Kendimi Bulduğum Oyuncak Kaynağım: Nanelik Keddeni | Müslüm Kabadayı
1960’lı yıllarda köy çocuğuysanız ayağınız çamurdan, üstünüz başınız tozdan kurtulmamıştır. Ha, o dönemin çocuğu olarak bundan hiç şikayetçi olduğumu hatırlamıyorum. Çamur da bizim oyuncağımızdı çünkü. Çamurlu günlerde etli toprağı nerde bulursak, arkadaşlarımızla küsküç oynardık. Sıcak günlerde canımız küsküç oynamak istiyorsa etli toprağa bir helke su döküp çamurlaştırır, sağlam çubuklardan ucunu sivrilterek yaptığımız yarım metre uzunluğundaki küskücümüzü çamura batırma ve aynı zamanda karşı tarafın çubuğunu devirmeye dayanan oyunumuzu saatlerce oynardık. Bu oyunda iki etken önemliydi. Birincisi sağlam ağaçtan yapılan küsküç, ikincisi de onu çamura saplama ve diğer küskücü devirme fiziği. Kış günleri vazgeçilmez, sıcak günlerde yazgeçilir oyunumuza dalıp güttüğümüz hayvanları kaybettiğimiz zamanlar yaşadığımız korkuyu, onları bulmak için taştan taşa zıplayarak koşturmalarımızı hiç unutamam.
Bazen üttüğü küsküçleri kucağında evine götürüp ahıra, hökereye saklayan arkadaşlarımızın anaları, bunları bulduğunda götürüp ocağa ya da tandıra atar, yemek ya da ekmek yapardı. Ertesi gün küsküçlerin yerinde yellerin estiğini gördüğümüzde canımız sıkılır, bazen de sakladığımız yeri gören arkadaşlarımızın aldığını düşünürdük. Çocukça tartışma ya da kavgalar yaşandığında hemen birilerimiz araya girer, olayı yatıştırır ve yeni yaptığımız küsküçlerle oynamaya devam eder ve tadını çıkarırdık.
Çubuklarla oynadığımız bir diğer oyun fışfıştı. Çelik çomak oynayanlar da vardı çubuklarla ama ben pek oynamadım. Hayvan otlatmaya gittiğimiz yerlerdeki harmanlarda, düzlüklerde fışfış oynadığımız gibi mahallemizdeki Gündüz’lerin hökeresi, oyunlarımız için biçilmiş kaftan gibiydi. Her tarafı duvarlarla çevrili olduğundan korunaklıydı. Killi Hacılılardan Mehmet-Nural-Nadir, Kızılaylardan Cuma Ali, Halalılardan Bilal-Ramazan ve ben, Aslanlardan Nurettin bu oyunlarda en çok bir araya gelenlerdik. Hökerenin alt tarafına düz bir çizgi çeker, yaklaşık 25 m uzaklıktaki üççatallı bir ağaç parçasını elimizdeki 1-1,5 m uzunluğundaki çubuklarla devirmeye çalışırdık. Ebe olan höbeği devirttirmemeye çalışırken, fırlattığı çubuğu ebeye yakalanmadan gidip alanlar tekrar çizgiden atış yaparlardı. Eğer ebe höbek yerindeyken elindeki çubukla birine dokunursa, o kişi ebe olurdu. Bazen özensiz atışlar sırasında çubuğu ebeye vuran ya da duvarı aşırtanların yol açtığı sıkıntılar nedeniyle oyun bozulurdu. Bu geniş hökerede top da az oynamadık hani… Yakantop, voleybol, futbol…
Nurettin arkadaşımızın ailesi Almanya’daydı ve kendisi nenesiyle kalırdı. Onu çok severdik ama çabuk sinirlenip ağladığı için de bazı arkadaşlarımız daha çok üzerine giderdi. Öyle zamanlarda hemen nenesine gidip şikayet ederdi bizi. Ayşe Fatma (Aşatma) neneden azar işitirdik ama Nurettin’in hemen gönlünü alarak küskünlüğünü giderir, ertesi gün başka oyunlarla yolculuğumuza devam ederdik. Arada bir gerilimler yaşasak da, çocukluğumuzda doğaya karışarak ve oyuna doyarak büyümenin bedenimizde yarattığı zorluklara karşı kazandığımız direncin, sağlam arkadaşlığın yarım yüzyılı aşan güzelliğini bugün de sürdürüyoruz. O dönemde birdirbir, uzuneşek, güvercin taklası, kovalamaç, saklambaç, kapan kurma, küsküç, fışfış (höbek), beş ve dokuz taş, gülle (misket), topaç, top oynayıp da kırk yıldır aramızda olmayan Nurettin hiç aklım(ız)dan çıkmaz. Nasıl çıksın ki… Nurettin, ilkokulu bitirince Almanya’ya ailesinin yanına gitti. Babasının ya da kendisinin yazdığı mektupları ben okumaya başladım nenesine. Postacıdan mektubu alınca sevince boğulan Ayşe Fatma nene, mektubu ben okudukça gözyaşlarını dökerdi. Ellerini dizine vurur, “Zalim felek!” der dururdu. O zamandan göçmenliğe, gurbetçiliğe mektupla başlayan aşinalığım, 1971’de okumak üzere Düziçi İlköğretmen Okulu’na gitmemle kendi iç dünyamda gerçeğe dönüştü. Demek ki 50 yıldır ben de göçmenim. “Göçmenlik hali”nin zorluklarını aşan yaratıcı-üretici insanların gittikleri her yerde oluşturdukları kültür alaşımının örneklerini kendim de yaşadığım için “köksüzlük” duygusunu hiç hissetmedim. Belki de bu “öz” beni 50 yıl sonra “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” kitabını yazma noktasına taşıdı.
Konuyu dağıtmadan Nurettin’den 40 yıldır ayrı düşmemizin nedenini yazmalıyım. Nurettin Almanya’ya gitti ama kimilerinin yaptığı gibi para delisi olmadı, şımarmadı, köyünü ve arkadaşlarını unutmadı. Nerdeyse her yıl gelirdi, bizimle getirdiklerini paylaşırdı. Çocukluğumuzdaki oyuncaklardan farklı olan Alman oyuncak fabrikalarında üretilen oyuncakları getirirdi. Plastik ye da demirden uçaklar, otomobiller ilgimizi çekerdi ama biz kendi oyunlarımızdan vazgeçmezdik. 1970’li yılların ikinci yarısında lise çağımızdayken Nurettin’in havai fişekler getirdiğini, Yazıbağ’daki yeni beton evlerinin üzerinden bunları ateşlediğinde çıkan sesten ürktüğümüzü hiç unutmuyorum. O, sıcakkanlılığını korusa ve konu komşunun, yaşlıların hatırını sorsa da aramızda oyuncak konusunda bir yabancılaşmanın gerçekleştiğini fark ediyorduk. Onlar fabrikasyon oyuncakların, bizse doğal oyunlarımızın dünyasındaydık hâlâ.
Sevecen arkadaşımız Nurettin, sanıyorum 1979’da evlendi. Çocuğu olmuştu. İki üç yıl sonra Almanya’dan arabayla köyüne gelirken Aksaray yakınlarında geçirdiği trafik kazasında onu kaybettik. Başta ailesi olmak üzere biz arkadaşlarını acıya boğdu bu ölüm. Şimdi yerinde yeller esen o hökerede Nurettin’le oynadığımız birdirbir, güvercin taklası, fışfış, küsküç, top oyunları gelir aklıma. Yüreğim cız eder, bir yanım boşluğa düşer. Demir amcasının oğlu Mehmet’le yıllar sonra dostluk kurunca, çocukluğumun bu boşluğu biraz da olsa doldu doğrusu. Ondan sonra Mehmet’le nefes aldığımı söyleyebilirim.
Lise çağına kadar köyde kızlı erkekli en çok oynadığımız oyunlardan olan saklambaçta (Anadolu’da körebe, ebegütmeç de denir.) ebeden önce gelip bellek yapılan yere elimizi vurduğumuzda “hantuş” derdik. Anadolu’da yaygın olarak “ebe sobe” denmektedir. Bu sözcüğün anlamını yıllar sonra Mardin’de Artuklu Üniversitesi’nce düzenlenen bir sempozyumda, A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından Prof.Dr. Kemal Tuzcu’dan öğrendim.[1] O sempozyumda ben de Hatay’daki Arapça yer adlarının Türkçeleştirilmesiyle ilgili bir bildiri sunmuştum. İlgi görmüş ve değişik yerlerde yayımlanmıştı. 17-19 Mayıs 2013’te yapılan bu sempozyumdan kısa bir süre sonra Haziran Direnişi demeyi tercih ettiğim Gazi Parkı’nda başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan milyonlarca kişinin katıldığı eylemler sırasında üçü Hataylı olan gençlerimiz öldürülmüştü. Kemal Tuzcu Hocadan öğrendiğim bu bilgi üzerinden aşağıdaki şiiri yazmış ve kaybettiğimiz bu fidanlarımıza adamıştım. Bu ülkede ve tüm dünyada hiçbir insanın öldürülmeyeceği güzel yarınlarda çocukların güzel oyuncaklarla özgürce oynamaları dileği ve isteğiyle bu şiiri aşağıya alıyorum.
“Haziran Direnişin Yiğit Çocukları” adına
Cömert’lerden Abdullah’a…
H A N T U Ş
Sakızı aksın diye gözelerinden ağaçların, geniş bayırlarda
Kuşlar uçar içimden derinliğine göklerin
Göz kırpsın diye menekşeler, ardıçların boylandığı çayırlarda
Uyuyan toprağa el vururum:
HANTUŞ!
Bir balta sallandığında, Gezi Parkı’ndaki ilk ağaca
Fidanlar fışkırır meydanlara betonlarını delerek ülkenin
Göz kırpar devrime ışıklar ve tencere tava gençlik aşılar sokağa
Uzayan yaprağa bel vururum:
HANTUŞ!
Halk yaratıcılığını kışkırtarak duvarlara ve meydanlara
Azgın dillerini dağlar gemicikten diktatörlerin
Nemrut gaz kaçırıp zorba baltasını vururken taşlara
Tilmeçler çivilerini söker orantısız terminatörlerin
Umut saçaklı toprak insanlar kalkarken ayağa
Şiirli yüreklere dil veririm:
HANTUŞ!
Ve birleşirken ağaçlar alanlarda
Yeni fidanların adını
Direngezi vururum:
HANTUŞ!
Çocukluğumuzdaki çobanlık anılarımızın öbeğinde oyunlar ve oyuncaklar yer alır. Çobanlıkta dayanışarak güzel anılar devşirdiğimiz candostum Mehmet Kabadayı, Nural Gündüz, Ali Kahraman, Yaşar Çuhadar, Ali Bilgin, Bayram Kaya, Duran Öztürk, Mehmet Yetişkin, Ahmet Sönmez aklıma gelen ilk arkadaşlarım. Saklambaç, kovalamaç, koru devirmeç oynadığımız gibi fırfırı yapardık. Bazen defne dalından bazen de fırfırı çubuğundan rüzgarda uçan fırfırılarımızı kayalara, ağaçlara bağlar, fırdolayı dönmelerini zevkle izlerdik. O sırada acıkırdık tabi. Azığımızdan artanları, cebimizdeki incirleri yemenin tadı hâlâ damağımdadır. Buğday ve nohutlar olmuşsa, bunların ateşte firiğini yapar, taneleri toplarken ellerimiz kararır ama kıtır kıtır yerken dünyalar bizim olurdu. Eğer ilkbaharsa menengiçlerin murçlarından yemeyi de ihmal etmezdik. Yani dağda taşta aç kalmazdık, doğa hemen imdadımıza yetişirdi. Alıçları, dağ armutlarını, zilli erikleri yerdik; olmadı teleme yapardık. Ha, yeri gelmişken telemeden söz etmem gerekir. Çünkü her yerde bilinmez bu. Evdeysek sütü kaynatıp ılıttıktan sonra, doğadaysak keçiden ya da koyundan sütü sağar sağmaz (İlk anda ılıktır, soğuk sütle teleme yapılmaz.) içine incirin tum dediğimiz ham halini koparıp onun sütünü katarak kaşık ya da çubukla çalkalardık. Buna teleme çalmak denir. Beş on dakika içinde yoğurt gibi kalıplaşan süte de teleme denir. Onu fazla bekletmeden yanımızda kaşık varsa onunla, yoksa defne yapraklarını kaşık yaparak ve yanımızda varsa şekerde katarak yerdik. Teleme fazla bekletilirse acır, yenmez olurdu. Telemenin bu özelliğinden hareketle bizim yörede bir bir atasözü vardır: “Çobanın gönlü olunca tekeden teleme çalar.” İnsan istedikten sonra olmaz denilenleri yapar, anlamına gelir.
Bu oyunların ve oyuncakların derin belleğimde ayrı ayrı izleri var. Öyküsü yazılacak anılar yer alıyor. Özellikle Dörtmağara dediğimiz yerde yaşadıklarımızdan… Bunlara dalmayacağım şimdi, Naneliktepe’deki keddenin bendeki dünyasını anlatmaya çalışacağım. Kedden dendiğinde de komşumuz ve daha sonra köyümüzün “Aşık”ı olan Ramazan Tartuk’tan söz edeceğim. İlkokul öğrencisiydim, sekiz dokuz yaşlarındayım. Ramazan benden iki yaş büyüktü; kendi halinde, sessiz ama çok içliydi. Yanılmıyorsam 1965-66’larda radyomuz olmuştu. Daha önce komşumuz ve babamın dayısı Burhan Çuhadar’ların bataryalı büyük radyoları vardı mahallede. Önce bu radyolardan türküler dinleyip kendince öğrendiği bu türküleri okulda, düğün ve eğlencelerde söyleyen Ramazan, güleç yüzüyle sempati toplamıştı. İşte sekiz dokuz yaşlarımdayken bir pazar günü Ramazan’ı ziyarete gittim. Baktım, evin önünde taş ocağın yan tarafında keddenden çok güzel bir radyo yapıp tahtanın üzerine koymuştu, kendisi de türkü çığırarak başka bir keddenden köyümüzün burunlu arabasına benzer bir otobüs yapıyordu. Ramazan’ın dilinden “Uykuda mısın sevgili yarim uyan uyan / Aç pencereni göreyim yüzünü uyan yar” dizeleri ezgi olup kulağıma çalınıyordu. O, çığırdığı türkü eşliğinde namtıyla keddeni yontup otobüs biçimi vermeye dalmışken, birkaç dakika onu izledim ve türküsünü dinledim. Ne zaman ki başını kaldırıp çevresine bakındı, beni dikkatle kendisini izler görünce önce bir duraladı, sonra gülerek, “Gel komşum gel!” dedi. O gün iyi ki Ramazan’a gitmişim. Niye mi?
Ondan neşeli olmayı öğrendim her şeyden önce. Sonra, sabırla taş oymayı, keddene biçim vermeyi… Sadece taşa değil, çamların kalın kabuklarından oyuncaklar yapmayı, telden tekerleği de… Evet, çocukluğumda yaratıcı-üretici yeteneğiyle beni teşvik eden ilk arkadaşım Ramazan oldu. Bir sonraki hafta, o zamanlar cumartesi öğleye kadardı okullar, cumartesi öğleden sonra kendisiyle Naneliktepe’ye gittik. Yanımızda çıkın götürmüştük. Bu tepenin kuzeye bakan yamacında kedden damarı bulunurdu. Toprağın altındayken çok yumuşak olan bu taşın, güneş ya da ısı gördükçe sertleşen bir özelliği vardı. Yanımızda götürdüğümüz kazmayla birkaç iri parça koparıp yanındaki küçük parçaları da çıkınlarımıza sararak on beş dakika içinde evlerimize geldik. İşte o günden başlayarak üniversite öğrenciliğim bitinceye kadar Naneliktepe’nin keddeninden ne oyuncaklar yapmadım ki… Aga marka bir radyomuz vardı, önce onu keddenle biçimlendirdim. Babam çok beğenmişti. “Bre oğlum, şuna pil yap da ecensleri dinleyek!” demişti. Yıllar sonra Mikelanjo’nun Musa heykeli için söyleneni öğrendiğimde, babamın esprisi derin belleğime imgesel olarak yerleşmişti.
Lise çağındayken başak ve üzüm salkımı motiflerinden oluşan bir rölyef yapmıştım keddenden. Üniversite yıllarımda da kızılyıldızı çevreleyen bir başak tacını işlemiştim. Kitap okuyan bir çocuk figürünü de çakıyla ve Mehmet Ağabeyimin oyma bıçağıyla keddene biçimlendirmiştim. Diyebilirim ki düşünsel ve sanatsal yeteneğimin gelişmesinde Ramazan’la başlayan keddeni işleme, diğer deyişle keddenin fazlalıklarını atarak ona estetik biçim verme çabamın büyük payı olmuştur. Daha sonra keddenlikten havara dedikleri bir toprak çıkararak duvarları beyaza boyadıklarını öğrendim köylülerimizin. Aynı zamanda analarımızın buradaki toprağı alıp sacda ısıtarak bebeklerin bezine sarıp altlarını bağladıklarını, böylece ishale önlem aldıklarını da belirtmeliyim.
Kedden çıkardığımız yerin üst tarafında damar damar mermer vb. parlak renkli taşların olduğunu gördüm. Bunlardan da yontmayla değil de kırmayla değişik formlar yaptım. Bunların bazılarını sevdiğim insanlara hediye ettim. Ancak kızılyıldız ve başak tacını, annemle babamın fotoğraflarını ortaya, beş kardeşin fotoğraflarını da dairesel biçimde çevresine yerleştirdiğim aile albümünü, annemi kaybedene kadar evimizde korumuştuk. Ne yazık ki, bunların değerini kavrayamayan yakınlarım, anam gibi koruyamadılar. Bu benim içimi acıtan bir yaradır… Benim sanatsal oyuncağım olan keddenden bugünlere kalan o el emeği göz nuru çalışmalarımın kalmasını ne çok isterdim… Haksız mıyım yani?
Buraya kadar olan yazımı, çocukluk arkadaşlarıma gönderdim. “Salkım Saçak Keldağ” kitAğabeyimda yer alan “Aylinkaya Dile Gelse” öykümün kahramanlarından Mehmet Gündüz dostum, şu yanıtı gönderdi Whatsapp’tan: “Dost, köy çocukluğunu ve yaşanmışlığı çok güzel anlatmışsın. Köyde çocukların benliğini, kişiliğini, kimliğini buluşunu; çocuk yaşta üretime katışını; Eğlenceli bir çocukluğu, plastik oyuncaklar yerine doğal oyuncaklarla mutluluğu yakalamasını, kendi oyuncağını yaparken yeteneğini geliştirmesini, düşünselliğinin yetenekleriyle bütünleşmesini o kadar güzel anlatmışsın ki 55 yıl geriye götürüp o güzel günleri yeniden yaşamamıza vesile oldun. Teşekkür ederim. Kapanışı üzerinde biraz daha düşünüp bağlantıyı doğal köy koşullarında yaşamla bütünleştirip bu yazıya yeni nesil Z kuşağının ilgisini çekecek bir biçim verirsen çok iyi olur. Büyük şairimiz Nâzım Hikmet der ya köylü topraktan öğrenendir. Şehrin duygusuz beton yığını yerine, hayatın bari bir kısmını doğanın kucağında yaşamanın sağlığa getirisini de katarsan, bence güzel olacak. O şansı, bizim gibi başkalarının da yakalamasını dilerim.”
Mehmet’in “Z Kuşağı”ndan söz etmesi, bu nitelemenin doğruluğu tartışılmakla birlikte “dijital” ya da “sanal” ilişkilerle büyüyen çocuklarımızın, torunlarımızın doğayla bütünleşik bir dijital yaşamını nasıl kurgulamak gerektiğine dair eğitimci gözüyle görüş ve önerimi dile getirmeme vesile oldu. Buna, ben de sıcak bir imgeye dönüşen Aylinkaya’dan söz ederek girmek isterim. Bu kaya, evlerimizin hemen üst tarafında olup çocukluğumuzda bize çok büyük görünürdü. Bu kayanın köye bakan cephesindeki bazı işlemelerden, işaretlerden hareketle mitolojik inançlar çağında tanrısal bir kaya özelliği taşıdığını söyleyebilirim. Bu kayadaki yosunlardan mahallemizin kızlarının kına yaktığı aklıma geldi. Bu kayanın çevresinde kızlı erkekli oyunlar oynardık. Güneşin doğuşu ve batışı buradan çok güzel izlenirdi. Güneşin kızıl ve sarı ışığının yüzümüzü yaladığı zamanlarda Aylinkaya’ya çıkar şiirler okurduk. Köyden okumak üzere ayrıldığım 11 yaşından bugüne kadar köye yılda birkaç kez giderim; her gidişimde bu geleneği sürdürerek kayaya çıkar, şiirler okurum. Dizeler karalar, öykülerim için notlar alırım. Şimdi birçok kentin, kasabanın da mahallerinde, çevresinde böyle kayalar bulunmaktadır. Bunlar beton yığınları için taş ocakçılarınca yağmalanacağına çocukların, gençlerin oyun alanlarına dönüştürülebilir. Benim yaşadığım, hissettiğim sanatsal imgelemi o çocuklar niye duymasınlar ki… Ülkemizin yaylalarını, dağlarını, kıyılarını, sit alanlarını yapılaşmaya açmak için her türlü alçaklığı yapanlardan bunu bekleyemeyiz. Çocuklarımızın ve gençlerimizin gezerek, yaparak ve yaşayarak öğrenecekleri o kadar çok yer, o kadar çok bitki, hayvan, tarihi yapı, nesne var ki ülkemizde, bunlar daha fazla yok edilmeden eğitim, kültürlenme alanına dönüştürülmelidir.
[1] Hantuş: Arapça “Ha ente ‘uş!”un Türkçede aldığı biçim olup “Ha işte sen!” anlamındadır.