Senaryo, öykü ve hatta şiir yazmak öylesine kolaydır ki; dışarıdan bakan biri için ‘bir kağıt bir de kalemdir işte.’ Belki de bu yüzden hemen herkes hayatında bir kez de olsa öykü ve şiir yazmayı dener. Çoğunluk bir kağıt bir kalemden öte olduğunu anlayıp, sessizce de vazgeçer. Hele bir de senaryolarınızda yüzyılların ‘pamuk prenses’ini asileştirmeye kalkarsanız beş bilinmeyenli denklemi de iyi bilmek zorundasınız.
Sormadım ama biliyor olmalılar ki “Zerda”, “Bir İstanbul Masalı” ve “Hırsız Polis” ile içinde bulunduğu yazı grubu, reytinglerin ilk sıralarından inmediler. Neşe Şen sıcacık, hoş sohbet bir senarist. Sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.
Dürsaliye Şahan
dursaliye@gmail.com
Diş hekimliği okudunuz sonra reklamcı, sonra da senarist ve hatta şarkı sözü yazarı oldunuz. Bunlar tesadüf diyebilir misiniz? Örneğin çocukken yazdığınız bir şiir, bir öykü olmadı mı hiç?
Oldu tabii. Çocukken bir şiir ya da bir öykü yazmaya kalkışmamış kimse yoktur diye düşünüyorum. Ama benim derdim daha çok, oyunculuktu. Küçük yaşta halkevine yazılmıştım. Sonra halkevimiz bombalandı, tiyatro sevdası üniversiteye kadar askıya alındı benim için. Diş Hekimliği pek bilinçli bir seçim değildi zaten; 15 yaş, insanların geleceklerini şekillendirmeleri için fazla erken bence. Ama fakültede tiyatro kolu açılınca, kendimi sahneye atmanın yolunu buldum tekrar. Diş Hekimliği diplomamı aldığımda, mesleğimi yapmayacağımı, bir şekilde hayatımı yazarak kazanacağımı biliyordum. Sonrası pek tesadüf sayılmaz bu yüzden. Yazmaya ve karnınızı doyurmaya çalışıyorsanız, reklamcılık gayet mantıklı bir çözüm oluyor. Şanslı olduğum nokta, reklamcılığı Yavuz Turgul’un ajansında yapmış olmamdır. Bizimki gibi bir meslekte, herkese bir usta lazım.
Doğru tahmin etmişim. Yüzünüz karakter oyuncusu olmaya çok müsait. Oyuncu olmayı düşünmediniz mi diyecektim. Soruyu biraz değiştireyim. Yazdığınız rollerden herhangi biri için ‘şu rolü keşke ben oynasaydım’ dediğiniz oldu mu?.
Biraz önce söylediğim gibi, bir dönem, oyunculuk yapmaktan başka hiçbir şey düşünmedim diyebilirim. Uğur Yücel, bizi kırmayıp hapishane seminerlerimize geldiğinde oyunculuğu bir tür ‘ruh göçü’ olarak tanımlamıştı. Çok doğru bir terim olduğunu düşünüyorum. Bir bedende birçok hayat yaşamak isteyenler için ideal…
Ben bulduğum her fırsatta oyunculuk yaptım aslında. Diş Hekimliği’nde okurken iki kere Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda oynamıştık. TRT’de yönetmen asistanı olarak çalıştığım iki yıl boyunca, her türlü ufak tefek role atılır oynardım. Hatta bir kısa filmde, Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Otel’ filminde de oynadım. Ama, insanın hiçbir şey bilmiyorsa, haddini bilmesi lazım… Bu kadar iyi oyuncularla çalıştıktan sonra, insan oyunculuğun derin bir hevesten çok daha fazlası olduğunu görüyor. Şimdi o iyi oyuncular için yazmayı, en az oyunculuk yapmak kadar zevkli buluyorum.
Sanki karakteri yazarak yaratanlar onu en iyi oyuncusundan bile daha çok hissederler gibi geliyor. Ne dersiniz?
Yazarken öyle belki. Henüz karakter, oyuncunun elinden geçmeden öyle düşünebilirsiniz. Ama ruh, bedene büründüğünde başka bir şey oluyor. Kelime kelime ördüğünüz o karakter, dönüp gözünüzün içine bakıyor. Bu, acayip bir his. Büyük oyuncularla çalıştığınızda, yazdığınız en iyi diyaloğun bile bir adım daha ileri gittiğini görüp heyecanlanıyorsunuz. İş bir süre sonra masa tenisi maçına benziyor. Bakalım bu topu çıkarabilecek mi… Çıkarıyor. Peki bunu… diye diye karşılıklı oynuyorsunuz işte.
Hırsız Polise yazdığınız sözler çok tutuldu. Çok duygusaldı. Kişilik olarak da duygusal yanınız ağır basıyor olmalı. Bildiğim kadarı ile başka şarkı sözü çalışmalarınız da var.
“Hırsız Polis”teki “İmkansız Aşk” şarkısına yazdığım sözler, tamamen Aksak, Mavi ve Çınar için. Yani benim duygusal durumumla ilgisi yok. “Hırsız Polis” projesinin benim için ve yazı grubumuz için hep ayrı bir yeri oldu. Biz o projeyi çok sevdik, kahramanlarımıza aşık olduk. Sözleri yazarken de tek derdim, onların aşklarına layık bir söz yazmaktı. Diğer çalışmalarıma gelince, Yeni Türkü’nün albümünde “Eski Aşklar” diye bir şarkım vardı. Orient Ekspression’un “Divan” albümünde “Dünya” ve “S.O.S” adlı iki şarkım var. Orient Ekspression ile ve Sabahat Akkiraz’ın ortak albümü “Külliyat”ta iki parçam var. “Kök” ve “Dal” da çok sevildi.
Aldığım duyumlara göre çok yardımsever olduğunuz söyleniyor. Örneğin yeni mesleğe başlayan gençlere filan. Hatta şöyle söylüyorlar tam olarak; “genelde baba senaristler yeni senaristlerden hoşlanmaz ama Neşe hanım çok farklı”.
Türkiye’de televizyonculuk hala kurumsallaşmamış durumda. Televizyon sektörüne eleman yetiştiren fakültelerden tutun kanallara dek, herkes el yordamıyla yapıyor birçok şeyi. Bu yüzden de birilerinin, meslekte biraz deneyimi olanların, bu deneyimi paylaşması şart. Ben, bu sektörde kalmaya kararlı ve drama üretmek isteyen bir prodüktör olsam… ilk yapacağım şey, düzenli bir senaryo atölyesi kurmak olurdu. Hatta ilk öğrencisi de –prodüktör olarak- ben olurdum. Çünkü televizyonda her şey, iyi bir fikirle, sağlam bir senaryoyla başlıyor. Kalıplaşmış yapıların dışına çıkmak istiyorsanız, yeni fikirlere, yeni beyinlere ihtiyacınız var demektir. Ben, bu yüzden beni arayan, yol yordam soran herkese hiç değilse bir kahvelik zaman ayırıp ne biliyorsam onu anlatıyorum; tanıdığım yazı gruplarına haber gönderiyorum. Yanlış anlaşılmasın, vakit ayırabildiğim herkese bir iş bulabildiğimi iddia etmiyorum ama sektörün içinden biriyle konuşabilmek bile, o gençler için bir şans oluyor bazen.
Engin Günaydın ile yaptığım röportajda ‘her rolün bir müziği vardır’ gibi bir laf etmişti. Sizin de müzikle senaryoyu veya karakterleri bağdaştırdığınız oluyor mu?
Tabii. Bunu yapmak zorundayız zaten. Dramalarda, görünmeyen bir aktör daha vardır; müzik. Doğru müzik, doğru tema, dramatik yapılı işlerin vazgeçilmez unsurlarından biri. Mesela bir sinema eserine bakacak olursak, fikri eser sahibi olarak üç kişinin adı geçer; yönetmen, senarist ve besteci.
Klasik kül kedisi tiplemesini “Bir İstanbul Masalı”nda, “Zerda” ve hatta “Hırsız Polis”de epey bir değiştirdiniz. Bilinçli mi bunlar yoksa tesadüf mü?
Böyle peş peşe yazınca tesadüfe benzemiyor pek galiba… Şaka bir yana, kadınlar daha dramatik varlıklar. Bin yılların getirdiği şifreler var, hafiflese, yeni kılıklara girse de üzerlerinde yine baskı var, aşmaları gereken engeller daha çok… Sonuç olarak hangi toplumsal sınıftan olurlarsa olsunlar, kadınlar çatışmaları daha derin karakterler yaratmamıza imkan tanıyorlar. Kadının iç dünyası, bir yazar için fırsatlarla dolu. Tabii bunları söylerken erkek karakterlerimizin hakkını yemek istemiyorum. En son projemizden örnek verecek olursak, Aksak ve Çınar da en az Mavi kadar damgalarını vurmuştur “Hırsız Polis”e.
İnternette şu sıralar çok popüler olan sanal dünyalara rastladım ve ilk bakışta bana dizileri anımsattı.
Açık konuşmak gerekirse, internetle ilişkim çok kısıtlı. Mail alıp göndermek ve bir şey araştırmak dışında pek kullanmıyorum. Ama o sanal dünyaları duydum. Özellikle gençlerin ilgisini çektiğini sanıyorum. Dizilere benzemelerine gelince… mümkündür. TV dizisi, sinema ya tiyatro… bunların hepsi gerçek hayatı aynalayan, dramatik yapılar oluşturuyor. Sözünü ettiğiniz sanal dünyada da birtakım rol dağılımları vardır mutlaka. Üstelik internette yaratılmış bir sanal dünya, gerçek dünyadan çok daha fazla kahramanlık veya baş rol fırsatı sunuyor olabilir.
Televizyon ve internet çağa damgasını vurdu. Özellikle televizyonun dünyadaki bütün politikalardaki önemli rolü göze çarpıyor. Durum böyle olunca dizilerin de hatırı sayılır bir önemi var elbette. ‘Seyirci salak değil onları dizilerle yönlendiremezsiniz’ dense de ben hikayelerin ve karakterlerin seyirciyi yani halkı etkilediği kanaatindeyim.
Umarım etkiliyordur. Bir saat, bir buçuk saat boyunca ekranın –ya da sinema perdesinin, ya da tiyatro sahnesinin- karşısına oturup hiçbir şey hissetmediyse seyirci, izlediği şeyde bir hata olduğunu düşünürüm ben. İnsanlar izledikleri şeylerden tabii ki etkileniyorlar ama yönlendiriliyorlar mı… bundan emin değilim. Televizyon, o muhteşem popülaritesine rağmen, güvenilirliğini hızla yitiren bir kutu. Yalnızca dramalar için değil; haberlerin, yarışma formunda sunulan ve kurgulanmış bir hayatı röntgenleyen programların illa da gerçeği yansıttığını düşünmüyor artık izleyici. O da profesyonelleşiyor ve bir mesafeyle izliyor her şeyi. Bu bir dezavantaj da olabilir bizler için, avantaj da. Samimi bir şey anlatırsanız, yapaylığı tercih etmiş rakipler arasından sıyrılıp, seyircinin kalbine ulaşmanız pekala da mümkün olabilir.
Edebiyat ve sinema iki ayrı dildir tezine katılıyor musunuz?
Kesinlikle. Okur, kendi hayal gücüyle bir kez daha ‘yazar’ okuduğu edebiyat eserini. Sesler, yüzler, mekanlar… her okurun beyninde yazardan bağımsız belirlenir neredeyse. Çok kişisel bir yorum belki ama okur, izleyiciden daha özgürdür bence. Sinema, izleyicinin rolünü daha net tarif eder. Hikayeyi takip etmesini şart kılar. Senarist ve yönetmen, işin ta başından beri, seyircinin filmi izlerken geçeceği duygu durumlarını bir bir tarif ederek kurgularlar eserlerini. Oysa edebiyatçı, -tıpkı okur gibi- daha serbesttir. Hikayenin temposunu istediği gibi kurgulayarak, yalnızca dil işçiliğiyle bile büyüleyebilir bizi.
Hangi ortamlarda ya da ruh hali içinde yazıyorsunuz?
Çoğunlukla evde yazıyorum ama nadiren de olsa dışarı çıkıp yazmayı tercih ettiğim de oluyor. Yazmayı seviyorum, bu yüzden masama oturduğumda genellikle ruh halim iyi.
Yazdığınız dizilerin finalinde ne hissediyorsunuz? Öyle ya iki yıl az buz bir zaman değil. Bir de bakmışsınız pat diye bitmiş.
Tadında biten projelerde, vedalaşmak zor oluyor. Noktayı koyduğunuzda, o çok sevdiğiniz karakterlerle bir daha haşır neşir olmayacağınızı biliyorsunuz. Tabii, projeniz sevilir, karakterleriniz sahiplenilirse en azından insanların hafızalarında yaşadığını var sayabilirsiniz. Bir de tabii, her sene bir proje üretiyorsanız, bir bakıyorsunuz kaleminizin ucundan gönlünüzü çelen yeni bir karakter çıkmış.
Bize son projenizden bahseder misiniz?
Adı “Bıçak Sırtı”. Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi”nde anne üzerinden sorulan soruyu babalar üzerinden soran bir hikayesi var: Bir çocuğun babası, onun dünyaya gelmesine neden olan biyolojik baba mıdır, yoksa onu yetiştirip büyüten mi?.. Taraflardan biri orta ya da alt sınıftan gelen bir marangoz, diğeri ise Osmanlı soyundan gelen bir aileye mensup. Hikayemiz başlamadan on sene önce, kader bir tokat atmış ve tokat aynı anda iki aileye çarpmış diyebiliriz. Tabii bu ana çizginin yanı sıra, iki farklı sosyoekonomik kökenden gelen karakterlerin ilişkisi, yürek burkan aşklar ve bıçak sırtı kararlar da var içinde.
Şu son aylarda yaptığınız hapishane projeniz de çok ilginç olmalı. Hep bir seri katille röportaj yapmayı çok istemişimdir. Sizin onlarla ilgili deneyimleriniz nasıl?
“Hayal Kurmak Serbest” adı verdiğimiz proje, Sen-Der (Senaristler Derneği) ve Adalet Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü bir çalışma. Pilot dediğimiz ilk aşama, Bayrampaşa ve Paşakapısı Tutukevlerinde yapıldı. Öğrencilerimiz, bazıları gruplar halinde bazıları tek tek film öyküleri ürettiler ve çok güzel öyküler çıktı. Hatta Bayrampaşa’da hocalık yapan Birol Güven, tutuklularla birlikte oluşturduğu öyküyü geliştirdi ve bu yaz, filmini çekti.
Öğrencilerimizin tutuklulardan oluşmasına gelince… biz prensip olarak onların özel hayatına hiç girmedik; hatta kimin neden içeride olduğunu da bilmiyorduk. Kendi hikayelerini anlatmayı tercih edenlerin ve bunu belirtenlerin dışında, hala da öğrencilerimizin hangi suçla yargılandığını bilmiyoruz.
Adalet Bakanlığı’nı böyle bir izni ve imkanı tanımış olmasından dolayı kendi adıma kutluyorum. Eminim tutuklular için de büyük bir şans ve heyecanlı bir etkinlik oluyordur.
Çok heyecanlı ve istekli bir öğrenci grubumuz vardı. Koşulları kısıtlı olmasına, istedikleri gibi araştırmalar filan yapamamalarına rağmen, çok iyi öyküler çıkardılar. Ve daha önemlisi dramatik yapıyı kavradılar. Derslerimizin sonlarına doğru bize katılan bir öğrencimizin kurduğu film öyküsünü diğerleri dinlediğinde hemen yanlış veya eksik yerleri gördüler mesela.
Sık sık senarist kursu açılıyor. Yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Size göre senaryo yazmanın ne kadarı yetenek ne kadarı eğitim?
Senaryo, çok teknik bir iş. Dramatik yapı ya da karakter gelişimi konusunda hiçbir şey bilmeyen birinin sağlıklı bir senaryo yazabileceğine pek ihtimal vermiyorum. Belki bunun istisnası olan doğal yetenekler vardır, onu bilemem. Ama özellikle TV draması gibi uzun soluklu bir öykü anlatırken ayağınızı yere sağlam basmanız ve hangi taşa ne zaman bastığınızı da bilmeniz lazım. Bu yüzden, senaryo eğitimi gerekli. Kurslar tabii ki yararlı, ama seçerken dikkatli olmalı. Kişi, senaryo yazımı konusunda gerçekten hiçbir şey bilmiyorsa ve kursa yalnızca bir heves için ya da cv’sinde enteresan bir nokta yaratmak için yazılmıyorsa… mutlaka kurs programı içinde kapsamlı bir dramatik yapı eğitimi olup olmadığına bakmalı. Dramatik yapının kuralları da tiyatroda, sinemada ya TV dizisinde değişmiyor. Merak edenler, kursa gitmeden önce bazı kitapları okuyarak hazırlık bile yapabilirler.
Kültür Bakanlığı son yıllarda sinemayı desteklemeye başladı. Örneğin senaristlere de yazım konusunda destek veriyor.Ne düşünüyorsunuz?
Senaryo yazım desteğinin şart olduğunu ancak Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteğin neredeyse yok sayılacak kadar az olduğunu düşünüyorum. Hem az sayıda destek veriliyor, hem de verilen destek miktarı az. Senaryo, sinemada da, televizyonda da işi başlatan unsur. Senarist, senaryosunu yaratırken yalnızdır ve eserini ortaya çıkarmadan önce bir prodüktör de bulamaz. Bu da, projenin büyüklüğüne göre, en az birkaç ayı, bazen bir yılı maddi destek olmadan geçirmesi anlamına geliyor; ki çok zor.
Yapımcılar zaman zaman ‘senarist yok’ diyor. Senaristlerin bir kısmı da ‘iş yok’ diyor. Ne dersiniz?
Her ikisi de söylenebilir sanırım. Deneyimli senarist ve yazı grubu sayısı çok değil. Uzun soluklu bir işe girmek isteyen prodüktör, portföyü sağlam bir yazı grubu veya senaristle çalışmak istediğinde bulamayabiliyor. Tam tersi de oluyor tabii. Sektöre yeni adım atacak ve kesinlikle iyi işler yapabilecek kalitede genç senaristler de deneyimleri olmadığı için iş bulmakta zorlanıyorlar. Prodüktör olsam, hemen bir senaryo atölyesi açardım dememin sebebi de bu zaten.
Sender’in çalışmaları hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Senaryo Yazarları Derneği 4 yıl önce kuruldu. Şu anda 130’u aşkın üyesi var. Sender aynı zamanda, 29 ülkede, 19.000’den fazla üyesi olan Avrupa’da Avrupa Senaristler Federasyonu’nun (FSE) da üyesi. Az önce bahsettiğim “Hayal Kurmak Serbest” projesi dışında, Sender’in düzenli verdiği senaryo atölyeleri var. Çok değerli hocaların katılımıyla yapılan, yaklaşık üç aya yayılan atölyeler bunlar. Bu yıl da yapılacak ve yine sektörün ustaları verecek dersleri.
Hemen hemen bütün senaristlere sorduğum bir soru var. Size de sorayım. Dizi ve sinema projesi. Sizin için hangisi?
Bir senarist olarak, tercihim yok. Televizyonu da en az sinema kadar ciddiye alıyorum. Hala televizyonlarda keşke bu işin içinde ben de olsaydım, ben de böyle şeyler yazsaydım dedirtecek şeyler izliyorum. Televizyonun gücü, etkisi tartışılmaz. İzleyici olarak sorarsanız, sinemanın bende farklı bir yeri var. Sinema, törensel bir şey. Onlarca, yüzlerce kişi bir salona doluşup karanlıkta gerçekliği sorgulanabilir bir şey izliyorsunuz. Sinemanın, televizyondan daha büyülü bir alan olduğu kesin. Ama benim için, hikaye anlatmanın büyüsü mecraya göre değişmiyor açıkçası.
Senaryolar niye birbirlerinin kopyası oluyor diye sormayacağım artık. Da gelecek dönemin konsepti ne olabilir sizce?
Az önce verdiğim cevapla biraz çakışacak ama olsun… Türkiye’de iyi projeyi tanıyabilen prodüktör ve kanalının yayın politikasını diğerlerinden farklılaştırmaya çalışan kanal yöneticisi çok az. O zaman, bir önceki dönemde belli bir reyting başarısına ulaşmış projelerin taklitlerini üretmek gibi bir yol benimseniyor. Prodüktörün masasına kadar ulaşmış ve belli bir gücü olan bir hikaye yerine, banko görülen bir taklit proje tercih ediliyor. Böyle bakarsak, gelecek dönemin konsepti, ya şu anda başarılı olan projelerin taklididir, ya da bu kalabalığın arasından sıyrılmak isteyen bir prodüktörün seçeceği taze ve alışılmadık bir hikaye. Dileyelim, ikincisi olsun.
Reyting sizin için de korkulu bir rüya mı? Bir aralar reyting ölçümleri doğru yapılmıyor filan da dendi. Ne dersiniz?
Reyting, korkulu rüya değilse de, başınızın üstünde sallanan bir kılıç. Ama bu televizyonun doğasında var. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, kablolu yayın yapan özel kanallar dışında, her şey reytinge göre ayarlanıyor. Bizdeki sorun, Türkiye genelinde yeterince reyting cihazı olmaması. Varolan cihazların teknik yeterliliği konusu da geçtiğimiz yıllarda birkaç kere gündeme gelmişti. Tabii cihazların hangi sosyoekonomik gruplara, ne oranda dağıtıldığı da bizi çok ilgilendiriyor.
Senaryo yazmak malum işin mutfağı. Ben size desem ki yemekleri ayırır gibi “bu zeytinyağlı, bu aperatif, bu da ana yemektir” senaryoları ayırabilir misiniz? Mesela komedi, dram, aksiyon ve hatta dizi ve sinema senaryosunu ayırın desem nasıl bir kıyaslama yaparsınız?
Böyle bir ayrım yapamam açıkçası. Beylik laflara ara sıra güvenmek lazım; bence ‘hepsinin yeri ayrı’. Komedi raflarında ulaşacağınız bir Şarlo filmi, birçok dramdan daha dramatiktir. “Blade Runner / Bıçak Sırtı” için bir izleyici, aksiyon filmi deyip geçer, diğeri geleceğin draması olarak adlandırabilir. Hep sinemadan örnekler verdim, TV yapımlarını ‘aperatif’ olarak gördüğüm sanılmasın. Bizim televizyonlarımızda da gösterilen “Six Feet Under” adlı dizi, son yıllarda gördüğümüz birçok Hollywood yapımı filmi, gülünç duruma düşürecek derinlikte.
Oyuncusu belli bir hikaye yazdınız mı? Hani şu mesela ünlü şarkıcılara yapılan projeler gibi.
Hayır. Böyle bir proje yazmadım.
Diziler zaman zaman birbirini kopyalasa da kendi içinde gelişerek de devam ediyor. On yıl önce bu kadar dizi yoktu. Rekabet kaçınılmaz olarak kaliteyi artırmaya da zorluyor diye düşünüyorum ne dersiniz?
Rekabet belki artıyor ama kalitenin arttığından pek emin değilim. Az önce de bu konu geçmişti; kanallar proje seçerken daha özenli davransa hem kalitede belirli bir sıçrama yaşanır; hem de 3-5 bölümden sonra, bir final bile yapamadan ortadan kaybolan işlerin sayısı azalır.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.