Mağrur Kelebek | Selahattin Yetgin
Tut ki, aklının labirentlerine hiç dalmadım. Yüreğini okşayıp gökteki saklanan ayını ellerimle sana göstermedim.
Tut ki, korkularını, sevgilerini ve göz yaşlarını hiç anlamadım. Bir masal atına binerek ülkene asla uğramadım.
Tut ki ‘Mağrur Kelebek’, yüreğine asla sapmadım ve senin için kahrolmadım, üzülmedim. Bir dilek tutarak sevgiyi aramadım, aşka yakalanmadım.
Tut ki sevda bakışlım, ben seni gökteki yıldızlardan kıskanarak, bir savaş meydanında hiç savaşmadan kaybettim.
Seni tanımadan önce, ne gökteki yıldızların rengini, ne aynı gökteki ay’ın ışığını bilmiyordum. Gözlerindeki yıldızlara, yüreğindeki ay’a tutulmadan önce kendi kabuğunu kıramamış, kendi incisini hep aramış yaşlı bir balıkçı gibi, sarı denizlerde aşka kürek çekiyordum.
Merhabalarının titreşimleriyle bir gökkuşağı gibi giriverdin ansız içerime. Gözlerindeki Ummanlara, yüreğindeki girdaplara dalınca geriye dönüşün asla olmayacağı uzak denizlere açıverdim yamalı yelkenlerimi. Fırtınan yamandı, denizlerin dalgalıydı, ancak ufkuna ulaşmak için kutsal bir umudum vardı.
Binlerce öpüşün yağmurları altında ıslandım seni bulmak için. Gecelerce sana kürek çektim, rüzgarının esmediği anlarda. Nasır tutan ellerimle, tuzlar dolan gözlerimle ve saçlarımı ağartan güneş yansımalarında seni, hep seni düşündüm. Uzaktı adaların, kuytulardaki tüm yabani menekşeleri, nergisleri senin için topladım ve kurumasınlar diye yüreğimi siper ettim.
Gölgeler vardı peşinde ve sen korkuyu koluna takarak bu şehrin varoşlarında gerçek aşk’ı arıyordun benim gibi. Yıllarca sofrana gelmemiş, yüreğini donatmamış güzelliklere yürüyordun sokaklarda. Aynı sofraya oturmak isteyen dostların vardı ve sen mağrur bir kelebek gibi tereddütlerdeydin.
Kozasından çıkar çıkmaz yemyeşil bahçelere kanat açan, rengarenk çiçeklerden tat almak isteyen minik kelebek geceleri daha çok seviyordu belki de. Gündüzler hayırdı, pusudaydı ve sırf bu yüzden kanatlarının rengini kimselere göstermek istemiyordu. Umudunu gözlerine, gözlerini de yüreğine yükleyerek zifir karanlıklarda mutluluğu aradı. Her kanat çırpışında tükenen ömrünü düşünmeden edemiyordu ve sayılı günler küflenmiş, bir köşeye atılmış içki şişeleri gibi yığılıyordu.
İnandığının aksine, aşk sevginin peşinde yürüyordu durmadan. Bu yüzden aşk’a rastlayamamış, inandığı sevgi dünyasının dişlileri arasında sıkışıp kalmıştı. Günlerce uçarak özgürlüğüne konmayı istedi. Konduğu bütün dallarda aşk yoktu ve onu aramaktan artık sıkılıyordu. ‘Mağrur Kelebek’ hayata gözlerini ilk açtığında gözlerini büyüleyen aşkın benzerlerini çok aradı. Sığındığı limanlara her döndüğünde unutuyordu yüreğindeki sızıları. Saatler akrep ve yelkovanı durmaksızın zorluyordu ve biten her gecenin peşinden gündüzler geliyordu.
Hayallerinin metruk istasyonunda aşk için ölmeyi göze almadıkça, aşka yürüyecek gücü de olmayacaktı. Yıllardır gördüğü, ancak asla yorumlayamadığı bir rüyanın tasviriydi aslında aşk. Sadece aşık olduğunu anladığında, sevgiye yüreğini koyduğunda yaşadığını anlayabilirdi. Aşk’ı beklemek bir ibadet, o ibadete durmak da sevgiye dokunmaktı, ama o korkuyordu.
İşte böyle ‘Mağrur kelebek’. Şarkılar ağlatmaya başlayınca uzak denizleri düşler insan. Eteklerinden kar kalkmayan Alpler’e tırmanır ve arar yüreğini ısıtan garip yalnızlığı. Yeryüzündeki tüm insanlardan yalnızca birini anımsar.
Seninle ben aynı gemideydik ‘Mağrur Kelebek’. Ancak, birbirimizi hiç görmedik. Yıldızlarımız bizi birbirimize bağlamadı. Her sevdada ‘en çok üzülen, en fazla seven olur’ kelebek. Sevilen güçlü kalır, ayaktadır. Sevgiler imparatorluğu ayakta kalsa da benim yüreğimdeki saraylar yüreğinin fay hattına dayanamaz, yıkılır. Anlayacağın minik kelebek, gün gelir gözlerinden geriye, sadece iki unutulmaz, öldüren nokta kalır.
Selahattin Yetgin
…