Dağda Sis Vardı Yüreğimde Neslican | Ferhan Şaylıman
YAZI ODASI/DAĞ GÜNLÜĞÜ SSİİİSSSS
Birden sisin ardında kaldı dağ, orman, köy ve hayat.
Sabah uyandığımda bir beyaz boşluğun içinden baktım ağaçlara.
Sonbaharını tamamlayamadan soğuğa, yağmura teslim olmuş mevsimin ilk başlangıcıydı bugün. Hatta sonbahar dağdan öylesine aceleyle kaçmıştı ki, sararan yapraklar düşmeye bile fırsat bulamamışlardı kuruyan dallardan.
Ben sisle, yağmurla, soğukla uğraşırken iki gelişme ülkenin gündemine damgasını vurdu: Birincisi Cumhurbaşkanı New York’da BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Nefret söylemi fikir özgürlüğü parantezine asla alınmamalıdır.” dedi. İkicisiyse hayata tutunmak için inanılmaz mücadele veren Neslican kansere yenik düştü. Sonrasında on yedi yıldır bu coğrafyada farklı düşünceleri, kimlikleri, aidiyet duygularını, inançları birbirlerine düşman eden nefret söylemlerinin bir sonucu olarak, Neslican’a yönelik yapılan yüz kızartıcı saldırılar taş gibi oturdu içimize. Sosyal medyada onun yaşam tarzı ve kıyafetinden dolayı cennete gidemeyeceğini yazıp çizenler ilkel duygularını ulaşılması zor noktalara taşıdılar. Ama asıl yıkıcı açıklama bir üniversite rektöründen geldi. Nevzat Tarhan cennete gidemez diyenlerin vahşileşmiş yanlarını parlatırcasına şöyle dedi:
‘’Seküler dünyanın dünyasallaşma rüzgarına kapılmasaydı, dinlerin hayata anlam katma ve teselli gücünden faydalanabilseydi hastalığı düşman gibi görmezdi.’’
Tarhan’ın yalnızca ölümden medet uman, bireysel bir durumu açıklıyormuş gibi görünen yaklaşımının arka plandaki hedef kitle aslında çok büyük. Rektörün acı çekenleri Neslican’ın şahsında teselli etmeye yönelik önerisi büyük oranda kitlesel bir anlam taşıyor. Dibe vurmuş yaşam koşulları nedeniyle dünyasallaşmaları zaten mümkün görünmeyenleri isyan noktasına sürüklenmekten alıkoyacak tek şey, onları kaderlerine boyun eğdirecek bir biçimde avutmaktan geçmiyor mu? İnsanca bir yaşama kavuşmaları koşullar değişmediği sürece mümkün olmayanlara öteki dünyadan, sabretmekten, kabullenmekten başka seçenek bırakmayan bu yaklaşım, yüzyıllardır sürdürülen kokusu çıkmış, foyası ortaya dökülmüş bir oyun değil mi?
Bunları düşünürken sosyal medyada paylaşılan o fotoğraf ilişti gözüme.
Resimde sisler bahçesinde yere düşmeyi başaramamış Tahsin Çınarı’nın (1) yapraklardan biri duruyordu Neslican’ın elinde: Sararmış, kenarları kuruyup kıvrılmış bir sonbahar yaprağı.
İşte o zaman hep beraber kaybolduk sisin içinde.
Neslican kar beyazı bulutların tepelerine yükseldiğimizde üzerinde kırmızı paltosu, başında kahverengi, geniş kenarlı şapkasıyla fotoğraftan sıyrılıp mutlu bir kıza dönüştü. Siste yan yana savrulduğumuz sırada saçları uçuşuyordu yüzüme doğru. Gelecekten umudunu kesmiş milyonlara öteki dünyada huzura kavuşma umudunu tek seçenekmişçesine sunanlara inat, içine gömüldüğümüz sonsuz beyazlığa geniş bir gülümsemeyle bakıyordu kırmızı paltolu kız.
Ölüm kuşkusuz hayatın gerçeği.
Ama bunu her fırsatta yücelterek, yaşamın önüne koyarak toplumu dizginleyebileceklerini düşünenler insanlara öyle kötülük yaptılar ki, sonunda iliklerimize kadar kuruduk, taşlaştık. Sislerin arasında uçarken bunları ona sormaya cesaret edemedim. İnsana, aşka, sevgiye, politikaya, ilişkilere bakışı, dünyasallaşmaya ateş püskürenlere hiç benzemeyen hayatının baharındaki bir kıza sorulacak başka sorular olmalıydı ama zamanımız kalmamıştı; beni dinleyemeyecek kadar acelesi vardı onun.
Zaten söylenecek her şey fazlasıyla söylenmişti.
Bu aşamada sorular, sözcükler gereksizdi artık.
Gerekli olan tek şey gülümsemekti belki.
Gözden kayboluncaya kadar o kendine özgü aydınlığı hiç eksilmedi yüzünden.
Elinde kuru bir yaprakla gelmişti, yine öyle uçtu gitti.
Bu defa sis unutamayacağım bir oyun oynamıştı bana.
Beyaz bulutların arasından boşluğa kaçıncı bakışımdı kim bilir.
Dağa ilk geldiğimizde sonbaharla tanıştığımız sabahı unutmuyorum. Bembeyaz bulutların rüzgarın şiddetine göre karşıdaki yamacın üzerinden gökyüzünde yuvarlanarak köye doğru ilerleyişi inanılmaz bir görsellikti. Köyün sınırlarından caminin minaresine doğru tepeden yaklaşıp, ortadaki vadiyi de geçtikten sonra kiremit damlı evleri adeta yutan bulutlar aklımızı başımızdan almıştı. Ancak çocukların hayal dünyasına seslenen çizgi filmlerde görülebilecek kareleri sonradan defalarca izledik. Köyün üzerine çöken sisin, minare başta olmak üzere önüne çıkan ne varsa yutması, bende her defasında bir yok oluş duygusu uyandırdı. Ama rüzgarla orantılı bir duyguydu bu. Dağdan kopan esinti aşağıya doğru yüklendiğinde bulutlar geriye çekilmek zorunda kalıyorlardı. Az önce yutulanlar yavaşça yerlerine dönüyordu tekrar. Yani acımasız bir yok oluş değildi izlediklerimiz.
Keşke hep böyle olsa: Sisin ardında kaybolanlar onları en özlediğimiz anlarda, acılarıyla kavrulduğumuz gecelerin sabahında yeniden karşımızda beliriverseler.
Ne tuhaf, hayat geriye dönme şansı olan her şeyi kendince koruyup kolluyor.
Korunanlar hangi kıstaslara göre seçiliyor; bunu öğrenmek için neler vermezdim ki.
On gün öncesine kadar kızıl gün batımlarına tanık olduğumuz dağın şimdiki gerçeği sis: Alıyor, örtüp kaybediyor, sonra yeniden bırakıyor eski yerine. Yaşadığım bütün hayal kırıklıklarını unutmak adına sonsuza kadar izleyebilirim onun bana sunduğu bu doyumsuz oyunu.
Hiç büyümemiş çocuk yanım: Oyunlar!
Bana çok özlediklerimi yalanda olsa geriye çağırabilme cüretini bağışlayan sisin büyülü oyununu tanımlayacak sözcüklerden ne yazık ki yoksunum.
Kaybettiğim şeylerin bulutlar geriye çekildiğinde karşıma çıkabilecekleri ihtimali bile yaralarımı sarmaya yetiyor. Harcanmış umutların, değerini kavrayamadığım aşkların, ellerini sımsıkı tutamadığım insani ilişkilerin, yazılmayı hak etseler de yazılamamış metinlerin, gidilmesi artık mümkün olmayan ülkelerin, hep başka zamanlara ertelenmiş beklentilerin, Neslican’ın fotoğraflarda kalan o benzersiz gülümsemesinin oyunun bir parçasıymışçasına sahnede yerlerini yeniden alabileceklerini düşünmem tam bir pervasızlık.
Olsun biraz da böyle takılmak gerekiyor zamanın sürükleyerek getirdiği değişikliklere:
Pervasızlaşarak, oyunlar kurgulayarak ve sis dağıldığında ortaya çıkacakları hayal ederek.