Bilinç, Hoşgörü ve Bir Röportaj / Selma Sayar
Bir film. Gecenin ilerleyen saatleri…
On sekizini henüz doldurmuş iki genç hem bir şeyler içiyor, hem de birbirlerine kur yapıyor. Sesleri duyup yatak odalarından dışarı çıkan ebeveynleri sessizce birbirini ikaz ediyor, sevgililer rahatsız olmasın, sıkılıp utanmasın diye. Bir yanım hayranlık içinde, diğer yanım hayranlığımı fark eden biri var mı korkusuyla izlemiştim filmi.
Neler anlatılmıyordu neler! Çocukların doğum anından itibaren nasıl bir aile ortamına doğmuşsa, o ailenin kurallarının, geleneklerinin ve hayattaki duruşlarının çocuk eğitimini nasıl etkilediğine, konuşularak şiddetten, kavgadan, istismardan çocukların nasıl korunduğuna kadar pek çok konu, adeta bir hayat dersi verir gibi işlenmişti. Özellikle bizim gibi gelişmeye aday olma çabasındaki ülkelerin en büyük karın ağrısı, handı kapı cinsellik etkili bir şekilde anlatılıyordu. Etkileyici, öğretici, düşündürücü bir film olarak kalmış belleğimde.
Ne yazık ki ne filmin kendisi ne de oyuncular yerli değil. Biz katı gelenek ve göreneklerin baskısıyla bir ömür kendimizi, ruhumuzu, bedenimizi ve zihnimizi bütünüyle tanıma lüksünden yoksun yaşayaduralım; aile içi şiddet, çocuk gelinler, paralel hayatlar-toplumun onaylamadığı ama pek çok insanın yaşadığı gönül ilişkileri-tecavüz, cinsel istismar, kadına şiddet alabildiğine can yakıyor. “Dibe doğru hızla iniyoruz” diye uyarıyor bu işin pirleri!
Bu konuya nereden geldim: Geçenlerde bir röportaj okudum. Haydar Dümen’le yapılmış. Herkesin malumu ulusal bir gazetede yazıyor Haydar Dümen. Yaklaşık iki üç milyon insanın takibinde olan bir isim. Kendilerine bile anlatmaktan korktukları, ağırlıklı cinsel sorunları rumuz kullanarak soran binlerce insana deva dağıtan cinsel yaşam ve seksoloji uzmanı. Kah gülümseten kah ironik bir uslupla seslenen biri. Türkiye’de cinselliğe, kadına bakışa, kadın erkek eşitsizliğine, erkeklerin yetiştirilme şekline, kadının daha çocukluktan sindirilmesine, yaşanan sorunların kaynağına, çözüm önerilerine kadar pek çok konuda fikirlerini paylaşmış. Keyifle okudum ve birkaç arkadaşa okumalarını söyledim. Bir an için onu, bu ülkenin önemli bir yöneticisi olarak hayal ettim. Ne şahane olurdu! Eminim sorunların büyük bir kısmı kendiliğinden çözülürdü.
Tabii röportajı yapan genç, dinamik, işine aşık biri olunca keyifli bir iş çıkmış ortaya. Adı Oya Çınar. Görünen çok yakın bir zamanda bütün Türkiye’nin tanıdığı, bu sahada söz sahibi olmaya aday, bir yazar var. Cesurca sorulmuş sorular, aynı samimiyetlikte yanıtlanmış. Memleketin yetiştirdiği güzel insanları bizlerle buluşturmaya devam ediyor Oya’lamaca adlı bloğunda.
Bu satırları okurken yüzünüzü ekşittiğinizi görür gibi oluyorum. Bunca sıkıntı, dert, keder, tasa varken, ölüm bu denli sıradanlaştırılmışken, hayat kavgası kendisini bu kadar hissettirmişken, sosyal, kültürel, sanatsal etkinliklere kimsenin gitmeye ne maddi ne de manevi gücü yokken, yetmezken “ kimin aklına gelir bu sıkıntılar?” dediğinizi duyar gibiyim.
Yaşanılan sıkıntıların temelinde her konuda olduğu gibi cinselliğe, eğitime, okumaya, sorular sormaya, merak etmeye gösteremediğimiz dirayet yatıyor. Bir an için kendimizi o filmdeki ebeveynlerin yerine koyalım. Hayatımız dünyaya geldiğimiz andan itibaren planlanmış olsa, çocuklarımızı yetiştirirken uzman yardımı alsak, devlet her çocuk için ciddi maddi yardımda bulunsa, çocuklarımız okula başladığı andan itibaren bizlerin zorlandığı konularda bilinçlendirilse, gelecek kaygıları ve özel- devlet okul ayrımı olmadan eşit koşullarda, yarıştırılmadan yeteneklerine göre değerlendirilip istedikleri okullara gönderilse, bizi tatmin edecek bir emeklilik ikramiyesiyle ödüllendirilsek, hastalıklarla boğuşmak yerine, dünyayı gezmek için fırsat yaratılsa, okusak, sanatsal faaliyetlere gitsek daha da bilinçlensek, memleketin sorunlarını kendimizce tartışırken karşımızdakinin gözünü kaşını yarmadan yapsak, saygı duysak birbirimize, olmaz mı, mümkün değil mi? Hayalini kurmak bile mutlu ederken bizi, neden hayata geçiremiyoruz? El oğlu bunu beceriyor. Bizim neyimiz eksik?
Bu yüzden o röportaj, filmin o karesi anlamlıydı. Biz ki ne zaman “ Toplum ne der?” baskısını üzerimizden atar, kendimiz olmaya –özellikle kadınlar- karar veririz, sorunu çözmek için ilk adımı da atmışız demektir.