Simitçi | Mehmet Özcan YASDIBAŞ
– Günaydın…
– Günaydın ağabey.
– İki simit…
Otuzlarının ortasında, hafiften saçları ağarlaşmaya başlamış; siyah renkli takım elbise içine buz mavisi bir gömlek giymiş; gömleğini bordo renkli bir kravatla tamamlayan, ciddi bir surat ifadesiyle duran adam, elinde hazır beklettiği bozuk paraları uzattı simitçinin yaba gibi ellerinin ortasına. Kese kâğıdında özensizce uzatılan iki simidi alırken simitçi:
-Buyur abi… Güle güle
…
– Günaydın…
– Günaydın abi, hoş geldin.
– İki simit.
– Buyur abi… Afiyet olsun.
…
-Günaydın
…
…
-Afiyet olsun…
…
– Buyur abi iki simidin
,..
Kaç hafta oldu simitçi, bu adamı böyle her gün göreli. “Her gün görüyorum tam da sabahın 08.05’inde ya iki dakika önce ya da iki dakika sonra değil.” diye düşünen simitçi, her gün onca insana belediyeden aldığı sabah simitlerini satarken bu adamdı son zamanlarda en çok dikkatini çeken. Gri, siyah, lacivert takımları gün aşırı arka arkaya giyen; her gün” günaydın” ve “iki simit ”ten başka lafı olmayan, aldığını da çantasına koymadan sol elinde taşıyan, bakanlıklara doğru düzenli adımlarla yürüyen ve işin garibi Güvenpark içinde yüzlercesine rastlayabileceği sıradan memur duruşlu adamlardan biriydi. Farkı da yoktu hatta.
Simitçi, her gün ne tipler görüyordu ki bunları not etse sadece bir saatte en garibinden en şaşaalısına varana dek bir düzine ilginç tipi bir kenara yazardı. Takım elbiselilerin geneli birbirine benzer tiplerdi. Eğer takım elbiseli ise mutlaka konumundan dolayı sükseye ihtiyaç vardır ve simitçi de bunu bilirdi. Ankara’da simitçi olmak ve bir de Güvenpark’taysanız simitçi bile olmanıza gerek yok; arkadaşınızla, sevgilinizle otuyorsanız veya buluşma noktası olarak burayı seçip beklerken buluşma saatine dek kesin onlarca takım elbiseliyi görürdünüz. En az altı aylık bir kalma süresini aşmışsanız dışarıdan bir gelen olarak bu durum Ankara’nın en sıradan halidir. Sizin için de sıradan insan tipleri arasında yerini alır. Simitçi de bu alışanlardandı ki takım elbisenin bu denli güç timsali olacağı başka da bir il de olamazdı hele de bakanlıkların dip dibe olduğu bu yerde.
Yalnız bu sefer, bu adam dikkatini çok çekti simitçinin. Merakı da gün gün arttı. Diğer memur tiplerinden farkını ayırt etmeye başladı. Bu adamda başka bir şey vardı. Var kesin. Gün gün süzdü, iki simit alıp “günaydın” sözünden başka bir şey demeyen bu adama özel bir ilgiyle yaklaşıyordu artık. Kendince bir sırrı çözer gibi önemle eğildi bu adamın gizemine.
Kendini kaptırdı adama simitçi. Her gün saatini bildiği vakitte hazırdı elinde iki simit, kese kâğıdı içinde. Kendini Güvenpark’ta gizli polis zannetmesi de böyle başladı ya. Allah bilir, hafiyelik simitçilikten daha zevkli olurdu. Özel bir buluşma anı olan 08.05’te gizli evrakları simitçi kılığında teslim etme görevinin ağırlığını hissetti bir an. Sonra ” Hafiye olsam mı acaba? Ya simitler, onları burada kim satacak? Hafiye olunca paraya mı ihtiyacı olacaktı sanki. Fakir kafası işte hep geçim derdinde” diye kendine güldü. Hem hafiyelik neyine Güvenpark’ın her yanı polisti zaten. Belki kendisi gibi ortalıkta bir şeyler satan yirmi kusur adamdan bazıları hafiyeydi de… Hele şu Çaycı İsmet yok mu, tıpı tıpına tam da onlar gibi. Bastı bacak ama ne yaman. Her şeyi bilir, her an her yerde biter; konuşmadığı adam, kadın, genç, çocuk yoktu. Kaç sefer, bu konuşmaları arasında termosundaki çayları bitirir, gün boyu tonlarca çay satardı. Adam tam “anasını boyar babasına satar” cinstendi. Aa, dur parkın avm yönündeki seyyar çiçekçi o da az hergele tipli değildi hani. Yerinde bütün gün öylece oturur, çiçekleri önünde bekler dururdu. “Allah için hiç sattığını da görmedim. Belki herkesi fişliyordur. Ya şu çakmak, kart, sahte gözlük satan tezgâhtar… O da anasının gözü. Sabahları bir simide tav olur, gün boyu ne yer ne içer. Ya su satan şu genç… Konuşması pek düzgün, kibar biri. Hiç de su satacak birine benzemiyor. Aslında tek v asıl şüphelendiğim gün boyu parkı temizleyen Hüseyin Amca… Var ya neler neler biliyor. Yürüyen ansiklopedi valla. Hele bir lafa karışsın nasıl eder bizi hiç bilmediğimiz mevzulara taşır, ağzımız açık kendini dinletirdi.
“Aman aman sende” dedi kendine. “ nerden nereye ah işte bizimki geliyor gene. bugün; mavi takım. Güneş gözlüklü. O çok yakışmış.” O an içinden “ceymis bont gibi valla.” Sözünü geçirdi.” Herifte boy var maşallah tip de yerinde ‘bond’ çanta da var ve her zaman düğmeleri ilikli ceketin. Silahı da kesin belindedir.
Adam kendine yaklaşırken her halinden belli ediyordu ona baktığını. Yılışık bir surat, her an hazır emir eri gibi. İki simit çoktan hazırdı. O bunu düşündü mü bilmem ama dışarıdan bakıldığında maraton koşanlara yol kenarında su tedarik eden yardımcılar gibiydi duruşu.
Hızlı seri…
– Günaydın
– Günaydın abi…
-İki simit…
Arada para uzatıldı yaba gibi ellerin ortasına.
-Buyur abi…
Adam maratona devam eder ki bir sonraki tur ertesi gün 08.05.
…
Yılışıklığı bıraktı bugün “tarz değiştireyim” dedi. Beceremese de olanca isteğiyle yüzünü adamdaki ifadeye benzer, disipline olmuş bir asker gibi asmaya gayret etti. Güya ciddileşti. Liseden beri afili konuşmaları severdi. Eh, hayali de vardı astsubay olmak. Onca silahçılık oyunu oynamıştı köydeki bebelerle, hayali az mı terörist vurdu köyün sapa yerlerindeki yarı kayalık çalılık mevkilerde.
Durabildiği kadar dikleşti, adam günaydın dese; 560 simit, iki kutu krem peynirle emir ve görüşlerinize hazırız komutanım, diyecekti. Takım elbiseli adam istisnasız her gün gibi durdu tezgâhın karşısında.
– Günaydın
İşte ilk mutad eylem. Simitçi toklaştırabildiği kadar sesine diyaframından ayarı verip ilk cümleyi çıkardı. Tam da Ankara’nın zihniyetine uygun bir diksiyonla:
-Günaydın beyfendi hoş geldiniz. Buyurun.
Tepkiyi yok. “Allah aşkına o gözlükler ne şimdi. Tam da tüm tepkisini gözlerinden anlarım derken bu ne be abi. Olmadı ya.” Dese de içinden adamda değişik hiçbir belirti yok. Kuru bir ses tonuyla:
-Teşekkür ederim sağ olun.
“Oo, aynı derecede karşılık geldi. Demek sevdi. Ee, nasıl muhabbet edersen öyle muhatap olursun boşuna dememişler.” diye geçirdi içinden. Bunca zaman sonra ekstra sözler duyunca gururu okşandı Çorum’dan gelen, hafiyelik rüyaları gören ve karşısında hiçbir nedeni olmadan merak ettiği takım elbiseli adamın gizemine kapılan simitçinin… Ertesi gün için de kendinde daha çok güven hissederek konuşmaya ve birkaç cümleye ulaşmayı hedefleyerek tezgâhını topladı.
…
Güneş nisan zamanının en tatlı haliyle selamlıyordu tüm kuzey yarım küreyi ve Güvenpark ahalisini. Her zamanki yerinde taze, sıcacık, çıtır çıtır simitlerini tezgâhına sıralamış beklemeye koyuldu simitçi. Gözü meydandaki saate daldı. “Tam da zamanı birazdan görünür bizimki “ diyerek iç geçirmeye kalmadan takım elbiseli adam gözüktü öteden. Yine yüzünde güneş gözlükleri, sağ elinde “bond” çanta; üzerinde koyu gri bir takım ve takım içinde açık pembe gömlek; gömleğin üzerine ise bordo renk bir kravatla arzı endam ederek kendine yaklaşıyordu gizemli takım elbiseli… Hazırdı simitçi. Ses tonunu ayarlayarak olabilecek en ciddi tavrı da takınarak önceden hazır ettiği simitlerle adamı karşıladı.
-Günaydın,
-Günaydın beyefendi, nasılsınız bugün.
Bir an, takım elbiseli adam güneş gözlüklerinin ardından simitçinin bu sorusunu hazmederken süzdü bizim simitçiyi.
-Teşekkürler, siz nasılsınız?
“Bu işte, sonunda adam gibi muhatap olmuştu takım elbiseliyle ama aldığı bu ilk ciddi yanıtla heyecanına yenik düştü ve:
-Ne olsun abi, çok şükür halimize. Geçinip gidiyoruz.
Daha da getiremedi cümlenin sonunu. Nasıl da kızıyordu içinden kendine. Bu nasıl bir yılışıklık, bu nasıl kendinden geçiş. Bu nasıl bir ciddiyetsizlik… nasıl olur da kendini, heyecanına kaptırır takım elbiseli adamla bu derece sıradan bir muhabbete dalardı. O kızgınlıkla ve durumu kurtarmak için
-İki simit değil mi beyefendi?
-Evet
Uzatırken simitleri hala kendine kızgındı. Karşısındakinin neler düşündüğünü de kestirememenin sancısıyla sustu. Eline bırakılan parayı tüm gücüyle sıkarak hıncını paradan çıkarmaya çalıştı. Ama olmuyor ki o gözlükler varken gözlerini göremezken nasıl ikinci aşamaya geçecekti. İlla gözlük olmak zorunda mı? İlahi konuşup konuşmamaya devam edebileceğimin tek göstergesi gözler, adam da illa gözlüklü…
-İyi satışlar, kolay gelsin.
Diyerek uzaklaşan takım elbiseli adamın ardından titrek bir sesle “sağ olasın abi” sözü çıkıverdi. Kendine bir kat daha kızdı. Nasıl böyle boş bulunabildiğine hayret etti. Tak etti canına bu durum, boşlamayı çok istedi. Simitlerini bitirip de toparlanmaya başlarken öğlen vakti gelip çatıyordu. Güneş nisana özel tatlılığına devam ediyor, Güvenpark ha bire doldur boşalt yapan insancıklarını gölgeliklerinde barındırıyor, çaycının “çay var” sözü her metrekareye yayılıyor, çiçekçi hala bir tane bile çiçek satamadan oturuyor, Ankara’ya ilk kez gelen, taksicinin uzunca bir tur attırıp iyi para alarak parka bıraktığı eli sırt çantalı biri etrafına korku merak karışımı hislerle bakıyor; polisler parkın bir köşesinde öbek sohbette, metrodan çıkanların telaşı, yaya geçidinden onlarca insan trafiği günü de iyice sıradanlaştırıyordu. Tüm bunlar ve dahası simitçinin küçük dünyası dışında tüm hızıyla devam ederken tanıdık bir sesin kendine seslendiğini fark eden simitçi metro girişi yönüne dönünce köyünden bir tanıdığın, yılışık kocaman bir gülümsemeyle kendine doğru geldiğini görünce sabahtan beri ötelediği her şeyi en öteye attı.
-Kardaşımmmm!
Özlem dolu bir kucaklaşmanın tadını aldı simitçi. Hemen ardından soru yağmuruna dayalı sohbet başladı:
-Emmoğlu nassssın?
-Nasıl olak, bitti iş tezgâhı topluyodum, iyi yakaladın beni
-He ya, iyi oldu seni görmek.
-Gel oturak şuraya çay içek.
-Tamam emmoğlu…
-Ha, dur aç mısın tok musun de hele önce.
-İyiyim emmoğlu, yemeğe gerek yok ama çay iyi olur.
-Gel, gel hele… şöyle oturalım, bizim çaycı damlar şimdi.
-Sağ olasın emmoğlu…
Parkın gölgeliği güzel olan bir banka kuruldu iki köylü, simitçinin gözü çaycıda. Az ötede çaycıyı fark edince çağırmak için sağ elini havaya kaldırdığında, sağında her sabah simit sattığı takım elbiseli adamı fark etti. Takım elbiseli adam hızlı adımlarla yürüdüğü halde önünde ilerleyen kişileri geçmiyor bilakis sıkı bir takiple onların ardından yürüyordu. Takım elbiseli adamın önünde bizimkinden kısa kel biri, diğeri tıknaz bir diğeri de zayıf kır saçlı orta yaşını geçmiş üç takım elbiseli yürüyordu. Takım elbiselinin elinde yine “ceymis bond” çanta özellikle tıknaz olanın peşinden emin ve seri adımlara onu takip ediyordu.
-Kaç çay? Kaç çay?
Bir an karşısında çaycıyı gören simitçi bir irkilerek geriye doğru kaykıldı. Az da korkmuştu çaycıyı burnunun dibinde görünce. Elinin havada kalakaldığını da o an anladı ve usulca indirdi. Çaycı:
-Kaçtır söylüyorum ya çay içcen mi?? Duymuyon beni! Hayrola, bu hal ne, elin havada kaldın? Kime daldın, kimi gördün, tanıdık mı yoksa… seni seni gözün dışardı mı a senin hııı!!
-Yok la, ne gözü dışardası. Şu gidenler yok mu- takım elbiseli grubu gösterip- şu üçlünün ardındaki adam var ya, her sabah simit alır benden. Ciddi bir herif. Hiç de konuşmaz valla. Kaçtır konuşmaya gayret ederim, ağzından laf cımbızla çıkıyor. Yok çok da ayrı bir tip değil de nicedir dikkatimi çeker. Giyimi, kuşamı yerinde. Ne zamandır “günaydın, iki simit”ten başka da bir şey demez. Merklandımdı baya. Sabahın 8’inde hiç şaşmaz gelişi. Her gün farklı takım elbise ve elinde hep o bond çanta. Büyük memur galiba.
Çaycı:
-Bak emmoğlu, kısa olanı mühendiz, tıknaz olanı genel müdür, ak saçlı olanı da müfettiş. Bu üçü büyük işler yapar, her hafta mecliste büyük adamları görürler. Öyle selam sabahla çıkamazsın yanlarına. Harbi büyyyüüük adamlar- derken büyük sözünü vurgularken ellerini de kullanıp abartmasını ikiye katladı çaycı- Senin adama da gelince Yozgatlı. Adı da Recai. Genel müdürün odacısı mıydı, kapıcısı mıydı bilemedim şimdi… emir eri gibi bir şey yani. Devamlı müdürün çantasını taşır. Peşinden hiç ayrılmaz, koruması da olabilir. Pek konuşmaz evet, aman konuşsa ne diyecek. Etrafında o kadar “büyük” adamlar varken. Zaten devamlı bakanlığın içinde dura dura, her gün böyle tipleri göre göre maaşını takım elbiseye verir…
Daha da dinlemedi çaycıyı, simitçi. Kendine hayıflanmaya başladı. Ne olacaktı, diye kızıyordu kendine. Onca merak, onca gizem ve kendinin gözünde büyüttüğü durumları düşününce kızgınlığı artıyordu. Konduramadığı ise kendisiyle ilgili düşündüğü onca alçaltıcı halleri karşısında sırf takım elbiseli diye hiç tanımadığı birinde yüceltmesiydi. Çaycının hala bir şeyler söylediğini işitir gibi olsa da dikkatini vermediğinden çaycının dedikleri havada kaybolup gidiyordu. Gözleri, iyice uzaklaşan takım elbiseli adamın üzerindeydi.
Her sabah aynı boyda yüzlerce simidin bazısı az bazısı çok susamlı; bazısı gevrek bazısı yumuşak olsa da nihayetinde hepsi yuvarlak, kavruk hamur değil miydi? Ortalarında kocaman bir boşluk… İster az pişsinler ister çok hepsi bir fırının içinde var olmuyorlar mıydı? İşte sana Güvenpark koca fırın, kime ne paye verirsen ver ey simitçi, herkes aynı değil miydi? Hepsi de bir ananın evladı içlerinde koca bir nefis, ne bakarsın süsüne, boyuna, posuna…
Daha neler diyecekti kendine de kendinde olamayacak bir yerde, nisan güneşinin altında, Güvenpark’ın gölgeliğinde hiç yeri değildi bunların.
Mehmet Özcan Y.