Binlerce Yıldır Susturulan Bir Cinsiyet
Binlerce Yıldır Susturulan Bir Cinsiyet Ve Öyküler / Yazı Atölyesi
“Anadolu Öykücülüğü.” Ancak böyle bir ayrımcılık yaparsak, daha baştan çelişkiye düşmüş oluruz; çünkü edebiyat; şiiri, romanı, öyküsü, denemesi ve tüm yan türleriyle bir bütündür ve de küresel bir kavramdır.
Ortada bir sorun varsa, o sorun da küreseldir, şu ya da bu türün değil, edebiyatın sorunudur. Öyleyken bölgesel incelemelerde, ya yaşanan coğrafya, ya da kendimize yakın bulduğumuz türle ilişkilendiririz ve çoğu kez İstanbul’un duruşunu eleştiririz. Son günlerde okuduğum için hemen anımsayıverdiğim A. Galip’in yaklaşımından söz etmek istiyorum. Söke Öykü Roman dergisinin 5. sayısında, “Ankara’da Öykü-Roman” başlıklı yazısında, “Dünkü kasaba Ankara’dan, İstanbul’un intikamı” diye değerlendirmiş durumu. Aynı derginin 31. sayfasında Mümtaz İdil, ayrıntılı, çok yönlü yazısına “Ankaralı Olmanın Zorluğu” başlığını vermiş. Onun yorumu da A.Galip’le örtüşüyor. Eğer bu görüşlere katılırsak, Ankara’nın da pek masum olmadığını düşünebiliriz. Hatta buna İzmir’i, Adana’yı, Bursa’yı bile katabiliriz. Hele benim gibi Datça’da tek başına kalmış bir öykücüyseniz… Ama ben, Datça’da yaşamayı kendim seçtim, nasıl suçlayabilirim? Her iki kitabım da Datça’ya yerleştikten sonra okurla buluştu. Son günlerde doyumsuz hazlarla yazmaya başladığım “Doğa Yürüyüşleri”ni, Datça’ya borçluyum. O yürüyüşlerin kazandırdığı özgüveni, iç disiplinini, yaşama sevincini, serüven tutkusunu da öyle. Kadın gerçeğini şekillendiren mitolojiyi araştırma fırsatını Datça’nın sağladığı zaman artırımına borçluyum. Suçlayabilir miyim? Elbette ben de, okurla doğrudan iletişim kurulan böylesi etkinliklerde daha sık anımsanmak isterdim; İstanbul’da yaşasam bu daha mı sık olurdu; onu da bilemem.
İlk kitabım “Ödünç Zamanlar” Ankara’da bir yayınevinden, Kanguru’dan çıktı, Ankara’yı nasıl suçlarım? İkinci kitabım “Özgürlük Çıkmazı” İzmir’de bir yayınevinden “İlya”dan çıktı. Beklentilerimin çok ötesinde bir sunumla okura tanıtıldı. Kadından yana duruşuyla her zaman gözbebeğim olan İzmir’i suçlayabilir miyim? Hele ki, içinde yer aldığım Ekyaz ve KYD adında iki büyük kadın oluşumuna beşik olmuşken. Bunlardan KYD’nin “Yazar Yayıncı Dayanışması” adındaki projesinde ve Ekyaz imzasıyla gerçekleştirilen iki projeden Kentİnsan adındaki ortak yapımda yer almışken. Öteki ortak yapıt; “Savur Saçlarını Ege”ydi ve esintisi hiç durmadan sürüyor.
Bu gün buradaysam, bunu Nilüfer Belediyesi’ne ve buradaki girişimci, çalışkan arkadaşlarıma borçluyum, suçlayabilir miyim? İşkadınlığından gelmiş, yarım asrı devirdikten sonra yazıya bulaşmış İstanbullu bir Suna Güler’in serüvenini bilmiyorum ki, İstanbul’u nasıl suçlayayım? Yani İstanbul’da yaşıyor olsaydım, daha mı hızlı yol kat ederdim, bilemem!
Diyelim ki her şeye karşın bu söylemlerde bir gerçeklik payı bulduk, o durumda neye göre Anadolu Öykücülüğü’nden söz edeceğiz? Yazarın doğup yetiştiği, beslendiği coğrafyaya göre mi?
Adana kökenli Özcan Karabulut’un kendi yöresinden tek öyküsünü okumadım ben.
İçeriğe göre mi?
Adalet Ağaoğlu’nun yazdığı ve tümüyle Anadolu insanını anlatan “Yüksek Gerilim Hattı”nı Anadolu Öykücülüğünden mi saymamız gerekir?
Yayınlandığı coğrafyaya göre mi?
Hasan Özkılıç’ın Kars’ı, Kafkasları anlatan öykülerinin yer aldığı “Gönlümün Şirazesi Bozuldu” adındaki kitabı, İstanbul’daki bir yayınevinden okurla buluştu; hangi sıralamada yer alır?
Almanya’daki gurbetçilerin sancılarını, beklentilerini, umutlarını kaleme alan, onun dışında gezdiği gördüğü her yeri bizimle paylaşan ve bize bu etkinlik ortamının sağlanmasında başrol oynayan Şaban Akbaba, kendisini hangi öykü grubunda görüyor, biz nasıl görüyoruz? Nursel Aras’tan söz etmek de emeğine saygı olurdu, ne yazık ki henüz kesin bir görüş kazanacak kadar okumadım, o kendini nerede görüyor?
Dünya yazarı Yaşar Kemal’i, Antakya’yı yazan Ayla Kutlu’yu; Osman Şahin’i; Fürüzan’ı; daha pek çok ismi bu sıralamanın dışında tutmazsam, söz bitmez.
Tümünü yanıtladığımızda bile soruların arkası kesilmiyor. Sizce İstanbul Öykücüsü sorunsuz mu? Bir tarihte, İzmir Öykü Günlerinde Necati Tosuner, o gümbür gümbür sesiyle, son kitabına gazete ilanıyla nasıl yayıncı aradığını anlatmıştı. “Para pul derdinde değilim, babamdan kalan her şeyi bu uğurda harcadım; benim derdim yılların emeği olan bir dosyayı, kapağını bile açmadan çöp kutusuna atıvermeleri, hele de benim yaşımdaysanız” diyordu. Bundan da iki sonuç çıkıyor. İlki: yazının çileli bir uğraş olduğu; ikincisi: İstanbul’da da en çok ve hızlı ulaşılan “yayıncının” çöp kutuları olduğu gerçeği.
Yani çok büyük bir fark yok aramızda; bizi yanıltan “Aysberg” in görünen yüzü. Nicel çokluk, geride kalanları gözden gizliyor. Başarının hangi aşamalardan geçtiğini göremediğimiz gibi.
Öte yandan bu olayda sorunu doğru tanımlamak, çözümü beraberinde getirmiyor, davayı doğru güçlerin omuzlaması gerekir. Dost-ahbap kayırmalar, içeriğe değil isme göre karar vermeler, önce yazar küskünlüklerine yol açıyor, ardından okur küslükleri geliyor. Bilineni yineleyip duran, tema değil, konu yineleyici yazılara neden zaman ayırayım ki? Mıy mıy bir üslupla, ağlak bir dille geçmiş acılarını anlatıp duygusal çöpünden kurtulma çabasındaki yazılar, hangi bakış açısını kazandırır bana? Yaşar Kemal’in ilk dosyasını, Nazım Hikmet “Bundan bir halt çıkmaz!” sözleriyle geri çevirmeseydi bu gün karşımızda belki de sıradan bir Yaşar Kemal olurdu. Bu durumda hantal, sığ, güçsüz metinler yığınının, edebiyata kan kaybettirdiğini, sektörsel anlamda kazanç sağlayanların görmesi gerekir. Belki onlar da edebiyatı, herhangi bir sektör gibi görüyorlardır; ancak biraz düşünürlerse pek de fazla seçenek kalmadığını anlayacaklardır. Edebiyat susarsa tüm görsel sanatlar da susar. Sinemanın, tiyatronun temelini hangi sanat dalı oluşturuyor sanıyorsunuz? Bir tek tümceyi anlatmak için bir bölüm çekilen o dizilerin temelindeki harç ne? O dizileri izlerken soluk almayı unutan kitleleri düşünün. Yaprak Dökümü’nden, Hanım’ın Çiftliği’nden kazandıklarıyla lükslerden lüks beğenen dizi oyuncuları Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal hakkında ne biliyorlar acaba? “Entelektüelleri sevmem” diyen o bilinen sinema oyuncusu, şu andaki konumunu neye borçlu?
Edebiyat susarsa, müzik susar! Müziğin sadece notalardan oluştuğunu kim savunabilir? Kaldı ki o notaların dizimine de bestecinin içindeki şair yön verir.
Edebiyat susarsa, sözle çizginin kaynaşması olan karikatür de susar. Pazarlamanın temelindeki reklâmcılık susar. Daha da korkuncu, edebiyat susarsa, duygular susar, düşünce ifade alanı bulamaz, insanlık susar! O kadar uzak bir olasılık sanmayın, şimdiye kadar “neden yazıyorsun” olan sorular “yazarak neyi değiştireceğini sanıyorsun”a dönüştü. Fahrenhayt 451’i izlemeyenler varsa, izlemelerini öneririm. Kitabın yasaklandığı ileri teknolojik çağlarda olası yaşamları anlatıyor; tümüyle kurgusal, ama öylesine gerçek ki! Bir kez izledikten sonra eski kendiniz olarak kalmanız olanaksız. İşte bu yüzden sorun, gücü elinde tutan odakların sorunsalı olmalıdır; yayıncısı, yönetimiyle tüm egemen güçlerin; bir anlamda tüm siyasal oluşumların; biz yazarların değil! Biz yazan okurlar olarak ancak yayınlardaki tercihlerimizi gözden geçirebiliriz.
Tüm bunların ötesinde beni bir tek gerçek ilgilendiriyor: Kendimi ifade edebiliyor olmak! Bunun nedeni de, “Bin yıllardır susturulan bir cinsiyete” mensup olmaktandır belki. Kim bilebilir?
Suna Güler
1.2. Nilüfer Belediyesi Yazın Sanat Derneğinin ortak organizasyonu olan 7. Bursa Öykü Günleri’nden.
Kaynak: http://e-koc.org/item/886-binlerce-yildir-susturulan-bir-cinsiyet-ve-oykuler