Ahlât Ağacı | Zeynep Güneş
Ölüm bir varmış, ölüm bir yokmuş. Esma bir varmış, Esma bir yokmuş… Dedi kendi kendine.
Ahlât ağacının dikenli dallarının altına oturmuş sırtını bu dağlarda tek başına ayakta duran koca gövdesine yaslamıştı. Mavimsi gökyüzüne dağılan yaban armudunun cılız kokusu, o günün çirkin görüntülerini hafızasında an be an canlandırmıştı. Elindeki kırmızı yazmanın her biri iğne deliğinden geçmiş küçük çiçeklerini hızlı hızlı sayıyordu. Başını göğe kaldırdı, sık dallarının küçük yapraklarla bezenip şemsiye görevi gören ahlât izin vermedi gökyüzüne özgürce bakmasına. Esma zaten çok kızgındı bu yalnız ağaca, sinirlenerek baktı kalın güçlü gövdesine, belki yıllardır buradaydı, yakan güneşin altında, esen fırtınanın ortasında kalmıştı. Bir de küçük kızları bağlamışlardı koca gövdesine. O ağladıkça oyuklarından aşağıya küçük dereler oluşturmuştu gözyaşları. O küçük bir kızdı nehirlere gücü yetmezdi. Onun için ahlâtın bedeni böyle yaralı böyle oyuklarla dolmuştu. Bütün gücünü toplayıp bir tekme attı iri gövdesine. Kırmızı yazmayı boynuna attı, oyuklara basıp dikenli dallardan tutunarak çıktı Sema’ya. Kanayan küçük ellerini kaldırdı duaya.
Bahçenin tozunu toprağına katarak ipin seri hareketleriyle hızla kaldırıp indiriyordu ayaklarını. O atladıkça iki göğsünün üzerine düşen iki örgülü sarı saçları da onunla beraber atlıyordu. İpi daha da hızla sallamaya başladılar. Nurgül ile Serpil bir yandan sallıyor bir yandan söyleniyorlardı.
“Artık yeter kolum ağrıdı” diye sızlandı Nurgül.
Serpil “Yenil artık yoksa bırakacağım ipin ucunu” Esma biraz daha hızlandı ve kahkahaları camları titretti. Babası bıyık altından gülümseyerek en küçük kızını gururla izliyordu. Annesi soğuk köpüklü ayranları getirip seslendi “Kızlar, gelin soluklanın”
Babası “Haydi artık yorulmadınız mı? Yarın okul başlıyor.”
Kızlar ipi bahçenin orta yerine attılar, Nurgül ile Serpil mızmızlanarak yerdeki eski kilime oturdular.
“Artık ortaokullu oldunuz, büyüyorsunuz.” Dedi Esma’nın babası, Esma heyecanla karışmış birkaç sözcük söyleyecekti, ağzının kenarlarına bulaşmış ayranı kolunun tersiyle sildi. Annesinin dik bakışlarını üstünde hissedince duvar dibine iliştirilmiş musluğa koştu, ağzını yıkarken
“Baba bütün derslere ayrı öğretmen mi girecek?”
Babası gülümseyerek başını salladı. Büyük çocuklarıyla arasında on beş yaş olan kızına sevgiyle baktı onun büyüdüğünü görebilecek miydi? Eski kasketinin altına saklanmış gözlerine yaşlar hücum etti. Kızlar neşeyle konuşurken dış kapının gıcırdayan sesi ile o yöne baktılar bunlar köyün aylak serseri kuzenleri idi. “Hayriye abla birer bardak su ver hele” dedi içlerinden iri yarı, kafasının ön tarafı iyice açılmış olan Seyfi. Diğeri eski ceketini omuzlarına atmış elindeki tespihi sağa sola sallayarak, pörtlek gözlerini kızlara dikmişti. Hayriye ana sürahi ve bir bardakla geldi, “Ölmüşlerinin canına değsin” dedi sıska Zeynel. Esma’nın babası Haydar onlardan hiç hazzetmezdi zaten ağzının içinde, kelimeleri yuvarlayarak…
“De hadi gençler içtinizse suyunuzu yolunuz açık ola.”
Seyfi “Yaşar emice olmadı böyle kovar gibi…”
“Haydi, uzatmayın içtiniz mi? Kafayı mı çektiniz? Bir haller var sizde” dedi.
Üç kişi yüzlerini buruşturarak geldikleri gibi kapıyı gıcırdatıp çıktılar.
Onlar gidince, sanki diken üstünde oturan kızlar ağızlarında sakladıkları gülüşleri tekrar çıkardılar.
Serpil ile Nurgül ayaklandılar, Esma peşlerine takıldı. Hayriye, içindeki sıkıntıyı diline kadar getirdi “Sen gitmesen kuzum!”
“Anam benim, hemen gelirim.” Dedi kızların ardından çıkarken.
Esma eve dönerken, akşam güneşi eteklerini toplamaya hazırlanıyordu. Şerife’lerin ahırlarının önünde duran üçlüyü görünce hızlandı. Arkasından gelen adımları duymuyor, kalbinde güm güm hissediyordu. Koca bir el ağzını kapattı. Ela gözleri en son güneşin kırmızı ışıklarını görmüştü.
Gözlerini açtığında loş flüoresan ışığı yattığı odayı aydınlatmaya çalışıyordu. Nefes almaya çalıştıkça ciğerlerinden gelen hava boğazını parçalıyordu. Yavaşça gözlerini kapattı. Hemşire, bileğini tuttuğu bedene, acıyarak baktı. Yeni gelen doktor eline dosyasını alarak;
“Göğüs kemikleri kırılmış, kalçasında, sol bacağında ve sol kolunda kırıklar var. Rahim parçalanmış, anüs ve kalın bağırsak yırtılmış” dedi devam edemedi…
Nevin Hemşire
“Onu uçurumun dibinde bulmuşlar, o üç cellât, şeytandan bozma insan müsveddeleri, elbiselerini yırtıp saf ve masum olan ne varsa parçalayarak ırzına geçmişler. Kokuşmuş nefeslerini ensesinden, kirli ve cerahat dolu terlerini sırtından eksik etmemişler. İğrenç bir şehvetle ve sadistçe fantezilerini küçücük bir bedende bütün gece gerçekleştirmişler. Bu tiksindirici, kara geceyi, tehdit etmek, tekrar etmek için kaydetmişler. Lakin öldüğünü düşünerek kirli yırtık bir çaput gibi atmışlar uçurumdan aşağıya.”
Doktor “Siz nereden biliyorsunuz bu kadar ayrıntıyı?” Nevin Hemşire, gözlerini Esma’dan ayırmadan “Getirdiklerinde baygındı uyandığında ilk ne söyledi biliyor musunuz? Doktor merakla gözlerini açıp başını sağa sola salladı.
“Keşke ölseydim dedi, keşke taş olsaydım, keşke bayırın ortasında ahlât ağacı olsaydım. Biraz sakinleştikten sonra kendisine bunu yapanların ismini verdi.”
“Ahlât ağacı neden?”
“Onu ahlâta bağlamışlar, neden o ağaç olmak istedi bilmiyorum”
“Yani suçlular yakalandı, bu güzel bir haber değil mi?”
Hemşire evet der gibi gözlerini devirdi. Doktor “Umarım oradan hiç çıkamazlar” dedi.
“Hayır, hiçbir şey bilmiyorsunuz, onları akladılar bile, suçsuzlukları önce hastane, sonra savcı, sonra yargı en son devlet tarafından onandı.”
“Nasıl yani?” Dedi doktor!
Hemşire nevin “Ben bu yöredenim, bu coğrafyadan, bu töreden. Köy Meclisi toplanıp üstü kapatılacak, bütün suç bu yavrucağın olacak, ya abisi vuracak ya da…” Dedi boğazında düğümlenen kelimelere hıçkırıklarını karıştırmamak için sustu.
“Anlayacağınız doktor bey tecavüzcülerden birinin babası aşiret reisi… Para her şeyi satın alır ve buna adalette dâhil” dedi.
Hayriye kızının başına gelenlerden sonra evinin içindeki en küçük deliğe girmişti. Utancından çıkamıyordu bahçeye, sokağa, yola. Bir kez çıkacak oldu Seyfi’nin annesi onu kolundan yakaladı.
“Bana bak Hayriye, oğlanları içeri tıktırınca rahatladınız mı? Ne oldu kızının incileri mi döküldü… Bir kerecikten bir şey olmaz! O şikâyeti geri çekeceksiniz, yoksa başınıza ne gelir bilemem.”
Haydar kalp krizi geçirdikten sonra felç olup yatağa düşmüştü. Beyaz gelinciğine dokunmaması için oğlunu ikna etmişti. Mahkemelik olmuşlardı olmasına da! Karşı taraf utanmadan her gün evlerinin karşısında, ölümcül bakışlar, nefret dolu sözlerle irin kusuyorlardı üzerlerine.
Ahlâtın dalında oturmuş temmuz ayında, sabah ayazının yanaklarını okşayıp saçlarıyla oynaşmasını izliyordu. Yüreğinde çöreklenmiş yılanlar kımıl kımıllardı bugün. Oraya ne zaman oturmuşlardı ne zamandır içini yiyorlardı. Bu zamana kadar kimseyle konuşmamıştı. Ama üç aydır cellâtları serbest idi. Bu üç ay boyunca her gün evlerinin önünden geçer olmuşlardı. Babası iyileşseydi gideceklerdi buralardan. İblisler katiller; kaşla, gözle, sözle çağırıp o gün yaşadığı ölümsüz korkuyu tekrar canlandırıyorlardı.
Boynundan yazmayı çıkarıp dala astı. Ucuna kimsenin çözemeyeceği düğümü attı. Kafasını içinden geçirip bütün gücüyle bağırdı “Neden o gün almadın canımı! İşte ellerimi açtım sana al artık emanetini.” Ağlamıyordu! Korkmuyordu! Büyümüştü!
Ayaklarını daldan aşağı bıraktı, düğüm çözülmedi. O kalın dal ağaçtan koptu, başını küçük bir taşa çarptı son nefesini orada ahlâtın dibinde bıraktı.
Nevin Hemşire, bembeyaz çarşafla meleği örterken düşünüyordu.
“Kim bilir? Belki ahlât bıraktı dalını, nefessiz kalmasın, acı çekmesin, diye…”