Günüm Hikayesi | Bilezik | Gülçin Yağmur Akbulut
Dünyanın saat ayarına ayarlayamamıştı ömrünün zaman ayarını. Hayat yolculuğu için kestiği bütün biletleri yanmıştı zahir.
İşe, her geliş gidişimde görürdüm onu. Tek katlı bir evin önünde kırık dökük bir bank. Bankın üzerinde öne arkaya salınma hareketi yaparak oturan bir adam. Gözlerinin zulasında, çığlıkları evrene sağır bir boşluk. Soğumaya çalışırken küllerini gizlemeye uğraşan yorgun yanardağ. Galiba kırk beş elli yaşlarında, melül.
Yelli Ahmet diyordu adına mahalleli. Yelli o muydu yoksa biz miydik, bence orası tartışılabilirdi. Mavi gözlerini gözlerimin merceğine her gömdüğünde, tanımlayamadığım bir huzur beliriverirdi içimde. Kilometrelere zincirlenmiş yerleşik bir derinlik vardı gözbebeklerinin içerisinde. İşitebilseydi iç sesimi insanoğlu, şüphesiz divane diye tanımlarlardı Gülce’nin künyesini.
Dil yarası yüreği, harlanır mırıltılar halinde dudaklarından dökülürdü. “Ak kapı kara kapı / Aktır billurun sapı / Beni senden ayıran / Sürünsün kapı kapı.” Epeyi uğraştıktan sonra anlayabilmiştim fısıldadıklarını. Hareketsiz gördüğüm hiç olmadı. Sancısı tutmuş bir nehir gibi sağ sol, ön arka bedeni ekseninde devinip dururdu. Kendinden kendine başlattığı kovalamacada vardığı son nokta yine kendisi olurdu.
Sağ eli her daim eski püskü pantolonun sağ cebinden çıkmazdı. Lal bir sese bürünür, sebebini irdeleyemezdim. Korktuğumdan değil incitmekten çekindiğim için kıyılarına yanaşamazdım. Pruva-karina mesafesinde izler, güvertesine uzaktan dokunmaya çalışırdım.
Tanırdı beni. Hissederdi hislerini hissettiğimi. Sınırlarına yaklaşıldığında hırçın dalgalar gibi çırpınan Ahmet, aynı sınıra Gülce sokulduğunda sakinleşir, durulurdu. Yedi bin dilde, yedi bin kere susarak yedi bin kez konuşurduk bakışarak. Bilirdi Ahmet. Gülce, Ahmet’i anlardı. Gülce de bilirdi ki Ahmet de biliyor Gülce’nin kalp gözü var.
Lacivert bir kâğıtta kahverengi bir noktayı aramak değildi, Ahmet’i bulmak. Yaşamının bütün vagonlarında, sabah güneşinin yakamoz olduğunu görebilmekti aşikâr. Süre gelen sancılarını dindirebilmek adına, saat başı ağrı kesici aldığını sezebilmekti besbelli. Önüm arkam sobe yıllarında her daim ebe olduğunu kavrayabilmekti sarahat.
Mimardı Gülce. Toplamın nazarında büyük insan. Kınayıp hor görürlerdi Ahmet’e yakınlaşmaya çalışan mimarı. Görebilselerdi terelelli dedikleri adamın yüreğinin duruluğunu katran karası kalplerinin dillerine vuran kirlilikten belki o zaman utanırlardı. Çeşit çeşit maskeleri yoktu diğer âdemoğulları gibi. Tıpkı aydınlık gönlü gibi pürüzsüz, arınmış, pırıl pırıldı yüzü Ahmet’in.
Ömrümü çevreleyen zehirli bitkilerle cebelleşirken soluklanabilmek adına sığınabileceğim bir sığınaktı Ahmet’in derinliği. Yoklarken hayat rüzgârı bedenimi, yelkıran köknar misali, himayesine girdiğim barınaktı abdalın dalları. Gök kubbe mavi, kuşlar azade; dünyasında bir nevi.
Günlerden çarşamba. Günü bitirmiş olmanın muştusuyla, yola koyulmuştu mimar. Gülce yorgun, Gülce hasarlı. Ahmet’in deryasında dinlenmeden eve gitmek yarım bırakırdı kızcağızı. Göğsüne kümelenen karanlık bulutlar, hücrelerine batıp batıp çıkan kaygı mızrağı. Huzurun gölgesi Ahmet, bankında yoktu
Yıkık dökük gecekondusunun etrafını defalarca dönüp dolaşmak sonuçsuzdu. Başına kötü bir şey gelmiş olma endişesi, çıkrıksız bir kuyunun dibinde debelenmeme sebep oluyordu. Bir yılı aşkın bir süredir ilk defa Ahmetsizdi tahta oturak. Tasa korkusu, gecekonduya girme ürpertisinden daha baskındı. Aralık olan kapıyı, geriye doğru iterek ürkekliğimle yüzleşme yolunda attım adımımı.
Yerde sünger bir döşek. Üstünde iki büklüm kıvrılmış bir biçare. Beni gören gözlerden damlayan iki damla yaş. “Ne oldu sana Ahmet?” Kimseyi yamacına yaklaştırmayan adam, onulmaz bakışlarla benden deva beklemekteydi. Yavaşça dokundum alnına. Alev alev yanıyordu Ahmet.
Ahmet benden, ben alelacele aradığım 112 genel acil telefon numarasından medet… Ambulansın sirenleri eşliğinde sağlık personelinin sualiyle yankılanan bir ses. “Yakını kim?” Yanımda yöremde ne varsa büyük boşluğa bakınıp “Ben, benim yakını.” diyebildim, beyaz önlüklü görevlilere.
Geceyi müşahede altında geçirdik. Ahmet 40 derece ateş içinde, Gülce elinde ıslak bez. Sabaha yakın 37 dereceye inen ateş, taburcu olmamıza vesile. Telefonun diğer ucundaki mahallemizin ticari taksisiyle kuvvetli bir pazarlık. İyidir iyi olmasına lakin biraz fazlaca paragöz bizim şoför Halit. Velhasıl yola koyulduk, elinde bir reçete ile Gülce, Ahmet ve şoför Halit.
Yol üstü eczaneden aldığım ilaçlarla taksiye geri döndüğümde Ahmet’in gözbebeklerinde o güne kadar rastlamadığım bir ışık. Hastanede baygın bir şekilde uyurken bile sağ cebinden çıkmayan sağ eli, sağ cebini terk etmiş vaziyette. Sımsıkı yumduğu avucunu açıp avucuma usulca bıraktığı altın sarısı bir bilezik. Şoför Halit’in yaşaran gözlerinden damlayan iki damla, dudaklarından dökülen içli bir cümle: “O bilezik Ahmet’in rahmetli annesinden Ahmet’e kalan tek hatıra”.
Dünyanın saat ayarına ayarlayamamıştı ömrünün zaman ayarını. Hayat yolculuğu için kestiği bütün biletleri yanmıştı, zahir.
Kaynakça: Çıngı Edebiyat Dergisi Mart /Nisan 2024
…