Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar | Selma Sayar
Mektuplar yalın, katıksız, saf cümlelerle örülmüş, Ahmed Arif’in Türkçe’ye olan hakimiyetini göstermesi bakımından önemli.
1990’lı yıllar… Değer ve kimlik talepli hareketlerin protesto eylemlerine dönüştüğü dönemler. Öğrencilerin, işçilerin ve onları tamamlayan toplumsal muhalefetin sokakla buluştuğu yıllar… Tam da bu yıllarda yetiştiği taşranın küçücük penceresinden dünyayı yorumlamaya çalışan ve çok büyük hayallerin peşinde koşan genç bir kız…
Küçük dünyasına sığmayacak kadar büyük olan ütopyaları, kocaman kentin üniversite kapısından içeri girdiği anda şekillenmeye başlar. Genç kız, kabuğunu çatlatacak bu sürecin, yaşamının önemli bir dönüm noktası olduğunun farkına varmadan, kendini birden, bu sürecin içinde bulur… Bu yıllar, kendisini yenileme, hatta yeniden yaratma ve aynı zamanda edebiyat dünyasıyla buluşma yıllarıdır. Yeni bir düşünsel kimlikle büyük kentin üniversite öğrencisi olmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşar. Bilinçli bir tercihle gittiği edebiyat bölümünde şiirin, öykünün, romanın, kısaca yazın yaşamının derinliklerinde gezinmeye başlar. Yaşamın gerçekleriyle örtüşmeyen kuramsal bilgi ve öğretilerin çelişkilerini görür; dikte ettirilen farklı lehçelerin, dillerin öğrenimindeki hayal kırıklıklarını yaşar. Edebiyata dair bilgileri, hayatın içinde öğrenmeye karar verir.
Günün birinde, bir arkadaşının, “Seni anlatabilsem seni… Yokluğun, cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini… Dizelerinin şairi Ahmed Arif ölmüş” sözlerinin, tüylerini diken diken yaptığı o anı hiç unutmaz. O anki şaşkınlığı, alt-üst oluşu, hem ölüm haberine duyduğu derin üzüntü, hem de adı geçen dizelerin onda uyandırdığı hayranlıktır. Aslında, ölen şairle ilgili bir bilgiye sahip değildir. Eserlerinden hiçbirini okumamıştır, edebiyat derslerinde tanıtılmamıştır. Bir kez daha üniversitelerde verilen öğretimin yetersizliğine ve gerçek hayattan kopuk oluşuna tanık olacak ve üzülecektir.
Onlarca baskısı yapılan Hasretinden Prangalar Eskittim şiir kitabını defalarca, su içer gibi okuması, şairle ilgili nerede bir haber, bir yorum görse, dibine kadar öğrenme isteği, bu sürecin bir sonucudur.
Haftanın birkaç günü uğradığı kitapçıda, gözüne bir kitap takıldı. Kendisini, yalnızca kendisini değil, her kitapseveri şaşırtan, ama bir o kadar da mutlu eden bir kitaptı rafları süsleyen: Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar. Aşka yoğrulan mektupları bir solukta inceledi; aldı, okudu…
Kitabın önsözünde mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizdir. Bu iki kişinin arasındaki giz silinmeyecek bir biçimde kâğıda aktarılmış, söz uçamayıp çakılı kalmıştır. İyi ki de çakılı kalmıştır.
Biz bu sayede şairin o büyük aşkının sihrine tanıklık etme şansını yakaladık. Tıpkı şu mısralarda olduğu gibi
“Gitmek,
gözlerinde gitmek sürgüne,
Yatmak, gözlerinde yatmak zindanı,
Gözlerin hani?”
“Küçüğüm, korkunç dahim, sevgilim, cihan insanları içinde en güzel, en iyi ve en namuslu sensin. Gözlerinden vazgeçilmez ömrüm. Özlemektir seni, geberiye.”, “Senin o anlatılması imkansız, dayanılmaz gözlerin, sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum.” diye devam eden ve gözlerine duyduğu hayranlığı yüksünmeden ifade eden satırlar…
Yazılanlardan anladığımız şair yalnızdır, dost kazığı yemiş, sürekli davalarla boğuşmakta, sürgünlere gönderilmekte, sistemle başı derttedir. O bundan rahatsız değildir. Hatta en çok kovuşturmaya uğramış şair unvanını elinde bulundurmaktadır. Bu denli sıkıntıyla, yoklukla boğuşurken Leyla Erbil’in dostluğu, ona devadır, hayattaki en büyük erinci, hatta yaşam kaynağıdır.
Öyle ki mektuplarından birinde şöyle seslenir, canına can katan Leyla’sına; “Seni sade, bir dost, bir sevgili, bir can parçam olduğun için değil; beni, bu garip ve tedirgin canı, yaşama tutkusuna umuttan, aşktan, ölümü unutturan güzelim sevdalardan yana o aziz duyulara, sımsıkı bağlayan bir dünya olarak seviyorum. İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arı ve duru. Cihanda hiçkimse dostunu, kardeşini, sevgilisini- acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi gibi sevmemiştir. Sen aklıma gelende başım dönüyor.”
An gelir bunalır, kendisine sırt çeviren dostlarına sitemde bulunur. Çare yine Leyla’dır.
“Gözlerinden,
gözlerinden öperim
Bir umudum sende
Anlıyor musun?”
“Sen” metaforu bu mektupların ana izleği, temel taşı. Sen ifadesi “ben” kavramının bütün gücünü üstüne çeker. Sanki iki varlığın (ben-sen) toplamı gibidir. Bütün çağrışımları, anıları, yaşanmışlıkları, özlemleri içinde barındırır.
“Benim yönümdense -kaç defa söyliyecem bunu ben- SENden gayrı tüm erdem ve nimetlerin gözümde bir çöp kadar değerli olamayışıdır. Her neysem, şair, usta, mahpus, sürgün, acemi, yiğit ya da korkak. SENinle değerlendirebilirim. Seviyorsam SEN olduğun içindir. Utanıyorsam SENden utanabilirim ancak. Korkuyorsam, sensizliğin korkusudur bu.” Şairin sensizlik ateşi ne kadar yıkıcıysa, senleşmesi de bir o kadar yakıcıdır.”
Mektuplar karşılıklı yazılmıştı. Leyla Erbil’in yazdığı mektuplara ne oldu? Bu aşk kendi karşılığını yaratabilmiş miydi? Leyla Erbil “Hayır, benim tarafımda aşk yoktu, yalnızca dostluk vardı” diyor. Özellikle 1955 yılından sonra yazılan mektuplardan anlaşılıyor ki Ahmed Arif bu aşkta yalnız kalmıştı. Leyla Erbil’in mektupları ise şairin arşivinde bulunamamış!
Mektuplar yalın, katıksız, saf cümlelerle örülmüş, Ahmed Arif’in Türkçe’ye olan hakimiyetini göstermesi bakımından önemli.
Kitapta, bu tok gözlü şairin, platonik bir aşka olan vazgeçilmez açlığını, ilmik, ilmik mektuplara işlediğini göreceksiniz.