İyiler ve Kötüler | İbrahim Uysal
Dünyamıza bile zor akıl erdiriyoruz. Evren hakkında bilmediğimiz o kadar çok gizem var ki, belki milyonlarca, hatta daha fazla şey var. Belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz bu sonsuz düzlemde sonsuz bir döngünün içinde çok katmanlı evrimler yaşıyoruz.
Güneşi, diğer yıldızları ve gezegenleri bile öğrendikçe,. “keşfettik” diye mutluluktan uçuyoruz.
Ama bu iyilerle kötülerin savaşı değil. Ot, çöp, toprak, su, börtü, böcek derken insana gelene kadar nefesimiz kesiliyor.
Eğitimde, ilköğretim okulu, ortaokul, lise derken üniversiteye gelene kadar çekmediğimiz kalmıyor.
Bütün bunları öğrenmek ise yıllar, yıllar gerektiriyor.
Öğrenmek, aileden başlayıp çevrede, okullarda yetmedi sokaklarda bile sürerken, biz neyin içinde olduğumuzun farkında mıyız?
“Her insan bir dünyadır.” Bundan tutun da bilgiye varır ve davranışa kadar o kadar yol alınır.
Bir de çok genel tanımlamalar vardır. Birçok doğru ve yanlışları genelin içine koyarız.
Her ne kadar “her insan bir dünya” olsa da o kadar yaşanmışlıktan sonra, ben kişisel olarak insanları iki genel çerçeveye yerleştiriyorum.
İyiler ve kötüler..
Bunlar da Kendi aralarında, ayrışır bazen.
Nasıl dalından toplanan meyveler, konulduktan sandıklarda şartlarına göre, aylarca, yıllarca bozulmadan saklanıyorsa, şartları uygun olmayan ya da içlerine “Kurt düşenler, çürüyenler” var ise insanlık da öyle çürüyor ve bozuluyor.
İngiltere’de anaokulu, ilköğretim okulları devletin denetiminde ve ücretsizdir.
Birçok Avrupa ülkesinde devlet üniversiteleri öğrencisinden küçük bir harç dışında ücretsizdir.
Bu eğitim ve öğretim hizmetleri kamu hizmeti olmanın yanında, Ulusal birlik ve bütünlüğün korunması ve sağlanması için de olmazsa, olmaz sayılmaktadır.
Ailenin ve doğan çocuğun sağlıklı ortada yetişmesi ve yaşaması ise devletin temel görevidir.
Bütün bunlara bakınca, gelişmiş ülkelerde aile ve çocuğun çok özel bir yerinin olduğunu görüyoruz.
İnsanına olduğu kadar genç nesline, çocuk ve gencine çok özel bir önem vermektedir.
Ülkemizde, Cumhuriyet ile birlikte bu süreç devletin denetiminde ve devletin kurucu (Atatürk ilkeleri ve devrimleri) değerlerinde eğitim verilmekteydi. Kapitalizmin küreselleşme, Neo-Liberal aşamasına geçmesi ile ülkemizde de bir “globalleşme” sevdasına tutuldu.
24 Ocak 1980 Ekonomik istikrar kararları ile devletin ve ülkenin geleceği uluslararası sermayenin insafına bırakıldı.
Bir anlamda kişisel çıkara dönüşen özelleştirmelere; cemaat ve tarikatların vakıf ve derneklerinin israfına bırakıldı. Böylece eğitim kurumlarının içi boşaltıldı. Devlet, kutsallığını yitirmiş, vakıf ve dernekler, devletten daha güven sağlayan yapılar haline getirildi. Bu da ulusal birliğin korunması açısından son derece tehlikeli…
Oktay Akbal’ın, 1946 ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ adlı ilk kitabında yazdığı gibi… “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu…”
Seksenlerden sonra toplum korku iklimine sokulmasıyla birey, eğitim ve kişiliği bozulmaya başladı. Eğitimin bozulması ile zamanla bu korku ailelere kadar sirayet etti. Sonraları devletin işleyişinde, toplumsal algısında sorunlar yaşanır oldu.
Yine 1980″lerde globalleşme ile yurttaşlar dünyaya açılanacak diye bir umut diye pohpohlanmıştı. Günümüzde, TC yurttaşları evlerinden kapı dışına çıkmakta bile zorlanmaktadırlar.
Düne kadar “tu kaka” yapılan bir kısım ülke yurttaşları, altlarında son model arabalar ve para sayıp aldıkları evler, villalar sayesinde TC Vatandaşlığı alarak sokaklarda keyif çatar hale geldi.
Bu sıradan bir sonuç değildir. Elbet gelinen noktada ülkenin geleceği sorgulanır hale geldi. Yurttaşların gelecek kaygıları artması, başka sorunları da beraberinde getirmektedir. Bununla parayı bastıran bir yabancı, kamu gücü öncelikli olmasında da yanlışlıklar vardır.
Evet, bu süreçler iyilerle kötülerin savaşı değil. Sorun, kamu yönetimi, denetimi ve gözetimi altında yurttaşlarının tercihlerine bağlı.
Hani derler ya, “Paris yanıp, yakılmadan/ yıkılmadan.”
…