Sihirli İksir | Seyital Baykal
Adam sahile doğru yürüdü. İçinde birikmiş dertler sanki onu boğazlıyor, nefesini kesmek için var gücüyle abanıyordu yorgun bedenine. Renklerin ayrımına varamıyordu. Sanki bütün renkler terk etmişti dünyayı da sadece gri kalmıştı geride. Şimdi grinin hükmü sürüyordu her yerde. Caddeler, sokaklar, binalar, her yer griydi.
Martılar ah şu martılar! Neden böyle çığlık çığlığa uçuyorlardı ki? Her şey sanki üstüne üstüne geliyordu bilmeden işlemiş olduğu günahların hesabını sorar gibi. Çaresi olmayanların çaresizliğini kabullenişini gibi kabullendi çaresizliğini. Sonra derin bir sükûta büründü. Anlatılamayanların, cevapsız soruların, kabullenişin diğer bir adı değil miydi sükût?
Küçücük bir el dokundu çaresizliğin en acıklı hali olan bedenine. Dokuz on yaşlarında bir çocuk, masumiyetin ifadesi bir yüz, durgun deniz misali masmavi gözler, fukaralığın eskittiği rengi solmuş bir kazak, haşarılığın değil garibanlığın eskittiği burnu delinmiş bir ayakkabı…
Abi boyayayım mı? Ne verirsen…
Adam istemsiz bir şekilde oturmuştu boyacı çocuğun taburesine. Küçük, cansız bir el, ip ince parmaklar… Çocuğun tırnakları dibine kadar kara idi, favorileri de biçimsizdi. İncecik parmaklar, kirli eller çabucak boyamıştı adamın ayakkabısını.
Adam cebinden çıkardığı parayı çocuğun avcuna öylece bıraktı, yürümeye başladı. Alaborada kalmış bir gemi gibi sağa sola yalpalıyordu. Çocuk, adamın arkasından : “Abi, abi! Bu para çok fazla .”diye bağırdı. Adam arkasına bile dönmedi, yürümeye devam etti. Çocuk adamın arkasından koştu, adamı ceketinden yakaladı ve kendine doğru çekti. Adam çocuğa döndü. Hiçbir duygu ifadesi olmayan bir yüz, anlamsız anlamsız bakan bir çift göz…
Çocuk: “Bu paranın hepsi benim mi?” Adam cevap vermedi, başını evet anlamında salladı. Çocuğun masmavi gözleri bir başkaydı işimdi. Bakışları sımsıcaktı, yüzü bahara hazırlanan çiçek gibi taptaze bir hal almıştı.
Çocuk: “Abi ben bu parayı alamam bu çok fazla. Hem ben hak etmediğim hiçbir şeyi almam. ”dedi. Çocuk paranın üstü adama uzattı, adam hiçbir şey demedi. Para çocuğun elinde öylece kaldı. Adam paranın üstünü almamıştı; ama taş gibi katılaşan bedenine inat içinde bir şeyler oluvermişti. Tatlı bir sıcaklık sarmıştı bedenini, gözlerinde bir ışık belirmişti. Renklerin ayırımına varmaya başlamıştı. Mis gibi deniz kokusu, çığlık çığlığa martılar, masmavi deniz ve gökyüzü… Küçücük bir el, tatlı bir bakış, alın teri, gülen masum bir yüz adamın içindeki sıkıntıları bir anda dağıtıvermişti.
Farkında değildi adam, fark etmenin ne demek olduğunu o güne kadar anlamamış olduğunu fark etti. Bir bakış yüreğimizin coğrafyasına bir cemre gibi düşer ya bir bakış, bir gülüş içimizi ısıtır da içimizdeki buzdan dağları eritir ya işte boyacı çocuğun o masum, sımsıcak bakışları da adamın içindeki kapkara bulutları dağıtmaya yetmişti. Sadece ayakkabılarını değil gönlünü de parlatmıştı boyacı çocuk en güzel renklerle.
Az bir şey değildi bir gülüş, bir bakış. Çok uzun sandığımız hayat belki de tatlı bir gülüş, sıcak bir bakış, kısa bir andı. Bir gülüş, bir bakış en onulmaz yaraları iyileştiren sihirli bir iksirdi kim bilir?
Seyital BAYKAL