Günün Hikayesi | Sıradışı | Zeynep Mete Uçak
1973 yılının bir salı sabahında, kış güneşinin cılız ışıklarını bile esirgediği çamurdan sıvaları yer yer dökülmüş viran bir evin, viran bir odasında doğdu Deniz.
Halil gençken çalışmaya gittiği İstanbul’da görmüştü ilk defa denizi. Uçsuz bucaksız, gündüzün mavisini, gecenin karasını öğrenmişti bu sonsuz derinlikte. Kendisinin yetiştiği yazın çorak ve sarıya inat, deniz mavi ve bereketliydi. Halil’in memleketinde küçük bir dere vardı kışın buzdan heykelleriyle korkutan, yazın kuşların ve çocukların sularında neşeyle coştukları oynadıkları “Serap” deresi. Çokça suyu tek gördüğü dere.İlk doğacak oğluna Deniz demişti. Üç kızdan sonra oğlu gelmişti işte dünyaya feryat figan.
Bebeğin ağlamasını duyduğu an içeriye koşmuş, ebe onu dışarıya doğru iteklemişti.
Kudret Ebe; bu civarın bütün çocuklarını o doğurtmuştu da, yetmiş yaşına kadar böyle bir şey görmemişti.
Eh bunca ömründe görmemiş olabilir ama duymuştu.
“Dur hele” dedi Halil’e. Halil oğlunu kucağına alıp özlemini giderecekti. Allah onu nihayet bir oğlanla şereflendirmişti. Bunun için şükür namazı kılacak, ahırdaki koca boynuzlu koçu kurban edecekti.
Kudret Ebe söze nasıl başlayacağını bilemeden olduğu yerdeki sedire çöktü.
İçeride Nazo gelinin bağırtıları bitmiş, Halil’e oğlu olduğunu muştulayan Hasibe ile yalnız kalmışlardı. Nazo şaşkındı, sevinip alkışlar mı tutsaydı, ağlayıp gözlerini mi kanatsaydı.
Oğlunu şefkatle ve bir o kadar korkuyla kucağına aldı. Deniz gibi masmavi gözlerinin içinde kayboldu. Bebek de ağlamayı bırakmış annesine hasret dolu maviyle karışmış gün ışığı gibi gülümsüyordu.
Kudret Ebe başında dikilen Halil’in eteklerinden aşağı çekti otur demeden. Oturmasını söyledi.
“Halil oğlum, seni de ben doğurttum tıpkı bu yörenin diğer çocukları gibi. Rahmetli anan kollarımda can verdi, doğduğun zaman biliyorsun” dedi Halil’in bunları dinleyecek ne zamanı vardı ne de mecali. Kafasında kurduğu tek bir cümle ve sonucundan başka. Merakla ve kızgınlıkla “Ebe ana, geç bunları geç hele deyiver ne oldu, sakat mı doğdu? Eksik mi?”
“Yok oğlum yok, ne sakat ne eksik”
Halil iyice telaşlanmıştı ve bunca telaşına bir de korku eklenmişti.
“Oğlum sen bu çocuğu şehre bir hastaneye götürüver. Onlar bilirler”
Bir kedi gibi sessizce yanlarına sızan Hasibe’yi ikisi de fark etmemişlerdi. Hasibe kapının önünde durmuş, “ne dohtoru ebe ana, Nazo’ya cinler musallat olmuş işte”
Halil mavi gözlerini iyice açarak Hasibe’ye döndü.” Senin ağzın ne der? ”
Ebe ana ne diyeceğini şaşırmıştı. Halil artık beklemenin anlamsız olduğunu neyle karşılaşacaksa karşılaşması gerektiğini anlamış ve Nazo’nun yattığı odaya dalmıştı. Nazo’nun kucağında ki kız güzeli bebeği kucakladı. İşte kucağındaydı oğlu, hiçbir eksiği yoktu. Elleri, kolları, ayakları bütün uzuvları yerli yerindeydi.
Ta ki üstündeki örtüyü açana kadar.
Çocuğu hışımla ve korkuyla annesinin kucağına verdi. Hızlı düşünmesi hızla karar vermesi gerekiyordu.
Doğruca dışarı çıktı Hasibe’nin kolundan sarsarak, ” Bu aramızda kalacak hiç kimse ama hiç kimse bilmeyecek. Oğlum büyüyecek” dedi ve ağızları mühürlendi.
Deniz babasının dediği gibi büyüdü. Köyün en yakışıklı erkeği görenlerin dönüp, bir daha bir daha baktığı, hani Yusuf’u görenlerin ellerini kestikleri gibi Deniz’i görenlerin de yürekleri kesiliyordu.
Bırakın köyün kızını kadınını, erkekleri bile gördükleri yerde hayranlıkla izliyorlardı.
Babası onu tam bir erkek gibi yetiştirmişti. Tırpan sallıyor, tarla biçiyor, hayvan bakıyordu. Eğersiz ata biniyor rüzgarlarla yarışıyordu.
Hasibe’nin kızı Suna serpilmiş, büyümüş güzelleşmişti.
Köydeki herkes gibi, her kız gibi o da aşıktı Mavi gözlü, bebek yüzlü Deniz’e. Hasibe’nin dikkatinden kaçmamıştı Suna’daki değişim.
Deniz ise ne kızlarla ne oğlanlarla ilgileniyordu. Boş kaldığı vakitler anasının dizinin dibinde sadece kitaplarla haşır neşir oluyordu. Tek isteği doktor olup kendisi gibi “sıra dışı” olanlara çare olabilmekti.
On sekiz yaşına bastığı akşam penceresine vuran kartopu ile okuduğu kitaptan başını kaldırdı. Yavaşça krem üstüne kahverengi çiçeklerle süslenmiş perdeyi araladı. Karşısında pek tanımadığı lakin Hasibe Teyzenin kızı olduğunu bildiği kız, ona el sallayıp dışarı gel diye sessizce sesleniyordu. Yerinden kalktı garip düşüncelerle sobanın başında uyuklayan annesinin yanından geçti. Annesi irkilir gibi olmuştu. Gözlerini aralamadan “oğlum nereye” deyiverdi. “Biraz hava alacağım, bir de bakayım babam kahveden geliyor mu?”
Anası “tamam amma sakın uzaklaşma” dedi.
Suna’nın yanakları burnu soğuktan pembe ile kırmızı arasında gidip geliyordu.
Suna kolundan tuttuğu gibi, ahıra doğru çekiştiriyordu Deniz’i. Deniz kolunu elinden sıyırdı hoyratça, “bırak ne istiyorsan söyle”
“Deyicem, deyicem de önce şuraya bir sığınalım dondum burada” derken ahırı işaret ediyordu. Ahıra girdiklerinde Suna Deniz’in dudaklarına yapıştı. Deniz kurtulayım derken kendini bir deryada boğulurken bulmuştu.
O arada Hasibe Suna’nın evde olmadığını fark etti oğlu Cengiz ile kocası Hüseyin’e Suna’nın Deniz’e karşı boş olmadığını belki onunla buluşmaya gittiğini söylüyordu. Hüseyin önce kızdı sonra köyün en yakışıklı, en çalışkan çocuğu olduğu geldi aklına. Hasibe onun aklını okuyormuş gibi “heçç öyle şeyler geçirme aklından” dedi “biliyorsun onun doğumunda yanındaydım, âmâ bilmediğin şey; çok güzel bir bebekti tıpkı şimdi olduğu gibi. Yalnız Nazo’ya cinler musallat olmuş. Deniz hem kız hem oğlan doğdu.” Hüseyin’in gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzından içeriye koca bir kaya sığabilirdi. Cengiz av tüfeğinin fişeklerini tüfeğin ağzından içeriye, buz sarkıtının yere düşmesi gibi şangırt diye doldurdu.
Deniz bir hafta önce şehre gitmiş, gerekli bütün tetkikler yapılmış, muayeneden geçmişti.
Prof. Dr. Naci Özçelik; heyetine, karşılarında duran mükemmel bu yapıya daha önce hiç rastlamadıklarını belirtiyordu. İki üreme organı da mevcuttu. Hem rahmi, yumurtalığı olup hem de sperm üretebilen erkek ve kadının bir vücutta şekillenmesi, Deniz’in yanında muhteşem kelimesinin bile ne kadar sığ olduğunu anlatıyordu. Beden hem testosteron hem de östrojen hormonlarını eşit olarak salgılıyordu.
Nasıl da büyük bir nimetti tıp dünyası için Deniz.
Ama onun kobay faresi olmaya niyeti yoktu. Okuduğu kitaplar fısıldamışlardı daha küçükken. Duygusal olarakda kendini erkek gibi görüyor, tam olarak kendisi de karakterinin ve kişiliğinin oturmasını sabırla bekliyordu. Bekleyişi Suna gelene kadar sürmüştü.
Suna dudaklarına yapışmış içten bir sesle ona âşık olduğunu söylüyordu. Deniz’in ki aşk değildi ama içinde bir şeyler uyanıyordu. Kanı damarlarında şaha kalkmıştı. Vücudunun her zerresi bu şahlanışla ürperiyordu.
Soğuk, yerini ateşli dakikalara bırakmıştı.
Sessizce ilerleyen üçlü ahırın kapısına varmıştı. Hüseyin Cengiz’in elindeki tüfeğin ağzını aşağı doğru indirdi, ses istemiyordu. Hasibe elinde tuttuğu kürek ile arkadan tam da kafasıyla boynunun arasına nişan aldı.
Nazo uyukladığı sobanın başından göğsündeki korkunç ağrıyla uyandı. Perdeyi araladı tipi başlamış, ağaç dalları canlanmış oldukları yerde sallanıyordu. “Deniz” diye seslendi. Göğsünü tuta tuta odasına gitti Deniz yoktu dönmemişti. Gözü karardı, başı döndü olduğu yere yığıldı.
Halil oynadığı oyundan sıkılmıştı içini karabasan gibi kötü bir his doldurmuştu. Nefes almak için kendisini dışarıya attı. Tipi bütün gücünü toplamış Halil’in başına yağıyordu.
Hüseyin’in kucağına düşen Deniz’in tek bir damla kanı akmadı.
Suna daha birkaç saniye önce ateşlerde yandığı dudakların, gözleri önünde buza dönüştüğüne şahitlik ediyordu. Zihninin ona bir oyun oynamasından ziyade orada, kafasında demir parmaklıklar arasına hapsolmuştu.
Üç kişi aralarında fısıldayarak konuştular. “Burada bırakalım bu cin’si insanı” dedi Hasibe. “Olmaz onu dereye götürelim, suya bırakalım” dedi Hüseyin. Tombul parmaklarıyla, ayak bileklerini kavradı Hasibe, başından Cengiz tuttu ve dönerek şokta olan Suna’ya eve gitmesini ve susmasını söyledi.
…
Tipi onların derin ayak izlerini arkalarından süpürüyordu.
Dere; Deniz’e ıslak bir kefen ve soğuk mezar olacaktı.
Suna yaşadığı şok, hayal kırıklığı, büyük aşkı ve kaybı için yolunu değiştirdi.
Tepede konuşlanmış jandarmaya doğru yürüdü.
Zeynep Mete Uçak