Günün Hikayesi | Rüzgâr | Gülçin Yağmur Akbulut
Adım Rüzgâr. Mavzerin tetiğindeyim; yanardağın püskürtüsünde.
Durum durağım yok. Sınırım yok, istasyonum yok. Beyazdan siyaha; uykudan uykusuzluğadır esintim. Sevmediğim bir gerçeğim. Soyuttan somuta uzanan; poyraz, lodos, karayelim. Yerin yedi kat dibinden başlar; yedi kat üstüne doğru yedi düveli gezerim.
Sayısız izleri var gövdemde olur olmaz gürlemelerimin. Baltaladığım ormanların, çok cepheli devrilişindeyim. Zararım ziyanım bizzat özüme. Kırık şişenin keskin kenarıyla kendi bileklerimi keserim. Ellerimle derlediğim; gizli ahlar sererim ömür ipliğime.
Deniz güneşteki pası yıkamaya çalışırken; Rüzgâr çamura bularmış Deniz’in temiz örtüsünü. Tam ortasından hançerledim sevgiyi. Ateşe verdim göğsümün göğünü. Ve desem ki ben nasıl arındıracağım günahlarımdan hayat güncemi.
“Bir şeyler ne kadar değişirse o kadar aynı kalırlar.” Acıdır ki; fırtınalarımın bedeli, çıkrıksız kuyulara ve ışıksız hücrelere vasıl olsa da Rüzgâr yine aynı Rüzgâr. Beşinci gün yıkıp devirdiklerim, yedinci gün söküp parçaladıklarımla eşdeğer. Hiç mi acımam yok kendime? Sırtımda bir küfe dolusu kül var.
Gizli saklı konuşmalar. Olur olmaz vakitlerde dışarı çıkmalar. Karşısında ölüme tutsak, diyaliz hastası bir adam var. Başımın üstünde Azrail meleği tur atar. ”Ölümün yüzü soğuktur.” bilirim. Hadi bitti diyelim aşk. Bari bekleseydin sevgili. Utanma pazarı, nefesim tükenene kadar.
Felaketin hudutları çizilse Rüzgâr siyahi tebeşir olur. İçimde delirmiş bir tay. Şimşek şimşek çaktım. Alfabenin bütün harflerini sayıp döktüm yüzüne. Hakikati susturdum. Ben bile inandım uydurduğum düzmeceye. Seni ihanetle suçladım Deniz. Vazonun daralan boğazıyım şimdi, kayanın taşları ufalayan sabrıyım.
Kaç istasyonun, kaç durağın çökmesi yalnızlık. Yekpare, batmak, yok olmak derinlerde…
Takvim karanlık. Saat yıldızsız gece… Kimsesizliğimi kimde tüketmeye çalışsam dönüp dolaşıp kaburgama çöreklenmekte. Hangi şehre keseceğim biletimi, sen diye hangi iskelede bekleyeceğim güneşi söyle.
Baba deyişini özledim Burçak’ın. Bukle bukle saçlarını… Hazırladığın kahvaltı sofralarını özledim. Göl taşkını kahkahalarını… El ele izlediğimiz yakamozları göresidim. İpsiz bir uçurtmanın çıtasına bağladım ümitlerimi. Senden öncesi mütemekkin hayatım, senden sonrası sığınmacı. Ölümün bir lisanı, lehçesi var mı ey sevgili.
“Rüzgâr eken fırtına biçer.” Durgun haliyle değil de çarpa çarpa yağdım bulutlardan. Bir ok fırlattım yayından. Yürüyüp gittim sonra ardıma bakmadan. Asıldığım yerlerden kopardım yaşamın kasnağını. Tavan arasını vurundum omuzlarıma. Kuru bir dalım şimdi Fırat Nehri kıyısında.
Fal bakan bohçacılar yalancı. Bu haziranda gelir dediler. Dört haziran soyundu mevsimler. Neredesin loş dünyamın yörüngesi. Gözlerinin karasından dağlarıma bir ses ver. Sen yokken akşama doğru doğuyor güneş. Yüzümde kırık çizgiler, dizlerimde hissizlik. Aylar düşüyor avuçlarıma, duvarlar soğuk.
Niçin olduğunu biliyorum artık, ansızın gelen telefonların. Sebebini biliyorum zamansızız evden çıkıp gitmelerinin. Sen bana böbreğinle ikinci bir hayatı bahşederken ben acımasız kollarımla kendi bindiğim dalı kesiverdim. O gün bu gündür kestiğim dalın kıymık sızılarıyla belalı parmaklarım.
Kar yağıyor. Kapımda yamalı bir bekleyiş… Vaktiyle gelip geçtiğin güzergâhlara kilitlendim. Bakma sen esip gürlediğime. Adım Rüzgâr benim. Kâh eser kâh gürlerim. Sen diye tutunduğum yorgun bir asa ile buz tutmuş bir yanardağ içindeyim.
Adım Rüzgâr. Mavzerin tetiğindeyim; yanardağın püskürtüsünde.
Kaynak: Çıngı Edebiyet Dergisi Ocak Şubat 2023
…