Kuğu Kardinalinin Ölümü ve Nevin Koçoğlu | Oktay İnam
Kuğu Kardinalinin Ölümü‘nü basıma girmeden önce, henüz son halini almamış bir dosya olarak okumak benim için bir ayrıcalık ve değerli bir tecrübe oldu. Bunun icin Nevin Koçoğlu’na teşekkür ediyorum. Kitabı elime alıp koklayarak okumak içimi taşkın bir mutlulukla doldurdu ve kitap hakkında yazma isteği uyandırdı bende.
Kuğu Kardinalinin Ölümü formuyla, içeriğiyle, diliyle, müziğiyle ve çarpıcı imgeleriyle kalbimize erişip, tam merkezinde sarsıntılar yaratma ve ruhumuzu başka alemlere taşıma gücüne sahip şiirlerden oluşan çok değerli bir eser. Bu üçüncü eseriyle Nevin Koçoğlu bizi sihirli bir şiir kuşunun kanatlarına bindirip, dünyaları gezdirir. Sıkı tutunmak şarttır. Zira bir alemden diğerine açılan kapılardan geçen bu şiir kuşu bizi yalnız bu dünyada bir coğrafyadan diğerine değil, aynı zamanda şairin iç dünyasında varoluşun karanlık, acı dolu alemlerine de uçurmaktadır. Ateşten de buzdan da yanmak mümkün bu yolculukta ve çoğunlukla olmak var. Ölmek? Belki o da var.
Nevin Koçoğlu’nun şiirleri için bir dış çerçeve teşkil eden yolculuğu onu bir ülkeden diğerine götürür, bir şehirden ötekine… Gittiği şehirlerde, eteklerinde savrulan kızıl yapraklarla acının ve derin yaraların güzelleştirdiği ruhdaşlarının ayak izlerini nehir boylarında, göllerde, dağlarda, uykulu patikalarda takip eder. Vlatava Nehri’nin kenarında Kafka’nın ayak izlerinde yürür, kapısını çalıp ona evinde seslenir:
Vltava Nehri kenarındayım, ayak izlerine basarak yürüyorum” /…“Yakanı hiçbir zaman bırakmayan şehirdeyim”
Sesin boğuntusu, korkunun kilidi, suskunluğun derinliği
ve babasız oğulların kapılardan sığmayan yalnızlığı”
“Soy ağacı kader” çoğu zaman da keder biliyorum”
Yolculuğunda ‘Pierre Lachaise, küllerin evi, kederli ağaclar bahçesi’nde yatan Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney gibi memleketlileriyle; Miguel De Unamuno, Rabindranath Tagore, Nikos Kazancakis, Antonio Machado, Antonio Skarmeta, Muhammed Bennis, Mahmut Derviş ve daha nice silinmez izler bırakanlarla selamlaşır, kucaklaşır. Nevin Koçoğlu şiirlerini değişik coğrafyalardan kardeş ruhların dizeleriyle bütünleyip, hemen her şiirinde bize şiirin evrenselliğini kanıtlamaktadır adeta. Bu dizeler salt bölüm başlarında değil, şiirlerin içinde de bir zerger ustalığıyla değerli taşlar gibi işlenmişlerdir. N. Kazancakis ve Muhammed Bennis’in sözlerini dahil ettiği “Hiçliğin Ortası” şiiri bu kullanım için iyi bir örnektir:
“Sonra acı geri geldi”/ Yerleşti kemiklerime / Sen kötülüğe aitsin- dedi uzaktaki / Devrildi gökyüzünün dağları / Nefesini tuttu İpek ağacı/ “Söz suskunlukla birleşti / Dindi sözün titreyişi”… .
Kuğu Kardinalinin Ölümü’nde çok sayıda yer isimlerine, mitolojik ve tarihi figürlere, ot, bitki ve çiçek isimlerine ya da gönderme yapılan başka eserlere rastlarız. Bunların bir kısmını bilmiyor olmamız şiirleri duymamız ve anlamamız açısından bir dezavantaj teşkil etmez. Bununla birlikte, bunları bilmek okumamızı daha zengin hale getirip, boyutlarını çeşitlendirir. Bir edebi eserin, okuyucunun bilgi, tecrübe ve kültürel altyapısına göre çeşitlenen ve çoğalan anlam katmanlarını barındırması çok önemli ve değerli bir özelliktir.
“Mehlican değdi yüzüme / Kurudu ağaçların özsuyu / Derin havanda dövüldü yüksük otu /
Göğsümde değirmenin iniltisi /…Üzerime kapattığım Gözyaşı Odası / Söyle Dünya geçecek mi”?
Yukarıdaki şiirde Gözyaşı Odası’nın ne olduğunu bilmememiz şiire yabancı düşürmez bizi. Bu odada şairin gözyaşlarına dokunur, onunla ağlarız. Ancak, Gözyaşı Odası’nın yeni seçilen papanın göreve başlama sürecindeki yerini bilmemiz, semiyotik açıdan bize daha çok anlam zenginliği ve derinliği sunacaktır. Bu bağlamda Nevin Koçoğlu şiirleri okuyucunun okuma sürecinde aktif katılımını talep eden şiirlerdir. Nevin Koçoğlu Kuğu Kardinalinin Ölümü‘nde insanın kendisini içinde bulduğu yazgısal durumu, zaman denen akışkan an içinde düştüğü girdabı, hayat diye yaşadığı tekrarlanıp duran Guernica dehşetini gezdiği coğrafya parçalarına özgü kültürlerin, inanışların ve tarihi vakaların tualinde, nefes kesen imgelerden örülmüş güçlü dizelerle resmetmiştir.
“Burası Tuz Şehri! / Deniz, kara gözlü çocuklar getiriyor, kadınlar, adamlar / solgun bir nefes, sessiz bir kalp, dudaklarında tuz. / Duymuyorlar kırmızı karanfilin, portakal çiçeğinin
kokusunu, keder yayılan fadoyu… / Kollarını açıyor şehir, içine alıyor acıyı, göğsüne bastırıyor / ve Guernica kumsala her gün yeniden yapılıyor…”
Şiirlerde öne çıkan bir takım yapısal özellikler ve kullanılan dil hakkında birkaç not düşmek isterim. Bunu yaparken amacım Nevin Koçoğlu şiirlerine bir tanımlama getirmek değildir. Her tanımlama bir takım sınırlar çizer çünkü. Yalnızca şiirin değil, hiçbir sanat eserinin belirlenmiş sınırlar ya da belli kalıplar üzerinden tanımlanmaları gereğine inanmıyorum. Nevin Koçoğlu belli kalıplara sığmayacak kadar özgür bir şairdir. Şiirlerindeki samimiyeti bir kalıba sıkışıp belli kurallara uymaya müsait değildir. Şiirlerinde çeşitli kültürlerden, mitlerden, yazınsal geleneklerden, hatta eserlerden alıntıların dizelerin aralarına bilinçle ve ustalıkla örüldüğü görülür ancak zerre kadar şu ya da bu kalıba, disipline, ekole uyma çabası hissedilmez.
Sanatın bize başkalarının hayatlarından tecrübeler sunduğunu, hayalimizde bu hayatları yaşama olanağını sağladığını kabul edersek, bir sanat eserine kalbimizi ve zihnimizi açtığımızda o eserin verdiği hakikat bizim hayatımızın hakikati, oradaki hayat da bizim için bir yaşam parçası olur. Nevin Koçoğlu başka eserlerdeki hayatlarla ve karakterlerle kurduğu özdeşleşmeyi sadece bilinçaltıyla değil, bilinçle ve derin bir empatiyle kurar ve de şiirlerinde onları kendi duygusal dünyasının bağlamında ve tecrübesinde yeniden işler. Narayama Dağı’nda terk edilişin ve çaresizliğin yankısı kendi geçmişinin karanlık kuyusunda yankı bulur. Nevin Koçoğlu metinler arası geçişi yaparken insanlar arası köprüyü kurar gibidir. Bir Japon ile bir Anadolulunun aralarında kaç rüzgâr hızı mesafe olursa olsun, gözyaşları aynı hızla kuruyor, kalplerine aynı karanlık çöküyor, aynı kıldan köprülerden geçiyorlar. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, insanları birbirlerine bağlayanın evrensel yazgılar olduğunu şiirlerinde başka metinlerden bir soluk vererek bize yaşatır.
“Bu dağı biliyorum, daha önce de sırtımı yasladım aynı kaya kovuğuna. / Cılız bacaklarım, yetişmeye çalıştığım annem / kızaran ince bileğim…/ ‘Ne zaman geri geleceksin?’ dedim, bu dağın gecesi karanlık, bu dağın gündüzü karanlık”
“Bu çamurlu suyu mu içeceğim, yüzünü görmediğim yollardan nasıl geri döneceğim?”
“Belki tomurcuklar çoğaldığında, dilimden aldığın şarkılar sustuğunda, kalbimdeki kanın rengi açıldığında, uzaklarda bir kapın olduğunda, belki …’ / Kaç yıl?”
“Gücüm yetseydi değiştirmek isterdim levhadaki bu kadim yazgıyı, / Jian Kuşu’na benzer yarımlığımı… / Akşamın kalbine yaslanan yağmur ağacı, / ben sustum sen söyle dalından düşmek üzere olduğumu…”
Nevin Koçoğlu’nun şiirlerinde en öne çıkan özellik büyüleyici dil ustalığıdır. Büyük bir incelikle kullandığı çok etkili ve çarpıcı imgeler her okurun yaşantısına, tecrübesine, algısına ve hatta şiiri okuduğu andaki ruh haline göre zihninde ve yüreğinde anlamlarını bulur, hisler uyandırırlar. Şiirlerdeki duyusal imgeler okuyucunun bütün duyularıyla irtibatlanmak suretiyle zihinlerinde şairin işlediği duyguyu resimler, canlandırır, yaşatır. Şiir sadece aklı değil bütün duyuları harekete geçiren, duyguları bize yaşatan canlı imgeler işlemesidir. Sesler, kokular, dokular ve renklerle şiirin ifade ettiği dünyayı okuyucu olarak içimizde yeniden ve her okuyuşta yeniden kurarız, yaşarız. Hiçliğin Ortası’nda göğüsteki değirmen iniltisi, sessizce kırılan mavi çiçeğin seslenişi, savrulan reyhan kokusu, kalbi derinden kesen defne yaprağı, kolları okşayan yaban otları, parmakların arasındaki çam iğnesi ile bütün duyularımıza düşsel bir temasta bulunan Nevin Koçoğlu, şiiri ruhumuzda canlı ve etkili bir tecrübe olarak yaşatır.
“Geçen nisanda öğrendim ben defne yaprağının kalbi derinden kestiğini, / yeşil bir tacın en ölümcül silah olduğunu/, varlığımın yansımadan ibaretliğini, / gölgesizliğimi.
O zaman çürüdü tüm çiçeklerin tohumları / Duymadım yabani otların kollarımı okşayışını / Parmaklarım arasındaki çam iğnesini / Tenime çarpan Garbi yelini / Şimdi bahçemdeki tek şey, çakırdikeni!”
Koçoğlu şiirlerinde işlediği acının, vahşetin, kaybın ve yalnızlığının duygusunu çarpıcı formlar, renkler ve seslerle örülen görsel, işitsel imgelerle sadece hayalimizde değil, bütün duyularımızda, adeta tenimizde duyurur, yaşatır.
“Sisler vadisinde kaybolanların şarkısını söylerken / Kanadından geceye iğnelenmiş kelebeğim / Ve elin, / Kanatlarımdan damlayan kan / Donuyor soğuk parmak uçlarımda”
Uğultu şiirinden aşağıya aldığım dizeler imgeselliğin ne kadar yoğun ve ustaca kullanıldığını ve şiirsel etkisinin derinliğini göstermektedir.
“Uğuldamaya başladı işte dünyanın yüzü / Dalların hışırtısı, kirpinin otlara sürtünüşü /
Toz bulutlarının devinimi, topuklarımdan yükselen gazel sesi”
“Şimdi kim sökecek bu kör bıçağın pasını kalbimden?”
“Birkaç işçi kırmızı ağ geriyor ağaçların etrafına / Ağaçların ruhu derin sarı bir uykuda”
Kuğu Kardinalinin Ölümü’nde çarpıcı imgelerin bütün dizelerin örgüsünü oluşturmasına rağmen hiçbir yapmacıklık ya da zorlama hissedilmemektedir. Şiirlerin tümünde hakim olan özellik, çok içtenlikli ve su gibi akan dizelerin doğal bir ahenge, ritme ve sonuç olarak da hiçbir çabanın ve zorlamanın hissedilmediği müzikaliteye sahip olmalarıdır. Bir şiiri okusak da dinlesek de en önemli unsurunun ses olduğuna inanıyorum. Kullanılan sözcük, anlam bakımından işlevini dört dörtlük yerine getirse de şiirdeki yerinin ehemmiyeti daha çok o sözcüğün sesi ile ilgilidir. Sözcüklerin ve bir araya geldikleri dizenin sesleri bir şiirin estetik değerini belirleyen en önemli ölçüttür. Şiiri her şeyden çok sözcüklerle yapılan, müzik ve sesi onun en temel aracı olarak görenlerdenim. Nevin Koçoğlu şiirlerini okurken müziğini yüreğimizle işitiriz. Şair bunu dikkatle seçilmiş sözcükleri, bentlerini, nazım birimlerini, dizelerin ölçülerini, kafiyeyi ve tekrarı çok zekice kullanarak başarmaktadır.
“Çürür su uykusuna yatan bütün ağaçlar / Ve kalbin, en yüksek dalda asılı o vuruş / Çürür.”
“Şimdi- / Nehir kıyısında yatan kuru ağaçlar gibi ölmeli, / Göğe yakın, sana uzak / Ölmeli…”
Siyah adlı şiirden aşağıya aldığım dizeler dilin gerektiği zaman ne kadar lirik olabildiğini göstermektedir:
“İnlesin lir / Kalbim ağrısın en derin yerinden / Çıldırsın rüzgâr / Soyulsun ağaçların kabuğu gövdesinden”
Şiirlerde evrensel duyguları ve durumları konu ederken Nevin Koçoğlu’nun zaman zaman kullandığı yerel dil de dikkati çekmektedir. Antep yöresine özgü terimlerin kullanılması yerel dildeki bazı sözcükleri ve kavramları yaşatma ve daha geniş kitlelere tanıtma gibi pragmatik kazanımların yanında şiire ses açısından da değer katmaktadır. Hiçliğin Ortası başlıklı şiirdeki “Mehlican” ve aşağıdaki şiirdeki Menad ve Hayat sözcükleri dağarcığıma bu şiirler sayesinde dahil oldu. Antep evlerinde Hayat’ın bütün hayatın döndüğü küçük bir dünya olduğu ve Menad’in bu hayatın tam ortasında durup düşünceli ve bilge bir yürekle mavi tabut kayıkları ve ölümlü tanrıları zamana not düştüğü, hayalimin aynasında belirip kaybolan bir imge olarak kalacaktır.
“Burada dur Menad / , Burada, hayat’ın tam orta yerinde / Görüyor musun izleri, /
Evimizin üstünde mavi tabut kayıklar / Ve ölümlü tanrılar”
Her ne kadar okuyucuların tamamının bu kelimeleri bilmeleri beklenmese de küçük bir çabayla bu sözcükleri bilmek şiirden alacağımız tadı daha da güzelleştirmenin yanı sıra özelde sözcük dağarcığımıza, genelde de Türkçeye değerli bir katkı sunmaktadır.
Nevin Koçoğlu’nun dilinin en belirgin özelliklerinden biri de zaman zaman kutsal kitaplarda kullanılan dili çağrıştırmasıdır. Her şeye kadir, her şeyi bilen ilahi bir eda ile hitabet, direkt seslenme; emir kipinin kullanılması ve metaforik amaçlarla doğaüstü güçlere sahip birinin gözüyle anlatım; mesaj gönderen bir ilah gibi buyurma; sayıklama biçiminde akan sözler ve anahtar kelimelerin tekrarlanması kutsal kitaplardaki anlatımda görülen belirleyici özelliklerdir.
“Anlat onlara / Amber kokusu duyulmayan ölüler şehrine nasıl gittiğimi anlat / Nişe gömülmüş toprak askerlere benzerliğimi / Bir demet ökseotunun uğursuzluğunu
Veba salgınından çıkmışçasına solgunluğumu/ Gökten yıldızımın düşüşünü anlat / Kalbimdeki son yaprağın titreyişini / Mavi beyaz bu geniş çatı altında / Geri dönmem için sürgün yeri bile kalmadığını / Git dediğinde, kendi kalabalığına nasıl sımsıkı sarıldığını anlat.”
Kuğu Kardinalinin Ölümü’nde gerek dil gerek ele alınan konular ve dinsel mekânların, karakterlerin ve ritüellerin bol miktarda bulunması mistik atmosferi ağırlıklı kılmaktadır. Gözyaşı Odası, Sistine, manastır, kutsal yapılar, taşla döşenmiş avlular gibi mimari unsurların yanı sıra, bol miktarda dini, özellikle de semavi dinlere ait çağrışımlar, imgeler, göndermeler de bu dinsel mistik atmosferi yoğunlaştırmaktadır.
“Yolunun tozunu tabanlarımdan sildim / Solgun bir belirginlikle oturdum affedilmenin kıyısına /Başımı göğsüme gömdüm. / Dedi ki kırık kanadımı saran melek, dilini bilmediğim oda: / Taş atılmadan da öldürülür insan sözün darağacında! /Bu defa benim söyleyen: /
Unut beni!
“Sant’ Angelo’yu koruyan melekler / Söyleyin Dünya geçecek mi?”
Kuğu Kardinalinin Ölümü’nde dini mekânlarda geçen ritueller, tanrıyla adeta konuşmalar, serzenişler, hatta huzuruna yükselip isyanını duyurmalar, tanrı ile onun karşısında konumlanmış bir kulun ilişkisini yansıtmaktadır. Ancak buradaki tanrı ile şairin ilişkisi, yaratıcı ile ona teslim olup, boyun eğen kul arasındaki ilişki değil; mutlak güç sahibi ile onu sorgulayan, hesap soran, isyan eden asi bir kul arasındaki ilişkidir. Bu ‘kul’ kutsal kitaplardaki gibi tanrı buyruğunu ve iradesini sorgusuz alıp, yeryüzünde iktidarın temsilciliğini kuran erk değil; ona kaşını çatıp, verdiği ölümsüzlüğü elinin tersiyle iten; durdurmadığı acıların, sarmadığı yaraların, engellemediği zulmün ve kıyımın hesabını soran bir kadındır. Tıpkı kardeşleri Hayyam ve Füruğ gibi. Bir tanrı varsa eğer o adil değil, adaletsizdir; rahim değil sevgisizdir; galip değil kaybedendir. Onun yarattığı döngü ahenksiz, insan kötü, hayat acı ve dünya, bütün direkleri çöpten yapılmış, hızla çöküşe ve çürüyüşe geçmiş tutarsız bir alemdir. Kutsal kitaplarda olduğu gibi, Nevin Koçoğlu’nun şiirlerinde de insan düşmüştür, ancak bu düşüş sadece insanın eyleminden ya da şeytanın şerrinden kaynaklı değil, her şeye gücü yeten tanrının kabahatidir en başta. Şiirlerde tanrı kavramı her şeye gücü yeten, evrenin ve hayatın sahibi bir tanrıdır, ama yanlıştır. Kötülüklerden, zulümden ve acıdan mesul bir tanrıdır ve reddedilesidir. İsyan edilen tanrıdır ancak hangi dinin tanrısı olduğu kesin değildir.
“Vaftiz edilmeden ölen bebekler cennete gitmez Araf’ta beklermiş, / vaftiz edilenler, açık kalmışsa gözleri öylece gömülürmüş; / yollarını bulsunlar, ebediyen boşlukta dolaşmasınlar diye./ Sıkıntıya doydum ben / Kapat gözlerimi…”
Yukarıdaki şiirde Hristiyan inanışı söz konusu iken aşağıdaki şiirin muhatabı ise İslamiyettir.
“Nar çatlıyor! / El-Hamrâ’nın her bir taşı haykırıyor: / La Galibe İllallah! / Nerede?”
İbrahimi dinlerin dışındaki dinlerin tanrılarının da konu edilmesi söz konusu sitemin belli bir tanrıya değil, tanrı düşüncesine ya da inanışların ve kurumların sahiplenip, teslim oldukları tanrı fikrine olduğunu düşündürür:
“Güney Yeli tanrısının kanatlarını kırdım dün gece rüyamda / Ölümsüzlük ekmeğini elimle ittim…”
Nevin Koçoğlu’nun şiirlerinde yer alan mistisizm sadece dinsel değildir. Şiirlerdeki ağırlıklı mistisizm şairin doğaya karşı olan bütüncül tutumundan, doğa ile olan ilişkisinden ve rüzgârda, yağmurda, otlarda, çiçeklerde, ağaçlarda kuşlarda duyduğu ve konuştuğu ruhlardan gelmektedir. Her şeyin ruhu vardır ve her şey dillenip konuşmaktadır. Bu ruhaniliği şair varlıkları kişileştirerek ve onlarla konuşup, onları dinleyerek sağlamaktadır. Öyle ki eser boyunca şair kalbini bunlara açar, dinler, sorar, seslenir. Bir sunak kuyusuna sorar ilk dizelerinde:
“Sessizce beklediğim sunak çukuru / Söyle dünya geçecek mi?”
Ve ardından ayni soruya muhatap olan başka varlıklar, başka ruhlar:
“Kırlangıç otu / Çoban çantası / Açamadığım attarlar kapısı / Söyleyin dünya geçecek mi?”
Uğultu başlıklı şiirde şair toprağın iç çekişini, ağaçların köklerini dinleyecek, yaralarını, iç çekişlerini ve titreyişlerini duyacak kadar birliktir doğayla:
“Bir ben miyim ağaçların köklerini, toprağın iç çekişini dinleyen / … Yarası kabuk bağlayan çınar / Tesbih ağacı / Titreyen dal / Çağırmayın adımı!”
Kuğu Kardinalinin Ölümü’nde içeriye baktığımızda şiirlerde yoğunlaşılan konu yukarıda da belirttiğim gibi insanın derin yalnızlığı, acısı ve yaralarıdır. Varoluş anlamsız ve boştur ve insan yüreğinde bir ölüm özlemiyle bu boş dünyada asılı kalmış durumdadır. Kötülük, zulüm ve acıdan ibaret bir dünyada, ağaçların köklerini ve toprağın iç çekişini dinleyen, otlara, çiçeklere, rüzgâra konuşan, ağaçların yarasına dokunabilen bir ruh için acıdan başka hayat ne olabilir? “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” demiş Goethe. Nevin Koçoğlu bize böyle bir dünyadan sesleniyor, böyle bir dünyaya acıdan bir ses oluyor. İşte böyle bir dünyada acı kemiklerine yerleşiyor, yaşam dönüyor ve kalplere kör bıçağın pası sökülmemecesine işliyor.
“Yaşamın donup kaldığı bu mahalden / Kendimi kurtarmak gibi bir çabam yok / Bu katmanlı yalnızlığın açıklaması yok / Her şeyi yutan bu anlamsız boşluğun! / Şimdi kim sökecek bu kör bıçağın pasını kalbimden?”
Şairin şiirlerine konu ettiği acı kendi bireysel acısı değildir. İyiliğin değil kötülüğün; kardeşliğin değil, kavganın; adaletin değil adaletsizliğin; yaşatmanın değil çürütüp, kırıp, yok etmenin hakim olduğu bir dünyada yaşayan duyarlı bütün ruhların, insanın acısıdır.
“Konuş, susma konuş / Söyle bir yaranın gölgesinde herkesin kendine ağladığını.”
Yaşadığımız dünyada da insanın uğruna savaşması, mücadele etmesi gereken şey kurtuluştur, mutluluk değil. İnsanı ezen, kıran, öğüten bir dünyada insana acıdan başka ne kalabilir? Acı herkesin kaderidir böyle bir dünyada. Bu gerçeğin yanında başka bir gerçek daha vardır Koçoğlu’nun dile getirdiği: acıyı tek başına duymak; ya da acıyı duyacak duyarlılıkta olanların kaderi olan yalnızlık.
“Uzun zamandır akasya bir halı üzerinden yürüyorum acıya / Keder şeklinde sakladım gözyaşımı gövdeme /Gidin dedim dağlayıcılara / Çaputunuzdaki ateşin değmediği yerim yok”
Bu koca dünyada sadece yalnız değildir, aynı zamanda sesini bitkilerden, ağaçlardan, hatta taşlardan başka duyacak olan da yoktur. Elemi içinde kül eden bir ateş, sesini kimseye ulaştıramamak:
“Elem köşker ustalığıyla dikti dudaklarımı / Acıdan avuçlarıma gömdüm tırnaklarımı”( S 24)
Hayatta duyarlı yüreklerde her şey uçtuktan sonra kalan tortuları acı ise, şair bunu ruhunun derinliklerinde biriktirip sinesinde ve gözlerinde taşımış, merhametin ve çilenin renginin taşlarına işlediği ‘hayat’ın tam ortasındaki Menad’a fısıldamış:
“Göğsümde dolanan demir kuşları sen de görüyorsun / Bir kalbin ıssızlığını,/ Isırılmış dilin suskunluğunu / Hiç kimse yok Menad,/ Hiç kimse yok bu soğuk yağmurlu köşede”
“Gözyaşımı o nehre karıştırdım ben Menad / Eskisinden hızlı aktı sular,/ Sarı yapraklara karıştı yanmış sözler,/ Yüzüne nehrin karanlık suyunu örttü tanrı,/ İnsandan merhametliyim dedi demir”
Şiir kuşunun kanatlarında alemleri dolaştıktan sonra o kanatlara bindiğimiz, şaire yüreğimizi açtığımız, şairin yüreğine girdiğimiz yere; “her şeyin başladığı ve bittiği yere geri dönüyoruz.” Hayatın iki kaş arası uzunluğunda bir yolculuk olduğuna inananlar için hayatta her şey bir yolculuğun parçasıdır. Ve yolculuk, kendimizi bulmak için başlattığımız kutsal arayış süreci; kendimizden kalkıp, sonunda kendimize döndüğümüz ve aradığımızın bulunduğumuz yerde (ya da hiçbir yerde) olduğunu keşfetme süreci… Bazen çıplak ayak, bazen “demirden çarıklarla” bazen de dizlerimizin üzerinde aldığımız taşlı, dikenli yol.
Nevin Koçoğlu’nun şiir kuşunun sırtında çıkacağımız yolculuk bu kadar zorlu olabilir mi? Kim bilir belki daha da zorlu olur. Yol herkes için aynı uzamda ilerlese de o yolda herkes yüreğine göre kapılar seçer, yüreğinin gösterdiği sapaklardan yeni yollar alır.
Kuğu Kardinalinin Ölümü okurlarına şiirli yolculuklar diliyorum.
Oktay İNAM