Dolar 34,7568
Euro 36,7046
Altın 2.960,60
BİST 9.886,05
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 11 °C
Hafif Yağmurlu

DİL YARA (TI) SI | Aziz Kemal Hızıroğlu

15.10.2020
975
A+
A-
DİL YARA (TI) SI | Aziz Kemal Hızıroğlu

“ Kağıt yazıyla, resimle anlam kazanıyor. Ama, o resim ya da yazıyı değerli sayanlar için…

O yazıyı sökemeyenler için, resmi anlamayanlar için kağıt kirlenmiş, karalanmıştır. (Sennur Sezer)

Dil; bir insan topluluğuna özgü olan, o topluluktaki bireylerin duygu ve düşüncelerini anlatmak ve birbirleriyle iletişim kurmak için kullandıkları sesli ve kimi zaman da yazılı göstergeler dizgesidir Sanat; bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılıktır. Edebiyat; olay, düşünce, duygu ve imajların dil aracılığıyla biçimlendirilmesi sanatıdır.

(Dil ve Yaratıcıları):

Bu üç olgu da doğrudan insanla ilgili olup, insanın olduğu her yerde vardır. Sözümüze başat olgu “dil”in göksel bir yaratı olmadığını söyleyerek başlayabiliriz. ’Dili yaratan halktır. Halkın dilini yaratmaktaki amacı da doğal, toplumsal ve teknik çevresiyle olan çok yönlü ilişkilerini düzenlemek ve bütün birikimini geleceğe aktarmaktır.’ (1) Yani dil, geleneksel bir bellektir. Günlük yaşamın dinamizmi, toplumun bugününe ve yarınına ilişkin maddi ve manevi kültür değerlerini oluşturmaya hizmet eder. Dille yaratılan sözlü edebiyat ürünleri de (atasözleri, deyimler, masallar, efsaneler, koşuklar, koşmalar, destanlar, türküler, vb.) her şeyden önce değerler dizgesinin eğitimini amaçlar. “Halkın sözlü edebiyat yaratıları, toplumun değerler dizgesini oluşturur; aynı zamanda bu değerler dizgesinin korunmasını ve geleceğe aktarılmasını da öngörür. Sözlü ürünlerin geçmişte genellikle törensel toplantılarda ya da günlük yaşamın kimi evrelerinde sesli olarak, kimi kez müzik eşliğinde yinelenmesi, ortak bilincin güncelleştirilmek istendiğini gösterir. Bireyselliği unut(tur)ulmuş anlatılar, bu süreçte ortaklaşa

alımlanır.”(2)

Dil, bütün içerdikleri ile kutsal bir mirastır. Ancak dilin kutsallığı, dünyaya açılma sürecinde kültürel nitelik kazanır. Daha öncesinde ortaklaştırılan sözlü ürünler, yazılı kültüre geçme aşamasında kültürel farklılaşma da yaratır.” Halk, sözlü kültürde ortaklaştırdığı değerleri korurken, yazılı kültürde bireyselleşmeye de olanak tanır. Ortak törensel toplantılarda dinleyici ve katılımcı olan halk, yazılı kültür sürecinde bireysellik kazanmış okur durumuna gelmeye başlar. Ancak halkın dilinden yola çıkıp özgül anlatım örnekleri sunan bireysel yazılı edebiyat ürünleri; söylem, anlatım ve sözvarlığı açısından halkın diline yeni olanaklar katarken yeni bir ayrışmayı da gündeme getirmiştir. Bu ayrışma, sözlü geleneğin ortaklaşalığı karşısında yazılı geleneğin bireyselleşmesinde ortaya çıkar; paylaşım ise bireysel tercih olarak kendini gösterir.”(3)

Yaşama alanlarının genişlemesi, bilim ve teknolojinin akıl almaz ilerleyişi, her alandaki ilişkilerin sıklaşması ve yoğunlaşması, bir gözlem ve saptama kurumu olan dile de, söylem ve sözvarlığı açısından yansımaktadır. Halk, geçmişin dinleyici / katılımcılığıyla, bugünün seçimi kendisine bırakılmış edilgin okurluğun arasında sıkışıp kalmış gibi görünmektedir. Çünkü okur-yazarlık düzeyi istenilen ölçüye ulaştırılamadığından yazılı dilden yeterince yararlanamamaktadır. Okurun edilgenliği, çekimserliği ve uzaklığı; örgün ve yaygın eğitim araç ve yöntemleriyle etkenliğe, benimsemeye, paylaşmaya dönüştürülebildiği oranda, dil de bundan olumlu yönde etkilenecektir.

Dilsiz bir halk düşünülemediğine göre, halksız bir dilin var olması da olanaklı değildir. Dil ve halk, her bağlamda birbirlerinin bütünleyicisidir. Ve hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, geçerli geleneksel değerlerini, haklı olarak sıkı sıkıya korumaya çalışan halk, çağdaş yaşamın getirdiği değerlere ilgisiz kalamaz. “Sözlü dil, yazılı dilin temelini oluşturur; ancak sözlü dilin yazılı dilden etkilenmesi, özellikle yazılı dilin yaratıcı ve kullanıcılarının özverili katkılarını gerektirir. Sözlü dili yaratan halk, yazılı dile de açık olduğunu çeşitli vesilelerle göstermektedir.”(4)

(Anadilimiz):

“ Edebiyattan korkan egemen çevreler haklıdır. Çünkü dili anadildir. Yaratıcısının anadili… Oysa öteki sanatlardan, nerdeyse tamamının kendine özgü, ayrı bir anlatım dili var. Bir teknik dil var; üstelik bu teknik diller, genellikle de evrensel.” (Demirtaş Ceyhun)

Her topluluğun farklı bir anadili vardır. Anadilin tanımını da kısaca şöyle yapabiliriz: ‘Dilsel gelişim sürecinde, başka dil durumlarının kökeninde bulunan dil durumu.’ Genel olarak dil dendiğinde anadili, tek tek anadilleri anlamak gerekmektedir. Çiçeklerin dili, renklerin dili, mantık dili, aşk dili, sinema dili vb. dillerin hiç biri anadil değildir. Bunlar özel durumlarda başvurulan özel ve yapma dillerdir. Hiç kimse anadilini sınırlı bir görevi yerine getirmek için kullanmaz, kullanamaz; çünkü anadilini kendisi yapmış değildir. Anadilimiz, özel dillerden öncedir, hepsini kuşatır. Anadil doğarken getirilmez, sonradan edinilir. Her bakımdan beslendiğimiz, sonra da bir şeyler katmayı denediğimiz; içinde yaşadığımız çevrenin, kendi çevremizin dilidir. Kim, kaç dil bilirse bilsin; ruhuna ve yaşama sevincine sinmiş olan ve nerdeyse alınyazısı diyebileceğimiz anadilinden başka hiçbir dilde özgürleşemez ve de yücelemezmiş gibi geliyor bana…

(Dil, Yaşam, Edebiyat):

Yanlış yaşamın doğru bir dili olamayacağı gibi, yanlış dilin de doğru bir yaşamı karşılayamayacağını düşünüyorum. Yaşam ve dil birbirini kollayan, etkileyen, tamamlayan, değiştiren iki olgu olduğuna göre; birinin olumluluğu diğerini güzelleştirecek, olumsuzluğu ise çirkinleştirecektir.

En büyük usta yaşamın kendisidir. Canlı, düşünen ve sözcüklerden oluşan dil’i yeniden, yeniden besler… Rutinleşen, anlamsızlaşan, parçalanan, parçalattırılan tüm değerleri yeniden kurgulayarak (ve/veya üreterek) insana sunmak görevini; hiçbir çıkar gözetmeksizin ve tam tersine dıştan gelen ya da içsel acılarla yüklenmiş edebiyatçının, yaşamı yazıda insanileştirme çabalarının yüceliğini anlatabilecek bir sözcük var mıdır bilmiyorum. Erki elinde bulunduranların, erklerini korumak adına kültürel ortamda mevcut (veya yarattıkları) kopuklukları, gedikleri, zaafları büyütme girişimlerine direnen ve sadece dil gücüyle bu açıkları kapatmaya çalışan edebiyatçının onuruna, emeğine ve şövalye ruhuna selam olsun… Emir-komuta zinciriyle hüküm süren; klânlar, küçük egemenler, cemaatler, güruhlar, kitleler yaratan global erk karşısında; onların yerel ve bölgesel işbirlikçilerine rağmen insana ve bireye önem veren; inatla, dirençle ve aydınlık yüzleriyle hep insan için üreten edebiyatçılar, çekilen acıların boşa gitmediğini gösterdiler, gösteriyorlar, gösterecekler…

Yüzyılların yazınsal birikiminden yaşamı ve dili devralmak konumunda olan; dilden ve yaşamdan başka besin kaynağı bulunmayan edebiyat ve edebiyatçıların; dili ve dolayısıyla -aileden iş yaşamına dek- tüm yaşamı gerilere çekilmek istenen bir toplumda bile, bireysel çabalarıyla gelişimlerini gerçekleştirebilmeleri insanüstü bir emeği gerektiriyor. Çünkü edebiyatçı biliyor ki, edebiyat; insanın ufkunu genişletip insanlara, doğaya ve topluma yeni(lenmiş) gözlerle bakabilmeyi sağlar. Ve edebiyat, insan yaşamının bir kesitinde (sürecinde veya tamamında) insanın bilincini, yüreğini ve ruhunu mutlaka varsıllaştırır. Burhan Günel bir yazısında öykücünün niteliklerini sayarken, sanki bütün edebiyatçıların niteliklerini vurgulamakta ve okuyucu ile yazar arasındaki ilişkiyi bir şair inceliğiyle imlemektedir: “ Öykücü yalınayak dolaşır; unutulmuş toprak sıcaklığıyla insan sıcaklığı arasında köprüler kurar.” (5)

Ancak burada; özelinde edebiyatçılar, genelinde tüm sanatçıların yaşamları ve varoluşları ile ilgili bir saptamayı kesinlikle vurgulamak gerekiyor : Yaşadığı çağa ‘ışık düşüren öz’ü getiremeyen ve biçimlerini o özlere göre kuramayan sanatçılar, ya yozlaşarak sürdürürler varoluşlarını ya da unutulur giderler. Çok özel nedenlerle kısa bir süre için ünlü veya medyatik olmaları, bu genel doğruyu değiştirmez. Sanatçı sadece; ışık düşüren özü, onun biçimini ve güzeli arayan inatçı bir kâşiftir. Peşin yargılar ve tanımlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Güzelliğin ancak yaratıcı çalışma içinde ortaya çıktığına değgin saptamayı bir de Melih Cevdet Anday’ın ‘Şiir ve Matematik’ adlı yazısından okuyalım : “Hangi estetikçi güzel’i tanımlayabilmiştir ki ? Bir sanat yapıtının güzelliği formüllerden çıkmaz, ‘ yaratıcı çalışma’ içinde birden ortaya çıkıverir. İşte bu yüzden yapısalcılar bir şiirin, bir resmin, bir müziğin yapısal özelliklerini araştırırlar, güzelliğini değil… Yapısalcılara göre :Yapısal açıdan kusursuz olan bir sanat yapıtı güzel olmayabilir, ama güzel bir sanat yapıtı yapısal açıdan kusursuzdur…” (6)

(Dil Kirlenmesi):

Çağımızda; bütün dünya dilleri için olduğu kadar, Türkçemizin de kirlenmesiyle ilgili yaygın bir sitem ve tespit vardır: Bu sitem ve tespite göre; aileler kendi çocuklarının dil yetileri ve kullanımlarından habersiz; okullarda dil öğretimi yeterli değil; kitle iletişim araçları yüzünden diller bozulmakta ve tek boyutlu bir dile dönüşmekte; genç kuşaklar dilin zenginliği olan atasözleri ve deyimleri bilmedikleri için kullanmamakta ve bunun sonucu olarak konuşma ve yazı dili yoksullaşmakta; yazarlar ve düşünürler dilsel öncülüklerini yitirmekte ve bu rolü kitle iletişim araçlarının çalışanları ele geçirmektedir…

80’li yıllardan itibaren çevirmenliğin, yazarlığın ve yazar adaylığının kirlendiğini söyleyen Özdemir İnce, ‘Bu Türkçe İle Yazar Olmak Mümkün mü?’ adlı yazısında bu konuyu şöyle irdeliyor : “Kötü çevirmenler kaynak dilin yapılarını Türkçe’ye aktardıkları için Türkçe’nin yapısı ve kendine özgü mantığı bozuluyor. Genç yazar, iyi örneklerden yoksun olduğu için bu çarpık yapılara göre Türkçe cümle kuruyor. Ortaya çıkan sakat bir Türkçe… Bu hilkat garibesi, özürlü Arşak Palabıyıkyan Türkçe’sini eleştirdiğiniz zaman alacağınız yanıt hemen hemen aynı: ‘Bu benim üslûbum…’ Bu özürlü Türkçe ile yazılmış metnin yazınsal yapıdan yoksun olduğunu söylediğiniz zaman da alacağınız yanıt hazır: ‘Ben postmodern yazıyorum…’ Bireyleri, toplumun egemen zihniyeti biçimlendirdiğine göre; ‘ talan düzeninin yazar adayları’nın yüzde doksanından fazlasının dilsel özürlü olmasına şaşmamak gerekir. (…..) Adam defterdarlığın pencere camını kırdığı zaman devlet malına zarar verdiği için mahkemeye veriliyor, ama ağzından ya da kaleminden çıkan her sözcükle, kurduğu her cümle ile Türkçe’yi katlediyor, kimse kılına dokunmuyor; tersine, kamusal zenginlik olan dili kötü kullandığı için üslûp sahibi yazar sıfatı kazanıyor ve belki de ödüllendiriliyor.” (7)

Dil kirlenmesiyle ilgili sözlerimi, Füsun Akatlı’nın; evlere, duvarlara, sokaklara, okullara, çalışma odalarına ve tüm kitle iletişim araçlarına ait kurumların kapılarına asılması gerektiğini düşündüğüm bir yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum: “ Yazanlar, yazarlar, edebiyatçılar, düşünürler için söylüyorum: Dil bilinci kişiye soluk alma doğallığınca yerleşmeli; dili, kişinin en değerli, en temel varlığı (servet anlamında) olmalı; o dilin içinde yaşamak, onu kullanmak, onu işlemek, onu savunmak, korumak vazgeçilmez bir zevk, bir aşk, bir tutku haline gelmeli… Okuması yazması olan herkes için de şunu söylüyorum: (Sınav kağıdı yazan, ödev yapan öğrenci; rapor yazan, bildiri hazırlayan bilim adamı; haber yazan gazeteci; gazeteye ölüm ya da teşekkür ilanı veren vatandaş; oğluna mektup yazan ana; el ilânı dağıtan dükkan sahibi; uyarı levhası yazdıran belediye; kapıya not bırakan konuk için): Anadilini her yerde, her zaman doğru kullanmak, doğru yazmak bir lüks, bir fantezi değildir. Bir onur sorunudur. Bugün bu çorba gibi dille iyi-kötü anlaştığımızı zannediyoruz; yarın zannetmemize bile olanak kalmayacak. Dil kirlenmesi de, çevre kirlenmesi, hava kirlenmesi kadar ölümcül bir sorundur.”(8)

(Sonsöz):

Dil ve edebiyat, yaşama göbek bağıyla bağlıdır. Bu nedenle de her gerçek edebiyatçı; sanallığın ve dişlerini arttırarak keskinleştiren teknolojinin yabancılaştırdığı ve parçaladığı bireyle ve onun kimlik(sizlik) sorunuyla, yaratıcılığını günbegün büyüterek ve geliştirerek savaşmak zorundadır. Ancak bunu yaparken okuyucuyu boşluğa, nefrete ve öfkeye yönlendirmek yerine; sevgiye, dostluğa, dayanışmaya, arayışa ve yeniliğe özendirmelidir. Böylece insanlık ve gerçeklik duygusuyla bağını güçlendiren bireye, yaşama hakkını en özgürce kullanabileceği umudunu, bilgisini ve gücünü verecektir.

Yani her sanatçı; insanı, içindeki gizil güçleri ve güzelliği keşfedebilmesi için geziye çıkarmalıdır. İnsan ancak böylece, bir zamanlar aklını mahrum bıraktığı yaşantıların; ruhsal bütünlüğünü, yaşama sevincini, dünyayı kavrayışını, sevda zenginliğini ve derinliğini güçlendiren yaşantılar olduğunu anımsayacaktır. Ve belki de her sabah başkasına uyanabilmeyi, kendi dışındaki birine hoşgeldin dokunmaya diyebilmeyi öğrenecek ve uygulayacaktır.

(*) Şubat 2001- Kartal /İstanbul

Aziz Kemal Hızıroğlu

(Yararlanılan Kaynaklar):

1) Yusuf Çotuksöken, ‘Halk ve Dil’, Varlık Dergisi, Eylül l999.

2) Yusuf Çotuksöken, adı geçen yazı.

3) Yusuf Çotuksöken, adı geçen yazı.

4) Yusuf Çotuksöken, adı geçen yazı.

5) Burhan Günel, ‘Çağdaş İnsanın Öyküsü ve Öykücü’ , Beşparmak Dergisi, Eylül-Ekim 1997

6) Melih Cevdet Anday, ‘Şiir ve Matematik’, Cumhuriyet Gazetesi, 10 Mart 1995

7) Özdemir İnce, ‘Bu Türkçe ile Yazar Olmak Mümkün mü?’ ,Varlık Dergisi, Aralık l999

8) Füsun Akatlı, ‘Ekim Mektubu’, Varlık Dergisi, Kasım 1999

Aziz Kemal Hızıroğlu
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.