Toprak ve Geleceği Kavramak | Müslüm Kabadayı
“O, topraktan öğrenip/ kitapsız bilendir./ Hoca Nasreddin gibi ağlayan/ Bayburtlu Zihni gibi gülendir.” der Nâzım Hikmet “Türk Köylüsü” şiirinde. “Topraktan öğrenip kitapsız bilmek”, Dünya’nın her tarafındaki tarım emekçilerinin geneli için söylenebilir, evrensel şairimizin bu dizeleri kaleme aldığı dönemde. Ancak, kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde, özellikle Avrupa ve ABD’de tarımın hızla makineleşmesi, giderek tarım kapitalistlerinin güçlenmesiyle “köylülük” de değişime uğradı, büyük oranda tarım işçisi haline geldi. Türkiye’de de bu süreç, tarıma makinenin girmeye başladığı 1950’lerden başlayarak hızlandı ve “köylülük” ya kentlere göçerek ya da tarım işçisi olarak değişime uğradı. Bugün öyle bir noktaya gelindi ki, 1990’lı yıllarda imzalanan GATS anlaşması ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulamaya konan “köylüyü üretimden koparma projesi” nedeniyle hem tarım yapılan alanlar azaldı hem de dışa bağımlılık arttı. Samanın, peynirin, etin vd. tarım-hayvancılık ürünlerinin büyük oranda ithal edildiği bir Türkiye’yle karşı karşıyayız bugün. Dolayısıyla hep anlatılagelen kendine yeterli tarım ülkesi olmaktan çıkıp bu alanda da emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı, gıda fiyatlarının bu piyasalar tarafından belirlenmesi nedeniyle alım gücünün düştüğü, giderek tarım-hayvancılık ürünlerine ulaşamayacağımız bir dönemle karşı karşıya gelebileceğimiz tehlikesinden söz edilmektedir. Dünya’nın, ülkemizin bu tehlikeyi aşacağı bir sosyo-ekonomik düzene acilen ihtiyacımız vardır.
“Topraktan öğrenme”, üretim içinde doğal öğrenmeyi işaret ettiği kadar, toprağa dayalı üretimin basit araçlarla yürütüldüğü köydeki toplumsal ilişkileri de içermektedir. Orak, tırpanla biçilen ekin ve otların; dövenle tane ve sapından ayrılan ürünlerin; imeceyle açılan yol ve sulama kanallarının; hayvan gücüne dayanan sürme ve yük taşımaların zorunlu kıldığı toplumsal dayanışmayı köylüye öğrettiği bir dönemde, gelenek ve görenekler de buna göre biçimleniyordu. O dönemde köylerde okuma-yazma oranı çok düşük olduğundan köy kahve ya da odalarında, evlerde yaşlıların deneyimlerinin paylaşılması, masal-hikaye-efsanelerin anlatılması, düğün-dernek ve şenliklerin yapılması biçiminde bir kültürlenme ortamı söz konusuydu. Bugün, en ücra köylere, mezralara kadar tv, cep telefonu girmiş durumda ve ne yazık ki oralarda da “topluca kültürlenme” ortamını sağlayan buluşma ortamları kayboluyor ya da azalıyor. Köylülüğün, özellikle yoksul köylülüğün tarımdaki kapitalistleşmeyle bozulmadığı dönemde (1960’lı yıllarda) geçen çocukluğumdaki Kışlak köylüleriyle ilgili önemli gördüğüm birkaç olayı, “topraktan öğrenmek” bakımından dile getirmek istiyorum.
Kışlak, Hatay ilinin Yayladağı ilçesine bağlı bir nahiyeydi çocukluğumda. Köyün Muhtarı Mehmet Yıldız dayımdı, babam Hüseyin Kabadayı da köy bekçisiydi. Başka yerlerde de vurguladığım üzere 1960’lı yıllar hem Türkiye’nin hem de Kışlak’ın hızla aydınlandığı ve kalkındığı uzun bir on yıldı. İşte o yıllarda çoğunluğu yoksul köylü olan Kışlak halkı mayıs ayında pamuk çapası, ağustosta da pamuk toplamak için Amik Ovası’na ya da Çukurova’ya ırgat olarak giderdi. Halk arasında “amele” de denen ırgatların, bu iki ovanın yaz sıcağında ne zor koşullarda çalıştığını, sabahın köründen akşamın karanlığına kadar güneşin sıcağını, toprağın yalımını almanın ne demek olduğunu, ancak o koşulları yaşayanlar bilir. Orhan Kemal başta olmak üzere usta yazarlarımızın romanlarındaki anlatımların da yetersiz kaldığını söylemekte bir sakınca görmüyorum. Ben de 1965’ten itibaren ailemle birlikte bu zor koşulların içinden pişerek yetişenlerdenim. Bazı öykülerimde bunları betimledim. Daha birçok öykünün belleğimde yazılmayı beklediğini de belirtmeliyim.
Burada anlatacağım ilk olay, toprak ağalarıyla ırgatlar arasındaki sınıfsal çelişki ve çatışmayla ilgili. 1960’lı ve 1970’li yıllar, Türkiye’deki topraksız ve yoksul köylülerin “toprak işgalleri”nin de başladığı bir dönemdir. Toprak reformunun gündeme getirip de yapılmadığı yıllarda “Doğu mitingleri”nin de gündeme damgasını vurduğu süreçten söz ediyorum. İşte bu dönemde, küçük çocuk olduğum için götürülmediğim (1964 yılında) Ceyhan’a bağlı Baklalı ya da Yeşilhöyük köylerinde pamuk toplayan Kışlaklı ırgatın içinde yer alan ağabeyim Muammer Kabadayı ve kuzenim Ali Aydoğan’ın anlatımlarına göre olay şöyle gerçekleşmiş: Toprak Ağası Mulla Şen, amelenin istek ve beklentilerini karşılamayınca pamuk toplayanlar arasında huzursuzluk başlamış ve elci aracılığıyla tepkilerini ağaya iletmişler. Yine istek ve beklentileri karşılanmayınca ırgatlardan Mehmet Yıldız (halk arasındaki lakabıyla Karaoğlan) tarım emekçilerinin sesi olmuş ve şu iki dizeyi söylemiş: “Minarenin de kesme kesme taşları / Dökülsün Mulla Ağa’nın kirpiğiyle kaşları.” Tabi bu “beddua” niteliğindeki taşlama, genç ırgatlar tarafından benimsenip toprak ağasının yüzüne karşı da söylenince, elciler renkten renge girmişler. Bilindiği üzere elci, toprak ağasıyla ırgat arasındaki bağı kuran, görüşmeleri yürüten, amelenin tarladaki ihtiyaçlarını karşılayan, bunun karşılığında pay alan kişidir. Elciler, ağayla karşı karşıya gelmek istemezler. Elcinin gençleri susturmak istemesine karşın gençler, bu iki dizeden oluşan taşlamayı söylemeye devam edince, Mulla Ağa geri adım atar. Ağa, amelenin gönlünü almak için, ondan sonra her tarlaya, ırgatın yanına geldiğinde tatlı, üzüm, kaymak dağıttırmaya başlar çalışanlara.
Buna benzer şiirsel anlatımlı bir tepki de elciye karşı yapılır. Kışlak’tan çapaya ya da pamuk toplamaya, hatta tütüncülüğe ırgatı götüren elciler arasında Osman Kızılay (Cahal Osman), Mehmet Aydoğan (Tiryaki), Sadık Döner (Kemmun Sadık), Hammut Çolak, Veysel Kızılay akla ilk gelenlerdir. Bunlardan Sadık Döner’in götürdüğü ırgat, elcinin tavrından memnun olmayınca şöyle dile getirmiş tepkisini: “Unu bulguru koyduk sandığa/ Adana’ya gittik pamuğa/ Allah merhamet versin/ Elci Kemmun Sadık’a.” Tarım işçilerinin, ırgatlarının herhangi bir sendikal, dernek vb. örgütlülüğünün olmadığı dönemde hak talepleri, daha çok böyle dile getirildiği gibi iş bırakma eylemiyle de gerçekleşir.
Mücahittin Kabadayı’nın anlatımına göre, Ceyhan-Adana karayolu üzerinde pamuk topladıkları bir dönemde, halk arasında “afara” denilen, pamuğun ikinci ağız toplanması (başak) sırasında, toprak ağasının taleplerini karşılamaması üzerine amelenin çoğunluğu çadırlarını sökerek çalışmayı bırakır. Bunun üzerine pamuk ağası, geriye kalanların kilo başına ücretlerini arttırmak zorunda kalır. Benzer bir olaya, 1970’lerde pamuk topladığımız Ceyhan-Ayas (Yumurtalık) yolu üzerindeki Yahşılar’da tanık olmuştum. Bir başka iş bırakma eylemini de, Amik Ovası’nda Bohşin köyü tarlalarında Tepehanlılar (Ermenceli ırgatlar) gerçekleştirir. Zeynel Temizkan’ın anlatıman göre, Ağa’nın verdiği sözü tutmaması üzerine elci Bekir Temizkan işi bırakacaklarını söyler. Ağa’nın adamları, elciyi öldüreceklerini belirtirler. Bunun üzerine ırgat, çadırları söküp gizliden köylerine döner.
Çapa ve pamuk toplama döneminde “Ağa’nın adamı” denen kahya, ırgat başı, şoför, muhasebeci olanlarla yaşanan sorunlardan dolayı da bazı olaylar, eylemler gerçekleşir. Yine Çukurova’da pamuk toplamaya giden Kışlaklı ırgata “Ağa’nın adamı” denen birinin yaptığı yanlış yüzünden tartışma çıkar. Ağa gelir ve ameleye hakaret etmeye başlar. Bunun üzerine halam Fatma Kabadayı Yarar, ayağındaki terliği çıkardığı gibi Ağa’nın ağzına gözüne vurmaya başlar. Araya elcinin girmesi ve “Ağa’nın adamı”nın oradan alınmasıyla olay sonuçlanır. Benzer bir olayı, Veysel Kızılay’ın elciliğinde pamuk toplamaya giden Kışlaklıları tarlada rahatsız eden çavuşa karşı Mehmet Gündüz’ün örgütlediği gençler farklı bir eylemle gerçekleştirirler. Eski elciler Sadık Döner’le Mehmet Aydoğan’ın da desteğini alan gençler, amelenin topladığı pamukların basıldığı hararları ağırlaştırarak, römorklara yüklenmesini zorlaştırırlar. Bunun üzerine “Ağa’nın adamı”, yalvarıp yakararak elci Veysel Kızılay’ın sorunu çözmesini ister. Böylece özellikle kadın ameleyi rahatsız eden çavuş görevinden alınır. Buna benzer bir olay, Altınözü’nün Tepehan (Ermence) köyünden elci Bekir Temizkan’ın Adana-Karataş yolu üzerindeki Yemişli üzerindeki Yusuf Ağa’nın tarlasına götürdüğü ameleyle ağanın adamı arasında yaşanır. Yeşilçam sinemasında Erol Taş’ın canlandırdığı karaktere benzeyen “Ağa’nın adamı” ameleden bir kadına sarkıntılık yapınca, elcinin oğlu Galip Temizkan, tarlada suyu soğuk tutan carayı (toprak testi) kaptığı gibi adamın başına geçirir. “Ağa’nın adamı”nın tarladan nasıl kaçtığı, günlerce amele arasında anlatılır, çevreye yayılır.
Türkiye’de işçi sınıfının ortaya çıkışı ve gelişimi Osmanlı dönemine (19. yüzyılın ikinci yarısı) dayansa da, sendikal ve siyasal bakımdan hızla örgütlendiği dönem 1960 sonrasıdır. Özellikle 1961 Anayasası’nda işçilerin örgütlenmesini, toplu sözleşme ve grev hakkını tanıyan madde üzerinden çıkarılan yasalar, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine ve işçi sınıfının nicel olarak da çoğalmasına paralel olarak işçi ve emekçi hareketinin güçlenmesini sağlamıştır. 1965’ten itibaren Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) öncülüğünde gelişen kamu emekçilerinin sendikalaşması da bu süreçte başlar. O dönemdeki İş Kanununda tarım işçileriyle ilgili bir hüküm yer almamasına karşın Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda yer verilmesine dayanarak bu alanda da örgütlenme hızlanmıştır. Orman Bakanlığı, Tarım Bakanlığı ve Köy İşleri Bakanlığı gibi kamuda çalışan tarım işçileriyle başlayan sendikal örgütlenme, 1970’li yıllarda özel sektörde de gündeme gelmiştir. Bu dönemde tarım emekçilerinin sendikal açıdan örgütlenmesi konusunda Tarım-İş etkili olmuştur. Ne yazık ki pamuk çapası ve toplamasında çalışan “geçici işçi” durumunda olan ırgatın örgütlenmesi ve toplu sözleşme yapması mümkün olamamıştır. Irgatın ücretini elciyle ağanın pazarlığı belirlemiş; ırgat, hem çalışma süreleri ve koşulları hem de ücret miktarı bakımından büyük bir sömürüye maruz kalmıştır. İşte buna çözüm üretmek üzere yola çıkan, ırgatı sınıf mücadelesine katmak bakımından çalışma yapan devrimci, sosyalist sendikacılar ve politik örgütler etkili olmaya başlamışlardır. Bunlardan bir örneği de Hatice Kızılay Kabadayı’nın dilinden örnekleyelim.
“Yanılmıyorsam 1979 yılıydı. Adana’ya yakın bir çiftlikte çalışıyorduk. O bölgede pamuk çapasına ve toplamasına gelen çok sayıda amele vardı. Farklı çiftliklerde, tarlalarda çadırları bulunan bu ameleleri örgütlemek için Nevzat adında bir genç çalışma yapıyordu. Kardeşim Mehmet’i de ikna ederek, özellikle amele tarladan çadıra geldikten sonra her akşam bir iki kafileyi ziyaret ediyorlardı. Gittikleri amele çadırlarında örgütledikleri yeni ırgatlarla ağalara karşı bir dalga yaratmışlardı. Kardeşim, her katıldığı toplantı ve görüşmeden sonra yanımıza geldiğinde, ‘Bugün üç kişi, beş kişi daha kazandık.’ diyordu. O yıl bazı ırgatların uğradıkları haksızlıkların önlenmesinde onların yürüttüğü çalışma etkili oldu. Ertesi yıl biz Kırıkhan Soğuksu’da çalışıyorduk. Pamuk toplama döneminde 12 Eylül oldu. O Nevzat arkadaş, yaptığı çalışmadan, ırgatların mücadelesindeki rolünden dolayı aranınca bizim yanımıza geldi. Kardeşim Mehmet’in ayrı çadırı vardı. Bir süre onu koruduk. Daha sonra nere gitti bilmiyorum.”
Gerek köyle bağı olduğundan, küçük de olsa toprak sahipliği nedeniyle örgütlenmeye çok yatkın olmayan ırgatın “geçici işçi” konumu nedeniyle sendikalaşması ne yazık ki mümkün olmamıştır. Başka alanlarda çalışan “mevsimlik işçi”lerin örgütlenmesinde yol alınmış, onlarla ilgili sözleşmeler de yapılabilmiştir. Bunlardan kamuda çalışanların “kadrolu işçi” olmasında da başarı kaydedilmiştir. Ancak, özellikle tarımda çalışan ırgatların çalışma sürelerinin kısa olması (pamuk, çay, fındık toplama işçileri), hâlâ elci ya da çavuşlar aracılığıyla ücret vd. hakları konusunda anlaşmak zorunda kalmaları, Türkiye’nin emekçiler açısından kanayan yarasıdır.
Evet, “topraktan öğrenmek” tarımsal üretim deneyimi kazanmak bakımından her zaman geçerlidir. Ancak, “kitapsız bilmek” dönemi değişmiştir. Makineleşmenin her alana girdiği, köylüleri de doğrudan etkilediği bir dönemde, Dünya’nın tarım politikalarını artık o ülkelerin yönetimleri belirlemiyor. Uluslararası büyük tarım tekelleri, Hollanda, İsrail, Kanada, ABD gibi ülkeler belirliyor. Bunları bilmek için de Dünya’da ne olup bittiğini okumak gerekmektedir. Dünya’nın başına bela olan bu emperyalist ülkelerin, tarım tekellerinin geleceğimizi ipotek altına alan politikalarının yerine, ekolojik ve toplum yararına bir tarım politikasını hayata geçirebilmek için de hem okumak hem de örgütlü mücadele etmek şarttır.