Duygu Yoldaşlığı | Bell Hooks
Çevirmen: Öznur Karakaş, bgst Yayınları, s.30-35
SEVGİYE UYGUN DÜŞEN YER
Annem sevgiden hiç bahsetmezdi. O ve kız kardeşleri eğlenmeyi seven güzel kadınlardı. Genç yaşta evlendiler, çocukları oldu. Evlilik sevgiden önemliydi. Sevgi sizleri yarı yolda bırakabilirdi. Evlilik güvenli alandı, kadınların hayallerini gömüp yapmacık bir dünya yaratabileceği, -mış gibi yapabileceği ve sonsuza kadar orada kalacağı yerdi. Ergenliğimden önce bile, evlenmek istemediğimi biliyordum. Ebeveynlerimin evliliğine yakından şahit olmuş, bunun bana göre olmadığına karar vermiştim. Bir kavga esnasında anneme kendinden emin bir biçimde bunu şu şekilde ifade ettiğimi anımsıyorum: “Hiçbir zaman evlenmeyeceğim. Hiçbir erkeğin bana ne yapmam gerektiğini söylemesine izin vermeyeceğim.” Elbette, böylece annemin babamın her kaprisini çekmesine dolaylı yoldan meydan okuyordum. 1940’ların sonu 1950’lerin başında evlenmiş olan kendi kuşağının tüm kadınları gibi annem de kadının görevinin erkeğinin arkasında durmak, ona destek olmak olduğunu düşünüyordu. Ona düşen, erkeğinin iradesine itaat etmek, onun tüm ihtiyaçlarını karşılamaktı. Bunun karşılığında erkeği onu koruyacak ve ona bakacaktı. İncil ve kilise, okul ve cemaat, annemin çok sevdiği kadın dergileri bu düşünceleri savunuyordu. Anneannem, baba ve dedem Gus Baba’nın ilişkisi gözlerimi kamaştırmış olmasaydı, muhtemelen bu düşüncelerin üzerimde daha büyük bir etkisi olurdu. Anneannem ve dedem de sevgiden konuşmazdı. Ezelden ebede evliydiler. Çocuk halimizle, ikisinin arasındaki bağa hayran kalırdık, çünkü ayrı odalarda kalıyorlardı. Anne ve babamız neden birlikte uyumadıklarını bize açıklamak istemedi hiç, onlarsa (yani bizim yaşlı, konuşkan anneannemiz ve dedemiz) her zaman her şeyi anlatmaya hevesliydi. Anneannem, dedemin sürekli tütün kokmasına dayanamadığını söylemekten çekinmezdi. Dedemiz malum fena tütün kokuyordu. Sigarasını kendisi sarardı, bu yüzden çekmecelerinde, ceplerinde hep tütün olurdu. Gus Baba, tek başına uyumanın biriyle uyumaktan daha mantıklı olduğu konusunda daha bile katıydı, öyle ya böylece yatağınızı ve odanızı tam da istediğiniz gibi tutabilirdiniz. Anneanne ve dedeme dair en çok bunu hatırlarım. Evli olup da kendi kimliğini korumanın mümkün olduğunu bana bizzat onlar öğretti. Evlerinde anneannem Baba’nın sözü geçerdi. Anneannemin aile ocağını idare edişini izlerken, illa her zaman erkeklerin sözünün geçmediğini öğrenmiştik. Gus Baba rahat, kibar ve yumuşak bir adamdı. Baba’ysa idareyi eline alan, yüzleşmekten çekinmeyen, kural koyan bir tipti; tahakküm kurmayı severdi ve zalim olabilirdi. Küçük bir kızken, babamın, onların geleneksel cinsiyet rollerini böylece tersyüz edişlerini onaylamadığını biliyordum. Babam, düzgün bir ailede erkeğin her zaman tartışmasız hanenin reisi olması gerektiğine inanıyordu. Bizim evde o patriarktı. Sözü yasaydı. Her iki evde de sevgi değil iktidar gündelik yaşama damgasını vuruyordu. Yine de çok erken yaşta, Baba’nın evinin, yani kadının idare ettiği bu dünyanın, anne babamın evliliğinin dünyasından daha nazik, daha yumuşak bir yer olduğunu görebiliyordum. Anneanne ve dedemin arasında huzurlu bir bağ olmasına rağmen annemle babamın ilişkisinin temelinde gerilim ve ihtilaf vardı. Evlilik birinin tepede diğerinin aşağıda olduğu bu iktidar mücadelesiyle benim bununla işimin olmayacağına çok genç yaşta karar vermiştim. Evliliğe ilgimi genç yaşta yitirdim, ama bu kayıp sadece iktidar istencinden daha hayati olan bir sevgiyi arama ve bulma arzumu yoğunlaştırdı. Sevgiye dair fikirlerim aynı zamanda kitaplardan ve televizyondan da kaynaklanıyordu. Ellili yıllarda bir kız çocuk olarak, kadının yerinin evi olduğunu öğrenmiştim. Kaderi iyi bir ev kadını olmak, kocasına ve ailesine şikâyet etmeden hastalıkta ve sağlıkta bakmaktı. Bakım sağlayan kişi olarak üstlendiği rol gereği, aynı zamanda başka herkesin mutluluğundan da sorumluydu. Duygusal refahı sağlamak onun işiydi. Bunu da herkesin ihtiyaçlarını karşılayarak yapıyordu. Çocukluğumda, annemin tüm bu görevleri yerine getirmek için ne kadar çok çalıştığını görmüştüm. Biz (çocukları) onun organizasyon kabiliyetine, her şeyi lütufla, büyük bir yetenekle ve güzellikle yapışına hayrandık. Kendinden bekleneni yapıyordu. Babam işiyle ve keyfiyle meşgulken, o kalplerimizin arzularını yerine getiriyordu. Cömertliğine ve gücüne rağmen, annemin tüm bu hediyeleri verili kabul ediliyordu. Karşılığında hiçbir ödül yoktu. Babamız, yani “patriark,” her zaman onda kusur bulurdu. Bizim annemizde gördüğümüz mükemmellik ona asla yetmezdi. Annem memnun etmek için her daim fazla mesai yapıyordu. Bu onu iyice yıpratmıştı. Yorgun düşen annem orta yaşlarında babamın isteklerine karşı çıkıp ev dışında çalışarak kendini göstermeye çalıştı. O zaman bile babam, annemin bu yeni kazandığı bağımsızlığı elinden almanın yollarını buldu. Orta yaşlarında kendine ekonomik olarak daha çok yetmek ve özgürleşmek için işgücüne dahil olan pek çok evli kadının başına bu gelir. Kocaları kazandıklarına el koyar veya kadının kazandığı parayı bir zamanlar kendilerinin katkıda bulundukları ev masraflarından düşer, kadınların böylece umutları söner. Annem gibi kadınlar işgücüne dahil olarak kendi kendine yeter hale gelemese ve ekonomik özgürlük kazanamasa da, genelde özsaygılarının arttığını gördüler. Bu artış ise nispi de olsa gündelik yaşamlarında bir şeyleri değiştirdi. 0 güzel on altı yaşıma gelmeden, bunun bana göre olmadığını görecek kadar annemin bıkkınlığına şahit olmuştum. Kocasına itaat eden bir eş veya ev kadını olmayacaktım. İşçi sınıfına mensup bir kız çocuk için bu rolün dışına çıkmanın tek yolu eğitimdi. Bizim dünyamızda kadınların evlenmedikleri koşulda elde edebileceği tek kariyer öğretmenlikti. Küçük bir kızken en çok kitap okumayı seviyordum, kitap yazmak istiyordum. Kadınların yazdığı pek çok biyografi, annelerinin eril tiranlar -babalar, erkek kardeşler ve/ya kocalar- elinde acı çektiğine şahit olan kız çocukların bundan travmatik bir biçimde etkilendiğini gösterir. Annelerimizi kurtarmak istemekle kalmaz, asla onlar gibi acı çekmemek için kendi kaderimizi de değiştirmek isteriz. Kaderimi kendim yazmaya kararlı olduğumdan, kabul gören kadın rollerine sırtımı dönmüştüm.
Kadınların kurtuluş hareketinin varlığından haberdar olmadan önce bile genel kabul gören beklentilere isyan etmiştim. Herkese yazar olmak istediğimi, eş veya anne olmak gibi bir niyetimin olmadığını ilan ettiğimde, ailem bu kararı dehşetle karşıladı. İçime şeytan girdiğini düşünüyorlardı. Onların inanç sistemine göre, kadınların ev veya aile istememesi, evliliğe kafayı takmayı reddetmesi doğal değildi. Bu arzulara karşı çıkmak Tanrı'ya karşı çıkmaktı; bu beni günahkâr yapıyordu; yolunu şaşıranlardandım. Yolunu şaşırmış genç kız kimliğimi kabul etsem de, doğuştan ucube gibi hissediyordum kendimi. Bu kimlik benim seçimim değildi; görünmez güçler tarafından bana dayatılmıştı. Elimde değildi. Canım, Oscar Brewer’la el ele tutuşmaktan çok, şöyle güzel bir kitap okumayı çekiyordu. Canımı yaksa da kaderime razı oldum. Anne babam, dini nedenlerle beni kitaplardan uzaklaştırmaya çalıştılar. Beni utandırdılar. Beni aşağıladılar. Beni cezalandırdılar. Bu kitaplar beni mahvediyordu, aklıma bir sürü fikir sokuyor, ağzıma laflar dolduruyordu; bütün bunlar bir kadının iyi bir ev kadını olma kabiliyetini mahveden şeylerdi. Babam yanımızdayken, annem de bu görüşleri onaylardı. Ancak babam evden çıktığında, gündelik yaşamımızın üzerine düşen gündüz gölgesinde babam işteyken, annem beni okumaya teşvik ederdi. Okul yıllarından, yazar olma arzusundan söz ederdi. Karakterindeki bu bölünme, özel hayatında ataerkiye karşı tek isyan sahasıydı. Evliliğinde hissettiği yoğun hayal kırıklığını açığa vurduğu alandı. Değer gördüğü, ilgilenildiği, korunduğu, sevildiği, güvenli bir yer olmamıştı evlilik. Yine de nihayetinde, gecenin kasveti çöküp de Babam eve geldiğinde, hâlâ 1950’lerin annesiydi. Bense doğuştan ucube olarak kaldım, biyoloji kaderdir fikrine direnmeye çalışan, doğal olmayan kadınlardan biriydim. O günlerde zamanın sözde büyük psikologları bundan kaçış olmadığını onaylıyordu. Kadınların edilgen olması normaldi. Her türlü fail olma arzusu patolojikti. Erkeğiyle, onun üzerinden kendini tatmin etmesi gerekirdi. Bundan fazlasını arzulayan bir kadın şeytani düzeyde yıkıcıydı, deliydi ve iğdiş ediciydi. Alttan alta değiştirebileceğime inanıyorken dahi, yeter miktar utanç ve kendinden nefretle, kaderimi kabul ettim. Beni olduğum gibi sevecek bir eş bulabileceğim ihtimaline ve onu bulacağıma inandım. Her şeye birden sahip olabilirdim ve olacaktım: Fikirlerim, kitaplar, yazılar ve sevgi. Bunun gerçekten mümkün olduğunu doğrulayan tek dünya kitapların dünyasıydı.
Kitaplar evlilikle sevgiyi birbirinden ayırmama yardımcı oldu. Küçük bir kızken evlilikten vazgeçmiştim ama tüm kalbimle her şeye kâdir kurtarıcı sevgiye inanıyordum. Gerçek sevgi ve mükemmel birliktelik, dünyama peri masalları, sonrasında da romantik kitaplarla girmişti. Bu hayal ürünü hikâyelerden, ruh eşini bulmanın, bu eşle çocukluğun yaralarının iyileşmesinin mümkün olduğunu öğrenmiştim. Külkedisi, esas örnekti. Kader, Külkedisi’ni acının ve adaletsizliğin kurbanı olmaya ittiyse de sevgi onu kurtarmıştı. Pamuk Prenses, Rapunzel ve kaybolup da evinin yolunu bulan tüm hikâye kahramanları gibi çocukluğumun sevgisizliğinden kurtarılacağıma inanıyordum. Sevgiyi bulmak yaralarımı iyileştirecekti.
—