Babam Koçero’dan Armağan | Alper Akçam
RÖNESANS SAVAŞÇISI BAŞARAN AMCAM…
Yalnız yaşamanın yol açtığı kimi duygusallıklar insanı zaman zaman olağan
zamanın dışına taşırıyor, bazı şeyleri
ıskalıyorsunuz.
Dün Başaran Amcamın sonsuzluğa göçüşünün beşinci yıl dönümüymüş;
öğlen sonu anlayabildim; sabah paylaşımına bıraktım ona yönelik duygularımı,
düşüncelerimi…
Köy Enstitülerinin en romantik, en duygusal savaşçısıydı O… En
güçlü şairlerinden biri… Yetiştiği okulların ve Baba Tonguç’un âşığıydı. Köy
Enstitüleri için “Özgürleşme Eylemi,” ve “Rönesans” kavramlarını o kullandı, o
perçinledi anlamlarını…
Başaran amcamla ilk karşılaştığımda sekiz yaşındaydım.
Kuzeydoğu’daki uzak yaylalardan, Üsküdar Sultantepe sırtlarındaki bir
ilkokulda, yere serdiğimiz yataklarda geçireceğimiz bir aylık bir dinlence için
İstanbul karmaşasına çıkagelmiştik; çelimsiz, ürkek bir öğretmen çocuğuydum.
Elini ayağını koyacak yer bulamayan, olup biteni ağzı açık
izleyen bencileyin çocuğun karşısında, kaşları gür, yüz hatları gergin,
bakışları kimi güneş, kimi şimşek yağdıran, sözleri tartışmasız babacan bir
amca…
Görüntüleri belleğimde giderek silikleşmiş o ilk karşılaşmadan
sonra, onlarca yıl görüşmedik. Adı geldi geçti elbette evimizin en sıcak
söyleşilerinde.
Doksanlı yılların başında Cumhuriyet gazetesine konuk yazar
olarak bir şeyler yazmaya kalkıştıktan sonra, önce seslerimiz buluştu Başaran
amcayla.
Babam Dursun Akçam, Başaran amcamın eşkıya Koçero’suydu. Her
konuşmamızda onu sorardı Başaran; “Koçero’dan ne haber, neler yapıyor?”
Koçero, 12 Eylül kaçağıydı; yurtdışında sığınmacıydı o sıralar.
Benim 1986 yılı, ilk yurtdışı çıkışımda görüşebilmiştik bir kez… “Sizin Koçero,
Hamburg’un St. Paulisi’ne, denizcilerin seks ve eğlence merkezine muhtar olmuş
Başaran amca” dediğimde ne çok gülmüştü… “Yakışır, yakışır” demişti. Ve Dursun
Akçam’ı o çok erken denecek yaşta yitirdiğimizde, neredeyse yıllarca, her
konuşmamızda gözyaşlarını tutamamıştı Başaran amcam.
Mehmet Başaran, Alper Akçam’ı yazmaya iteleyen, onu tüm
tökezlemelerinde yüreklendiren koca bir Rönesans savaşçısıdır. Kökleriyle, diş
ve tırnağıyla bu yurdun toprağına, kültürüne olabildiğine tutunmuş, hiçbir
rüzgâra karşı eğilmeyen, yapraklarında şiir hışırtılarını, dallarında devrimci
bir direnci taşıyan, kovuğunda geleceğe atılacak tohumlar besleyip büyüten ulu
bir çınardı.
İlk kitabım “Ağaların Ağası”nın arkasına yazdığı o güzel tanıtım
notunu hak edebilmiş miydim, hâlâ tam bilemiyorum…
Cumhuriyet gazetesine konuk makale yazarı olarak gönderdiğim,
Sami Karaören ağabeyimizin süzgecinden geçemeyen her yazım, dergilerde
yayınlanmayan her öyküm, benim için, amcam Başaran’a bir sızlanma, yakınma
nedeni olurdu. O da hiç üşenmez, bir yandan eşinin ağır hastalığıyla
uğraşırken, bir yandan bana sayfalar dolusu, tümü de yüreklendirici mektuplar
yazardı.
Önce Yeniden Müdafaai Hukuk’ta, sonra Yeniden İmece’de birlikte
yazılar yazdık. Edebiyat çalışmalarımı ilgiyle izledi, elinden geldiğince
destekledi. Tam bir baba dostuydu o; kan bağıyla bağlanmış kadar sıcak bir
amcalıktı yaptığı… Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldığımın haberini o verdi.
Yazılarını, şiirlerini severek okuduğum Başaran amcamın kendi
kuşağı içindeki ayrıcalıklı yerini, iki yıl sürmüş hummalı bir çalışmanın ürünü
olan Anadolu Rönesansı Esas Duruşta adlı yapıtımı hazırlarken iyice ayrımsadım.
Yüreğimdeki yeri daha da başkalaştı, kök saldı… Başaran amcamın yaşadığı
olguları gözlemleyebilme ve çözümleyebilme yetisi, her koşulda değişim ve
yenileşmeden yana olan devrimci gücüydü onu ayrıcalıklı kılan.
Aynı zamanda titiz bir dil işçisi ve dil denetçisiydi. Yazdığım
her mektupta, her telefon konuşmasında onun şimşeklerini üstüne çekebilecek bir
sözcük kaçacak kalemimden ya da ağzımdan diye korkular duyardım.
Bolu beylerine kafa tutmuş bir kuşağın en romantik savaşçısıydı
o selam olsun anısına…