Sanat Dağının Rüzgarı: Tuncel Kurtiz | Müslüm Kabadayı
Tiyatro ve sinemada tam bir karakter oyuncusu olarak belleklerimize kazınan Tuncel Kurtiz’in bakışıyla sesinin bu denli uyumlu olması, onun adının geçtiği her oyunu, filmi ve diziyi izlemeye yönlendirmiştir beni. Bu bakımdan, benim için Anthony Quinn’le benzer etkiye sahiptir. Hangi rolde olurlarsa olsunlar, oyunculukları için o filmi izlemişimdir.
Tuncel Kurtiz’le Anthony Quinn’in başka ortak özellikleri var mı, diye düşünmedim değil. Quinn’in ressamlığı ve yazarlığı biliniyor. Tuncel Kurtiz’in “Gül Hasan” başta olmak üzere senaryo, “Sayıklamalar” adlı anlatı, “Bölük Pörçük” adlı yaşamöyküsü kitaplarının olduğunu biliyoruz. Hatta, Birol Öztürk’ün “Herkes Kendini Öldürür Tuncel Kurtiz” kitabındaki anlatımından çıkardığımıza göre, babasının bürokrat olması nedeniyle Edremit’te yaşadıkları 1950’li yıllarda ortaokul öğrencisiyken hikayeler yazdığını öğreniyoruz. Aslında böylesine etkileyici karakter canlandırmaları yapan bir oyuncunun, aynı zamanda büyük anlatıların karakterlerini yaratacak romanlar yazması da beklenir. Ancak, elimizde böyle yayımlanmış bir yapıtı yok. Resimleri var mı peki? Onu da bilmiyoruz. Şunu biliyoruz yalnız, doğayla iç içe yaşamayı seven ve insan-toplum gözlemleri güçlü olan bir sanatçının taşa, ağaca, kuşa, köpeğe yaptığı çizimler olmalı…
Kurtiz’i ilk kez 12 yaşımdayken, 1972’de, Umut filmini izlerken gördüm. Düziçi İlköğretmen Okulumuzun bulunduğu Haruniye’deki Haydar Algan’ın sinemasında izlediğim bu filmden çok etkilenmiştim. Yanılmıyorsam Cemal adındaki bir hamalı oynuyordu. At arabacısı Cabbar’ı oynayan Yılmaz Güney’le çok başarılı bir film yapmışlardı; yıllarca gündemden düşmedi. Sanıyorum toplumsal konuları işleyen filmler çizgisinde bir sıçramaydı bu film ve 1970 Altınkoza Film Festivali’nde “en iyi film” ödülünü almıştı. 12 Mart faşizmince yasaklanan bu filmi, Yılmaz Güney’in yurtdışına çıkması yasaklandığından, yurtdışına götürerek film festivalinde tanıttığı ve ödül aldırdığı için Tuncel Kurtiz uzun süre ülkesine dönememiş. Bu vesileyle de Alman, İsveç, İtalyan, Fransız yapımı filmlerde, hatta dizilerde oynamasının yolu açılmıştı. Onun bu dillerde rolünü ezberlemesinin zor olmadığını, 2001’de Antakya’da çekimi yapılan “Şellale” filmindeki gözlemlerimden söyleyebilirim. Komünist sinemacımız sevgili Semir Aslanyürek’in yönetmenliğini yaptığı bu filmde berber Kel Selim’i canlandıran Tuncel Kurtiz’in, kaldığı otelde, geceleri nasıl rolünün seslendirme temrinlerini yaptığına tanık olmuştum. Aynı filmde komünist Ayhan Öğretmen’i canlandırmıştım ve oyunculuk kadar ses eğitiminin ne denli önemli olduğunu orada fark etmiştim.
Usta oyuncuyla çekimlere ara verildiğinde sohbet ediyorduk. Bazen çay kahve molasında senaryo ve oyunculuk üzerine, bazen yemeklerde sinema tarihinden kareler hakkında, bazen de ülkenin politik gündemiyle ilgili bu sohbetlerde, dile getirdiği çarpıcı örnekleriyle ve anılarıyla çevresindekileri etkiliyordu. Bazen de oyunculuk, yönetmenlik ve senaryoyla ilgili itirazları oluyordu. Hiç unutmuyorum, Kurşunlu Han’daki bir berber dükkanındaki Stalin diyalogu üzerinden sohbet etmiştik. Gün görmüş, farklı ülkeleri ve sinemalarını tanımış biri olarak, taşı gediğine nasıl koymak gerektiği konusundaki yaratıcılığıyla rolünü oynamıştı. Belgeselci ve “Yeni Sinema” dergisinin emektarlarından Çağrı Kınıkoğlu’yla çekimlerde birlikteydik. Bu deneyimlerimizi değerlendirdiğimizde, “Bu deneyim ve birikimlerin, yeni kuşak devrimci, sosyalist sanatçılara önce birinci elden, sonra nehir söyleşiler ve araştırma-inceleme yazılarıyla tanıtılması gerektiğinde hemfikir olmuştuk. Bunun yeterince ve hak ettiği biçimde yapılmamış olduğunu görmekten üzüntü duyduğumu belirtmeliyim.
Kendisiyle 2001’de yaptığımız söyleşilerde, beraber olduğumuz ortamlarda dile getirdiklerinden çok önemsediğim birkaç noktaya değinmek istiyorum. Kendisine de sorulduğunu, hakkındaki kimi yazılarda ya da sohbetlerde hemen kimliğinin merak edildiğini belirterek, bu yaklaşımı yanlış gördüğünün altını çizmişti. Özellikle oynadığı filmlerden hareketle hemen “Kürt” olup olmadığının gündeme getirildiğini, oysa kendisinin kişiliğe ve oyunculuğa değer verdiğini vurgulamıştı. “Ben, kendini var etme mücadelesi veren her karakteri önemserim. Mücadeleci, kendine özgü yol yordam geliştiren her karakteri de hangi halktan olursa olsun oynamak isterim.” demişti. Yıllar sonra onunla yapılan söyleşide, kendisi için birinci uğraşının oyunculuk olduğunu, kahramanlık hiç yapmadığını dile getirdiğinde, bize anlattığıyla tutarlı bir çizgi izlediğini görmüştüm.
Selanik kökenli bir bürokrat baba, Boşnak kökenli öğretmen bir annenin çocuğu olarak, erken Cumhuriyet Döneminin olanaklarını çok farklı biçimde kullanabilecek iken, hukuktan sosyolojiye birçok alanda eğitim denemeleri yapmakla birlikte önce ışıkçı, sonra oyuncu olarak kendini en iyi gerçekleştirebileceği tiyatro ve sinemaya yaşamını adayan Tuncel Tayanç Kurtiz’i iyi anlamak gerekiyor. Her insan gibi onunda zaafları, eksikleri vardır. Burada önemli olan kendisiyle barışık ama yaşamın akışında dinamik, mücadeleci ve emek düşmanlarına karşı kavgacı olmaktır. Kurtiz’in bunu başardığını söyleyebiliriz. Onun ikinci adının “Tayanç” olduğunu da ben yeni öğrendim. Bizim köylüler “Dayanç” derler, “dayanma gücü, sabır” anlamına gelen bu adın, Kurtiz’e yakıştığını belirtmeliyim. Neden bu adın gölgede kaldığını bilemiyorum.
Onunla, filmin çekimlerinin sürdüğü bir hafta sonu, İskenderun İHD Şubesi’nin düzenlediği Harbiye’de bulunan Hidro Restoran’daki yemekli geceye katılımını sağlamak için görüşmüştüm. Çünkü, Türkiye’deki insan hakları mücadelesine doğru bir noktadan bakan İHD İskenderun Şubesi Başkanı Sadullah Çağlar Ağabey’e sürpriz yapmak istemiştik. Sağ olsun, Semir dostumuzun desteğiyle katıldığı gecede özlü bir konuşma da yapmıştı. İnsanlaşma sürecinin emekle ilişkisini kurmuş ve emeğin kurtuluşunda sanatın işlevine vurgu yaparak, bu mücadelede sanatçılara çok iş düştüğünü belirtmişti. Gecenin video kaydını yaptığım için kendisinin konuşması arşivimde duruyor, benim için güzel anılardan biri olarak.
Böyle bir insanla, komünist sanatçıyla yolumuz kesiştiği ve bir filmde birlikte oynadığımız için kendimi bahtiyar sayıyorum. Onu, sevgi ve özlemle anıyorum. Sanat anlayışının ve mirasının yeni kuşaklar tarafından sürdürülmesini ve zenginleştirilmesini diliyorum.