Günün Hikayesi | Bayat Ekmek | Gülçin Yağmur Akbulut
Kulağımda notasız merdiven basamakları gibi yükselip alçalan duraksız sesler… İlmiğini bir kaçırdı mı sökülür durur akşama kadar; kendi doğrularıyla boğuşur, didinir. Çoğu kez duymazlıktan gelsem de her sözü mum gibi ışıtır karanlık kovuklarımı. Kış masalının ayazında, üşüyen bedenimi sarmalayan kaşmir yünlü pelerin, ak saçlı bir melek olsa gerek.
Yüreğimin sularında yüzdürdüğüm, gövdesine yaslanarak dinlendiğim hisar… Kalbimi sadakatin dehlizlerinde dolaştıran sal… Dik açılı hayat periyodumda adresinde huzur bulduğum istasyon… Bindiğim sonbahar trenlerinde ıssızlığıma tek dost… Eşim, can yoldaşım, parmağımdaki yüzükle bağlandığım nadide hayat arkadaşım.
Yaş kemale erdikçe yalnızlığı da büyüyor insanın. Hani nerede boğazımda düğümlenen kızım, oyuncak arabalarında volta attığım oğlum? Mesleğimin köşe taşlarını oluşturan vefakâr öğretmen arkadaşlarım. Gözümün önünde cıvıl cıvıl koşturan öğrencilerim, krizantem kokulu evlatlarım. Çay ve menemenine, içten sohbetine doyamadığım Muhsin Efendi. İki soluk arasında tükenen şehla bakışlı gençliğim.
Şimdilerde, duvarlara mahkûm edildiğimiz balkon sefası vakitlerinde, dostluk kurduğum şehirli kuşlar. Hipermetrop gözlüğüm eşliğinde elimden düşürmediğim kitaplar. Site bahçesinde oynayan çocukların neşeli sesleri… Nefesinin yettiği her yerde çığlıklarıma yetişen doktorum, hemşirem şefkatli yol arkadaşım Cavidan. Ömür kervansarayımı oluşturan sınırlı yapı taşları…
Gün boyu evdeyim. İki günde bir fırından aldığım ekmek, haftada bir mahallede kurulan pazar alış verişi ve emekli maaşıyla ayda bir kıt kanaat yaptığım erzak aksatası dışında sineme doluşan ölüm tütsüsüyle dört duvar boşluğunda çırpınışım. Düşlerimde sürekli gördüğüm annem ve babam. Onların Azrail’e diz çöktüğü yaşım…
Şafağın aynasında kahvaltı yaparken etrafımızda dolanan garip bir sessizlik edası… Yine de kahvaltı sonrası kahve keyfinden alıkoyamadı saatimizi. Kapıdan, komşudan, hısım ve akrabalardaki son havadislerden bahsederken bile yorulan yılların yıprattığı Cavidan. Kalbimin sultanı akşam yemeği hazırlığı için mutfağa ağır aksak yönelirken ben de kitaplığımın rafları arasında zamanın kollarına bıraktım kendimi. Malum yaş ilerledi. Üç öğün tırpanlardı yorgun bedenlerimizin cidarını. Ciğerlerimize dolan hava bile ödünçken fazlasıyla kâfiydi günde iki öğün.
Vakit ikindi durgunluğu. Ömrüm son rötuşlarındayken kadim dostum kumrularla muhabbet zamanı. Çiğ bir yalnızlık her geçen gün hücrelerime boşalırken kumrular pusulalarını usulca kalabalık kervanlara çevirir pedalını. Düş kırığı birikmiş avuçlarımda, ağustostan akan nehirleri düğümler şen şakrak şakımaları.
Sırtına evrenin bütün ağırlıkları devrilmiş gibi gürbüz sesler geliyor yine Cavidan’dan. Bir kaşık yemek, üstünkörü temizlik, yine rayından çıkarmıştı kadıncağızın vagonlarını. İhtiyar bir kavalın üfürümleri gibi cızırtılı sesler çıkarıyordu eklem yerleri. Bu da yetmezmiş gibi omuzlarına dağ gibi yüklemişti; ceketsiz balkona çıkmamı, sigarayı fazla içmemi, ilaçlarını zamanında almamamı göğsüme sığdıramadığı yükümü.
Akşam yemeği öncesi bir dilim ekmekle açlığımı bastırabilmek adına beni mutfağa iten dizlerime karşı koyamadım. Yerinde yeller esen ekmek kutusunun boşluğu için çenemin flütünü Cavidan’a üfledikten sonra ceketimi omuzlarıma alarak ekmek almaya çıktım. Kalbimin ferişte bölmesi, dırdırlandığım için vicdan azabı çekiyor, zamanında haber vermediği için az bile yaptığımı savunuyordu: “Bu saatte en bayatı kalmıştır şimdi ekmeklerin.”
Sokağın tenhalaşan dalgalarında adımlarımı yüzdürüyorum, omzuma dokunan bir elin ürpertisi ile dinceldim. Ekmeksizlikten yakınan Abdi Bey de benim gibi mahalle bakkalının yolunu tutmuş. Bulmuş olduğumuz ekmekleri, hayat sofrası adına paylaştıktan sonra içimizdeki dürtü, bakkalın yanı başındaki çay ocağında muhabbete oturttu bizi. Uzun zaman olmuştu iki lafın belini kırmayalı. Bir ondan bir benden derken bir saate yakın sohbet. Kürkçünün dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânı… Eve doğru süzülen sandalın küreklerine asılma zamanı. Aynı sitenin farklı bloklarına yöneliş…
Geç kalmam sebebiyle huysuzlanmıştır hayat köşkümün yapı taşı gül yüzlü refikam. Haksız da sayılmaz hani. Bakkal mesafesindeki mekân, şehirlerarası uzaklığa dönüşmüştü. Şimdiden sesini duyar gibi oluyorum. “Kalbim paslandı, aklıma puslu gölgeler düştü. Telefon da mı açamazdın? Seni duvar yüzlü ihtiyar seni…” Bilirim ki sevdiğinden söyler o ne söylerse.
Taşlı kuyulara her düştüğümde çekip çıkarmadı mı beni? Fırtınalı sularda boğuşurken çepeçevre sığındığım koy değil miydi cebinde taşıdığı umudu? Gövdeme çivili tahtalar saplıyken bedenimdeki mıhları elleriyle çıkaran. Üstüme devrilen şehirleri omuzlarıyla kaldıran… Enkazımdan güçlü kolonlar kuran. Pencereme doğan güneş, sırtımı dayadığım dağ, Cavidan…
Nasıl da menemen istedi canım. Yemek yapmıştır hatun biliyorum, lakin kırmaz, bir dediğimi de iki etmez biliyorum. Hele “Canım çekti.” deyince hiç üşenmez, ne yapar eder, yedirir bana o menemeni. Bir de yanında soğuk ayran. Dokunmayın keyfime. Alırım sonra elime sazı. Ben çalarım, o söyler türküleri ardı ardınca. Acem Kızı, Mihriban… Son türkü gönlün dilinden “Vardım Hint eline kumaş getirdim / Açtım bedestanı sattım oturdum / Sen benim başıma neler getirdin /Ben senin kahrını çekemem gönül.” Birbirimizin kahrını çekemediğimizden değil finalin bu türküyle olması, gönül kuşlarının bu türküde havalandığını ikimiz de bildiğimiz için.
Yangın çıkarmaya hazır sabırsız bir kıvılcım gibi anahtarı kapı kilidine yerleştirdim. Asırlardır Cavidan’ı görmemiş gibiydim. Tay hızıyla fırlayıp karşımda belirmediğine göre uyuyakalmış olmalı mahzeninde yıllandığım. Elimdekini ekmek sepetine bırakmak üzere mutfak istikametinde ihtiyar bir kemancı gibi yaylanmaya başladım.
Sırtıma yığılan tonlarca buz kütlesi… Ocağın önünde boylu boyunca yatan Cavidan… Etleri lime lime sökülmüş, şaşkınlık içinde bir yontu gibi ruhsuzlaşan ben Sadık. Dakikalar sonra tuşlara dokunan parmaklarımın ucunda yardım dilendiğim 112 Acil Servisi.
Kalbime batıp çıkan hançerin kuluncumda bıraktığı uğultu. Cavidan’ın gözlerini kapatan bir elin baş ve işaret parmağı… Bağrıma bastırdığım mevsim sonu bir kasırga. Başıma çöken tavan arası boşluklarının arbedesinde bile ölüm hiç bu kadar acıtmamıştır canımı.
Yitiksöz Dergisi Ağustos Eylül 2022
…