık, sıcaklar derken yaz bitti, artık kışa aylarımızı salladık.
Hele hele ülkenin ekonomik durumu, dolar ve dövizin alıp başını gitmesinden sonra, herkesin nefesi kesildi.
Yetmiyormuş gibi bir de gazete ve televizyonlarda sadece ağzı olduğu için konuşanlar yok mu, insanın canına tak dedirtiyorlar.
O yüzden, biraz kendimize gelmek, kendimize bir insan olarak, dışarıdan baksak ne güzel olacak.
Kendimizin sıkıntısı, sorunu olmayabilir, ama unutmayın bizler “komşu, komşunun külüne muhtaçtır” ya da “komşusu açken, tok yatan bizden değildir” anlayışından gelen güzel bir toplumuz.
Tolstoy’un o ünlü “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” dediği sözü gibi, canlı olmayı bıraksak da biraz da insan olmaya gayret etsek mi?
Gerçekten bireyler olarak, toplum olarak çok yorulduk, yordular.
Gelin bizleri yoranları görmezlikten gelip, biraz da kendimize gelmek için, kendimizi dinleyelim.
Televizyonların abuk, subuk programları, gazetelerin uyduruk haberleri yerine “ayağımızı kıçımızın altına alıp”, elimize iki kitap alalım. Birisi ne olursa olsun, ama birisi mutlaka aşk, sevda romanı olsun. Sevgiyi, sevmeyi bir anımsayalım.
Kişiler olarak, toplum olarak yeterince kin ve nefret ektik. Gelin artık şu gönül bahçemizde, vicdanlarımızda az da olsa sevgi fidanları yetiştirip, sevgi çiçekleri açtıralım!..
Ne dersiniz?
***