Aşk Ateş ve Su | Adil Okay
Bugün de öykü olsun…
Benden olsun…
Karanlığa inat umut olsun…
Suyu kirlenmiş nehirler dökülüyor, mavi entarisini soyunmuş deryalara. Gök kubbe kapatıyor zifiri elleriyle yıldızları. Ay, insan korkusuyla saklıyor ışıktan saçlarını. Yakamozlar başka diyarlara göç ediyor. Susuyor radyoaktif sarhoşu rüzgar. Ne bir serçe, ne karga, ne de yumurtadan yeni çıkıp, telaşlı adımlarla suyu arayan karettaların ayak sesi duyuluyor kıyıda.
Yarasalar zafer çığlıklarıyla son mevzilerini bombalıyor insanoğlunun.
Sahilde âşıklar yok. Aşk yok. Mehtap ve serenatlar tarih olmuş, tarih delik deşik. Makineler kirli sarı ışıklarını salıyor gömütlükler üzerine. Gözetleme kulesinde kiralık katiller projektörlerini dikiyor henüz robotlaşmayan insanların üzerine. Deryalar bir zamanlar adına türkü yakılan aklığını yitirmiş. Kocaman bir bataklık, içinde canlı yaşatmayan. Daha kaynağında ırzına geçiliyor nehirlerin. Akarsular tatlı sularını karıştıramıyor tuzlu suya, sevişemiyor doyasıya denizle. Tükeniyor aşk iksiri. Gözyaşı ya da zevk suyu yerine, asit dalgaları vuruyor sahile. Yağmur yerine çamur yağıyor üstümüze. Dünya yıldızsız bir gezegene dönüşüyor. İnsansız, çiçeksiz, hayvansız.
Ve sen gidiyorsun. Bırakıp beni, orta yaşın son arifesinde.
Oysa daha vakit vardı. Belki birlikte güneşe giden bir yol bulabilirdik. Deryaların el değmemiş mavi noktasına sobe diyebilir, savaş uçaklarının ulaşamadığı tepelere aşk yazabilirdik büyük harflerle. Ki aşk aklayacaktı dünyayı. Ve biz aşkı birlikte aramaya ant içmiştik. Ve daha yolun yok noktasındaydık. Yolları yürüyerek yapacaktık. Akan kanları durduracak, yaraları saracaktık. Ki biz ateşi ve suyu arıyorduk. Ki darağacında cellatların yüreğine korku salan o gencecik çocuklar da birer prometeus’tü, aşkı, ateşi ve suyu arayan. Ki biz de onların izini sürecektik. Eğilip toplayacaktık sahipsiz kalmış sloganları. Dudaklarımızın ucuna konacaktı yasak marşlar. Ki hakkımızda devlet de kesse fermanı, karanlığı aşkımızla aydınlatacak, suyu kaynağından içecek, yıkanacak, arınacaktık. Ki savaş tamtamlarını serenatlarımızla susturacaktık. Ki aşk, dostluk ve barış sözcükleri daha sözlükten düşmemişti. Ki her yenilgi bir yengiyle sonuçlanabilirdi. Ve diyecektik büyük harflerle: İnsanoğlu yıktığını yapabilirdi.
Yapabilir miydi? İşte bu soruydu bizi kahreden. Yol kaldı mı, yollar yeniden yapılabilir mi sorusu…
II
Yorgun gecelerin bitmeyen karanlığı, sabahlarımıza uzanan….
Gündüzlerin gece olduğu, gecenin karanlığının iyice katmerleştiği, karamsarlığın iyimserliğe baskın geldiği aşksız günler yaşadığımız. İğneyle kuyu kazıyoruz diyoruz. Kurtardığımızda yanmaktan bir karış toprak parçasını, mayın tarlasında yaralı bulduğumuz bir ispinozu iyileştirip saldığımızda gökyüzüne seviniyoruz. Ama illa da çocuk çığlıklarını duymaya dayanamıyor ağlıyoruz. Sonra da ağlayabildiğimiz, gözyaşı pınarlarımız kurumadığı ve yüreğimiz kararmadığı için seviniyoruz. Parçalanmış cesetler arasında bir çocuk görürüz diye korkuyor, ama yine de umutla yaralı arıyoruz yaşatmak için. Bir insan, bir insan daha kurtaralım diyerek.
Ve korkuyoruz alışmaktan, makineleşmekten. İnsan kanıyla beslenen bu düzene köle olarak adımızı yazdırmaktan korkuyoruz. Uzaklarda bir yerlerde, bizim gibi küreselleşme denilen canavara direnen insanlar olduğunu, uçaklardan atılan ‘aranıyor- ölü veya diri’ başlıklı afişlerden öğreniyor ve sınırları zorluyoruz onlarla buluşmak için. Ama ne gücümüz yetiyor mayın tarlalarını, gözetleme kulelerini geçmeye, ne de sesimizi duyurabiliyoruz. Yine de seviniyoruz yalnız olmadığımız için ve besliyoruz umudumuzu…
Ama her yeni katliam haberi çaldığında kapımızı, yeniden düşüyoruz karamsarlık dehlizlerine.
Ve sen yeter artık diyorsun. Yeter. Ya kendimi öldüreceğim. Ya da gideceğim ucunda ölüm de olsa. Yok, bu gecenin sabahı… Ne güneş var, ne ay, ne yıldızlar. Nafile uğraşıyoruz balçığını silmeye yeryüzünün. Durdu dünya. Dönmüyor. Ve batıyor kirlenerek. Ve benim yeni ufuklara açılma zamanım geldi. Gitmeliyim, seni bırakarak. Atımın terkisinde sana yer yok. Senin ölümünü görmeye takatim yok. Ne de kollarında ölüp seni bir başına bırakmayı düşünmeye. Lokman hekim başka diyarlarda…
Yaralarımızı saracak merhemimiz tükendi. Azık çantamda da iki kişilik umut yok. Ciğerlerimde tek kişilik oksijen bitti bitecek. Bırak gideyim.
Hadi git diyorum. Gözlerimdeki ıslak hüznü, sensizliği düşünmenin dehşetini saklayarak… Git o halde. Son kalan nefesimi üflüyorum susuz kalan dudaklarına. Çıkınına, feri sönmeye yüz tutmuş aşkımı koyuyorum. Git bendeki aşkla. Git ve ara insanoğlunun yitirdiği renkleri, mavi gök kubbeyi, feri sönmemiş yıldızları, kaynağı pak nehirleri. Sınırsız ve sınıfsız, aşkın, barışın ve dostluğun dünyasını. Git ve ara. Git tiransız bir dünya bul.
Çoğal da gel. Gelirken su ve ateş getir. Nergis getir, papatya getir, bir demet de aşk getir…
03 Temmuz 2006