Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nde bir telif davasının hikâyesi
Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nde bir telif davasının hikâyesi
Ülkemizde yeni yeni terennüm edilen telif ihlallerinde davaların çoğu; bilgisayar gibi çeşitli program patent sahipleri ve müzik emekçileri tarafından açılmakta.
Edebiyat dünyasında telif ihlali yaşanmıyor sanmayın. Asıl intihal vakaları orada ancak yazarın fark etmesi zaman alıyor. Fark ettiğinde de tam olarak ne yapacağını bilemiyor.
Dursaliye ŞAHAN
Bu konuda üyelerine gerekli desteği vermesi gereken Türkiye Yazarlar Sendikası başta olmak üzere diğer dernekler ve meslek birlikler bu konuda hem yetersiz hem de duyarsızlar.
Öte yandan mahkeme ve dava para demek. Bildiğiniz gibi yazarların çoğu mütevazi bir yaşam sürüyor.
Hâl böyle olunca çalan ihya oluyor, yazar da çoğunlukla üzerine bir bardak su içiyor.
26 Nisan Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nde Kültür Bakanlığı’nın ne tür etkinlikleri oldu bilemiyorum?
Ancak ben başımdan geçen telif mahkemesinin hikâyesini, güne binaen sizlerle paylaşmak istedim.
Öykücüyüm. Tevazu gösteremeyeceğim, bütün hikâyelerimi ve yarattığım kahramanlarımı çok severim. Çoğu hayatın tam ortasından yüreğime damlayan duygu seli ile başlamıştır.
Davaya konu olan ve İnternet ortamında ise ilk kez Işikbinyılı.Org sitesinde Aralık 2005’te yayınlanmış olan Güvercin’de ise, atom bombası önümde patlamış gibi oldu.
90’ların sonunda, bir köy evinde gözüme takılan, kalabalıkların horladığı küçük, çilli kız ürkek bir Güvercin’e benziyordu.
Nereye kaçacağını bilemeyen korkmuş bir çocuk. Ne sorsam konuşmuyor. Dili tutulmuş gibi. İrileşmiş göz bebekleri ile sadece bakıyor.
Birileri havada kalan sorularımı güya yanıtlıyor:
“En yaşlı erkeğe verilecek.”
“Bedel geldi.”
“Ay hali görsün diye bekliyoruz.”
Tepkilerime aldırmıyorlar.
“Buralarda küçük gelin çoktur.”
“Küçük gelinler, küçük damatlarla evlenir aslında. Onlar normal evliliktir.”
“Bazen de iki aşiret arasında kan dökülmesin diye küçük kızlar bedel verilir.”
“İşte biz de bu pisi bedel aldık. Kan dökülmesinden iyidir dedik.”
“Şimdi en yaşlı adama gelin olacak. Aşireti cezalansın diye.”
Sanıyorum ki resmi makamlar bu olaylardan habersiz. Şehre koşuyorum. Telefonlar, mektuplar, ihbarlar… Bir heykel kadar sakin, donuk donuk yüzüme bakıyorlar. Bölge halkının geleneklerine saygıdan filan söz ediyorlar.
Kadın grubu olarak toplanıyoruz.
“Türkiye bu çocukların sesini duyacak.”
Güvercin projesini böyle yazmaya başlıyorum. Öykü, sinopsis, çerçeve öykü, ana karakterler, çatışma haritası, bölge ve çocuk gelinler hakkında bilgi… Tam 156 sayfa.
Hiç vakit kaybetmeden, internetten bulduğum bir yapımcıya telefon açıyorum. (Takvim 2005’in Eylül ayını gösteriyor.)
“Bir film hikâyem var ilgilenir misiniz?”
Adının Nezihe (Dikilitaş) olduğunu öğrendiğim hanım, başından savar gibi konuşuyor.
“Postalayın bakalım.”
Aynı gün postaya veriyorum. Bir hafta sonra arıyorlar. Bu kez Nezihe Hanım çok ilgili.
“Hikâyenizi beğendik ama dizi yapmak istiyoruz. Yan hikâyelere ihtiyacımız var. Küçük kızın ortamını, ailesini, çevresindeki olayları görmek istiyoruz. Duygularını biraz daha açın. Mesela iki ailenin motivasyonu neydi?”
Yapımcı firmayla telefon trafiğimiz gün geçtikçe artıyor.
“Bu kızın aşık olması gerek.”
“13 yaşındaki çocuk mu aşık olacak?”
“Ha biz yaşını büyüteceğiz biraz. Yani yine küçük olacak ama. Mesela 17.”
“Yüz yüze konuşsak belki daha iyi olacak.”
Uçağa binip İstanbul’a iniyorum. Ertesi gün tekrar telefonlaşıyoruz.
Nezihe Hanım bu kez kısa konuşuyor:
“Üzgünüz. Sizin projenizden vaz geçtik. Gül Hanım başka bir proje üzerinde çalışmaya başladı.”
Hayal kırıklığına uğruyorum ama kuşkulanmıyorum. Sonuçta piyasanın deneyimli ve tanınmış yapımcılarından biriyle muhatabım.
Aynı günlerde Amerika’da yaşayan arkadaşım Bircan’a (Ünver) fikrini almak için projeyi yolluyorum. O da çok beğendiği için kurucu ve genel yayın yönetmeni olduğu kamu yararına yayıncılık yapmakta olduğu Işık Binyılı’nda yayımlıyor.
Londra’ya dönüyorum. Türkiye, olaylar ve Türk televizyonu biraz geride kalıyor. Şubat (2006) ayında arkadaşlar arayıp, “Senin hikâyene benzer bir dizi başladı,” diyorlar. Kontrol etme gereği bile duymuyorum.
Bir yıl sonra Bilgi Üniversitesi hocalarından Aylin Doğan arıyor.
“Mia Yapım’dan Banu (Akdeniz) Hanım proje istiyor. Senin Güvercin Projesini çok beğenmiştim. İstersen gönderelim.”
“Nasıl olsa rafta bekliyor. Gönderelim.”
Proje gidiyor. Banu Hanımın yanıtı bir yazara yapılabilecek en ağır hakaret niteliğinde:
“Biz özgün hikâye arıyoruz. Dursaliye Hanım Sıla’ya çok özenmiş.”
Bir gariplik var. Son zamanlarda projeyi okuyanlardan arada bir bu ‘Sıla’ sözcüğünü duyuyorum.
İnternetten indirip izlediğim o ilk bölümle şok yaşıyorum. Yanımda gazete okuyan eşime dönüp, mırıldanıyorum.
“İnanılmaz ama gerçek. Hikâye çok ama çok benziyor.”
Bilgisayarın fişini çekecekken, ekrandaki jenerikte;
Genel Koordinatör
Nezihe Dikilitaş
Öykü ve Proje
Gül Oğuz
Most Yapım
Şaşkınlıkla Nezihe Hanımı arıyorum.
“Nezihe Hanım hani siz benim projemden vaz geçmiştiniz.”
“Ne olmuş?”
“Yapmışsınız işte. Güvercin Projesi Sıla dizisi olmuş.”
Birkaç saniye ses kesiliyor. Sanıyorum ki, Nezihe Hanım, özür dilemek için uygun cümleler arıyor. Ben de, “Bu yaptığınız ayıp. Hayır niye böyle bir şey yaptınız ki? Ne gereği vardı? Cık cık! Yakıştıramadım,” filan diyerek telefonu kapatacağım ve olay belki de kapanacak.
Hiç beklemediğim bir cümle duyuyorum:
“Sizi hiç, ama hiç hatırlamıyoruz.”
O anda hiç düşünmediğim bir yanıt veriyorum.
“Mahkemede hatırlayacaksınız.”
İhtimal vermemiş olmalılar ki, bu konuşmadan sonra davayı açmadan altı ay bekledim. Bir telefon açıp özür dilemeyi, telafi etmeye dahi yeltenmediler.
Reytingleri sallamışlar. Dizi kanalın göz bebeği olmuş. Sıla’dan sonra töre dizileri patlamış.
‘Öykü yazarı, yönetmeni ve projenin sahibi’ görünen Gül Oğuz sadece hatırı sayılır bir para kazanmamış, bildiğiniz fenomen olmuş. Söyleşiler, televizyon programları, kadın derneklerinden ödüller…
Örneğin, Sabah Gazetesinden Eylem Bilgiç’in, “Sıla’nın öyküsünü siz yazıyorsunuz. Bu öykü nasıl doğdu?” sorusunu aynen şöyle yanıtlıyor: “Öykü aslında yarım saat gibi kısa bir zamanda çıktı.” (1 Kasım 2007)
Milliyet Gazetesinden Elif Beköz Ünyay’la yaptığı söyleşide ise; “Hikâyenin gücü var. En önemlisi senaryo. Onun dışında istediğini yap fayda etmez. Senaryon iyi değilse hiçbir şey ifade etmiyor,” diyor. (14 Aralık 2007)
Dava açacağımı duyanlar biraz şaşırıyor.
“Burası Türkiye. Sana bu davayı kazandırmazlar.”
Bu arada 2008 yılında telif konusunda uzmanlaşmış avukat bulmak Nasa’da çalışmış birini bulmak kadar zor görünüyor.
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Kimseyi dinlemiyorum. Hukuk kitaplarını alıp telif konusunu sular seller gibi ezberliyorum.
Avukatım Kamil Tekin Sürek net bir dille kaybetme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyor.
Aldırmıyorum. Bir kez karar vermişim. 31 Aralık 2008 tarihinde davayı açıyorum.
İtiraf edeyim, her duruşma benim için yeni bir sürpriz oldu.
7 Nisan 2009 tarihindeki ilk duruşmadan itibaren karşı taraf telif yasasını hiç duymamış, okumamış gibi davrandı.
“Telif konusunda aslolan noter tasdikidir efendim!”
Ancak o noter tasdiki bir türlü gelmiyor. Bu arada ben 28 Eylül 2005 tarihli noter tasdikimi dosyaya sunuyorum. Zaten yayımlanmış bir eser. Ulaşılabilirliği var. Kaldı ki, Nezihe Hanımla birbirimize gönderdiğimiz elektronik posta kanıtları da dosyada.
Nihayet Gül Oğuz adına 6 Ocak 2006 tarihli noter tasdiki geliyor. Benden aldıkları projeyi çok küçük değişikliklerle kendi üzerlerine noter tasdiki yaptırmışlar. Muhtemelen benim noter tasdikim olmadığını düşünüyorlardı.
Haliyle mahkeme ilk tasdiki geçerli kabul ediyor. Karşı tarafın elinde koz kalmayınca kendince savunma vermeye çalışıyor:
“Efendim Orhan Pamuk gibi telif istemektedir. Oysa Dursaliye Hanım tanınmamış bir yazardır. Biliyorsunuz müvekkilimiz Gül Oğuz bütün Türkiye’nin tanıdığı ünlü bir yönetmendir.”
Hukuk dilini bilmiyorum aklımdan geçenleri söylüyorum.
“Dağdaki çoban bile olsam, hikâye benimse benim demektir ve hukuk önünde sizinle eşit sayılırım.”
Sanıyorum ki, karşı taraf bir hukukçu olarak bunu bilmiyor.
25 Haziran 2009 tarihinde Hakim dosyayı bilirkişiye havale ediyor. Usule göre, bölüm senaryolarının bilirkişiye gönderilmesi gerek ama karşı taraf ipe un sermekte maharetli. Senaryolar bir türlü mahkemeye gelmiyor. Birkaç ihtardan sonra kocaman bir balya geliyor. İçime bir kurt düşüyor, mahkemeye gidip senaryoları kontrol ediyorum.
Aaaaaaa! Evet her seferinde bir çığlık. Oynayan dizi ile mahkemeye sunulan senaryolar farklı! Benzer yerler tek tek çıkarılmış. Daha doğrusu çıkarılmaya çalışılmış. Yani 79 bölüm senaryo ayıklanmış ve değiştirilmiş olarak yeniden yazılmış. Amaç, mahkemeyi, bilirkişiyi ve davacıyı yanıltmak.
Mahkemeyi uyarıyoruz. Nihayet Hakim dizinin seyredilerek rapor edilmesine karar veriyor.
O arada Kültür Bakanlığı’nı arayıp telif yasasındaki eksiklikler konusunda naçizane önerilerde bulunuyorum. İlgileniyorlar. Benzer şikayetler özellikle müzik piyasasından alınmış.
Sonra Fransız Konsolosluğu’nun bir toplantısında o tarihlerde RTÜK başkanı olan Zahid Akman’la karşılaşıp ayak üstü sohbet ediyoruz. O da hak veriyor.
“Telif yasası yeniden ele alınmalı. Kanallar gelen projeleri daha titizlikle seçmeliler. Sizi kutluyorum. Bütün sanatçılar sizin gibi eserine sahip çıkmalı.”
Böylece bilmeden bize fikir vermiş oluyor. Kadın Yazarlar Derneği olarak imza kampanyası başlatıyoruz: Kanalların yapımcılara özgün eser taaddüt koşulu getirmelerini istiyoruz. Meslek örgütleri ve yazarların çoğu tereddüt etmeden imzalıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz başlangıçta verdiği imzayı bir süre sonra çekiyor.
Sinemacı Yazar Senarist Levent Kazak, Profesör Dr. Mustafa Özkan ve Hukuk Doçenti İlhan Yiğit imzalı bilirkişi raporu nihayet geliyor:
Sıla dizisi Güvercin Projesi’nden esinlenmeyi aşan biçimde aleni olarak intihal edilerek yapılmıştır.
Karşı taraf itiraz ediyor. Ek rapor isteniyor.
Bilirkişi sinirlenmiş olmalı. Bu kez bölüm bölüm, dakika dakika benzerlikleri işaret ederek raporu inceden inceye açıyor. İkinci rapor şüpheye ve itiraza mahal vermeyecek ölçüde net. Yine de karşı taraf ‘Nayır’larında ısrarlı.
İşte tam o arada garip bir tesadüf oluyor. Sinemacı Fatma Nur Sevinç’den bir telefon alıyorum.
“Bir dizi projemiz var. Senin öykülerini beğenmiştim ben. Bize öykü yazar mısın?”
İki kadın üzerine şekillenmesi istenen projeye birkaç tane hikâye gönderiyorum.
Fatma Nur Sevinç tekrar arıyor.
“Dansöz hikâyesini beğendik ama kanal radikal buldu. Dur ben sana projenin ana hatlarını gönderiyorum. Ona göre yaz.”
Elektronik posta ekinde gelen Word dosyasını açıyorum. (Halen saklarım.) Dosyanın başında aynen şöyle yazıyor:
Arzu ve Zehra
Proje ve Öykü: Gül Oğuz
Fatma Nur Sevinç’i az çok tanıyorum. Böyle bir ayak oyununa alet olmayacak kadar dürüst bir insan.
Anlaşılan o ki, Gül Hanım yanında çalışanlara “Hadi kollarınızı sıvayıp beni meşhur edecek yeni bir hikâye bulun,” demiş olmalıydı.
O günlerde kim bilir benim gibi kaç yazar aranmıştır?
İlk duruşma da bu yazışmaları açıkladığımda Hakim, firmanın çalışma biçimine kanaat ediyor elbette.
Duruşma gününün akşamı firmadan bir telefon: Gül Hanım buluşmak istiyor. Tabii ki bu daveti reddediyorum.
Dava 25 Mart 2011 de sonuçlanıyor:
Most Yapım ve Gül Oğuz, Güvercin Projesinden intihalle (çalarak) 79 bölümlük Sıla dizisini yaptığı için maddi manevi tazminata mahkum ediliyor.
Hırsızlık nihayet tescilleniyor.
Bu kez ben telefon açıyorum.
“Buyurun Gül Hanım halen buluşmak istiyorsanız görüşebiliriz.”
Davanın başından beri kafamda bir soru var. Cevabını öğrenmek istiyorum: Büyük bir yapımcı, bir kadın böyle bir suçu neden işler ki?
Kumkapı Ziya Restorantta buluşuyoruz. Duruşmalarda avukatıyla beni şaşırtan Gül Hanım bu kez bizzat kendisi beni şaşırtmaya devam ediyor. Hiçte intihal yapmış bir insanın huzursuzluğunda görünmüyor. Son derece rahat ve kendinden emin. Yudumladığı kahve fincanını ters çevirirken, “Haber filan olamaz zaten. Biz büyük bir firmayız, tanırlar” filan diyor mesela.
Kapatılmış fincana uzanıyorum. Hayatımda ilk kez fal bakacağım.
“Çok meşhur olacaksınız! Abdullah Gül’den bile daha meşhur olacaksınız.”
Şaşırıyor ama anlam veremiyor. Eğer küçücük bir pişmanlık gösterip, temyize de gitmeselerdi inanın basına gitmek gibi bir niyetim de olmayacaktı.
Bekliyorum. İçinde Güvencin’in kısa öyküsü olan ‘Hikâye Hırsızı’ isimli öykü kitabım çıkıyor.
13 Eylül 2011’de gece yarısı, artık vaktidir diyerek ajanslara küçük bir paragraf gönderiyorum.
Haber sabaha karşı bütün internet sitelerinde, ertesi gün bütün ulusal basında patladı. Öyle ki bir anda Arap basınında bile çıktı.
Efsane dizi Sıla çalıntı çıktı
Televizyon dünyasında bir ilk
Töre dizisine İntihal suçlaması
İki yıl sonra avukatlarım Kamil Tekin Sürek ve Sera Kadıgil ile birlikte Ankara Yargıtay Dairesi 11.Fikri Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’ne sözlü duruşmaya gittik. Beş yıl süren dava boyunca Gül Hanım ilk ve son kez duruşmaya katılıyor. Avukatından biri telif konusunda otorite. Profesör Dr Hamdi Yasaman.
Hukuk her şeye rağmen hırsızlığı, suçu inkar etmek olmamalı. Örneğin Yasaman gibi deneyimli, uzman bir hukukçu davanın sonucunu kestirip hukuka olan inancıyla müvekkilini daha doğru yönlendiremez miydi?
Karşımızda tam beş tane Yargıtay Üyesi var. Gül Hanım ağlamaklı:
“Efendim, adımın önüne hırsız kelimesinin gelmesini istemiyorum.”
Ben öfkemi yenmeye çalışıyorum:
“Efendim Gül Hanım yıllarımı verdiğim projemi yarım saatte yazdığını söylüyor.”
Aynı günlerde Hikâye Hırsızı kitabım Abdullah Baştürk Edebiyat ödülünü kazandı.
Bir hafta sonra Artemis Ören Tatil Köyünde kahvaltıda telefonum çaldı. Yargıtay’ın onama kararı ile ilgili mutlu haberi alınca çocuklarıma sarıldım.
Nihayet bitti düşüncesi ile seviniyordum ama Avukatım Kamil bey “Yüksek Mahkemeye gitmişler,” dedi.
Yargıtay kararı arkasından Yüksek Mahkeme onayı da tekrar bütün basında haber oldu.
Böylece bir intihal vakası, beş yıl süren bir davayla hukuk önünde cezalandırılmış oldu.
Sizlere dava sürecini kısaca anlatmaya çalıştım. İnanın bir romana malzeme olacak kadar ilginç olaylar yaşadım.
Haklı davamda yanımda olan arkadaşlarıma, Bircan Ünver’e ve desteklerini esirgemeyen (Cahit Suluk gibi) hukukçu dostlarıma, avukatlarıma, İstanbul 1. Fikri Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Hakimi Hazal Zengingül’e minnettarım.
Güvercin-Sıla davası hukuk kitaplarına örnek Yargıtay kararı olarak girdi.
Geçtiğimiz yıl Hikâye Hırsızı kitabım Birbeck Üniversitesi’nde Nurcan Ilgın’ın ‘Dünyada Çocuk Gelinler’ başlıklı tezine konu oldu.
Senaristler Derneği’nin sloganı ile hoşça kalınız…
Yağma yok, telif var!
– . –
Işikbinyılı.Org’un notu:
Bu senaryo hikayesinin sitemizde Aralık 2005’ten itibaren yayında oluşu nedeniyle, özellikle de mahkemede kanıt karartmak amaçlı olsa gerek, sitemiz iki kez ilki Ekim 2013‘te ve ikincisi olarak da Haziran 2014‘te “hacklen”mistir. Böylece sadece, “Güvencin” senaryosunun sitemizde yayını değil tüm sitemiz ve diğer tüm yayınlar karartılmış ve yayın haklarımız ihlal edilmiştir.
2005 yılından itibaren yayında olan bu site, “haklenmeler” sonucu görmüş olduğu teknik hasarlar kadar katılımcı-gönüllü kaybını ise halen telafi edememiştir.
Güvencin senaryosu’nun sitemizde ilk yayınlanmış olduğu haliyle korunmasına ve ilgilisine ulaşılır kılınmasına ise tüm yayınlarımızda olduğu gibi, tüm güçlüklere rağmen, özen gösterilmiştir.
Kaynak: ©Dursaliye Şahan, Işikbinyılı.Org, 2 Mayıs 2017 | www.isikbinyili.org