SER/SERİ | Rafet Canpolat
Ayak izleriyle kaldırımları aşınmış bu kalabalık şehirde yine yalnızlığa terk edilmek bile kad/er. (Kadın/erkek)’in tuzağına çeker beni sinsice. Göbeğinde kızıl ay dövmesi bulunan bu şehrin asla ismini anmayacağım, “Bu şehir” diye geçiştireceğim.
Onunla birlikte şehre de aşık olunduğunu sonradan anlarsın. Ama onu terk ettiğinde şehir de seninle gelir sanırsın. Oysa şehirlerin ihanetini bilemezsin. İnanın bu şehir sürüm sürüm sürünmeyi benden bir adım önde hak ediyor. Bela zaten tek tek gelmez, gelirse hem ondan hem şehirden gelir. “Yeter artık!” diye bağıracağım da, şehrin gürültüsüne katkım olsun istemem. Bunca şeyden sonra gittikçe maçolaşan bu metropole kendimi kabul ettirmem için diplomaya gerek yok. Serseri ol yeter.
Bakın ne serseriler baş oldu. Ama ben dilimi bile koyvermedim, Ağzımdan çıkanın peşinden koşturdum, yıllarca kimseyi incitmeyeyim diye. Çok geç saatte eve dönüşüm normal gelir, erken dönüşüm korkuturdu annemi. “Hasta mısın?” diye sorardı. Ben her daim mükemmeliyetçiyim, yaptığımın en iyisini yaparım. Yani serseriliğin de sınırını bilirim. Neden ben böyle olunca herkes akıllı olur? Yoksa herkes zaten akıllıydı da ben mi bilemedim? Bendeki anormallik ne ola? Uzak da olsa davulun hakikatli sesi korkunç gelirdi bana, yine de layığım bu oldu baksana. Koca şehir büyük bir dev gibi uyurken ben sinek gibi vızıldar dururum bu saatte iyi mi? “Sen özel bir serserisin oğlum” desem iç sesim bile duyulur bu sessizlikte. Belki ikinci ben yok, ama in şehrin kalbine düzgün düşünen yok neredeyse, herkes olmuş bir serseri. Biri de ben olsam ne fark eder.
Galiba ben özelim; sabahın köründe bu kaldırım taşlarına aranızda “Beni tanıyan var mı?” diye soran biri özel olmaz mı? Biri çıksa “Köpek gibi sürünüyorsun be adam!” dese etrafta gösterecek köpek bulamayacak bu saatte. İnsanlığı hiçe sayan bu mezar soyucu düzende, cahil gece bekçisinin bana “Akıllı ol oğlum!” demesi, bunca ters gidiş içerisinde bana koyan bir şey olmadı şimdilik.
Bir bilebilseniz, nasıl tutunmuştum ismini anmadığım bu şehrin, son gecekondu evlerine. Aslen bu şehrin kurucularındanım, ama yiyecek ekmeğim, başımı sokacağım bir evim bile yok. Serseriliğe delalet değil de nedir bu? Ben de daha dün herkes gibi dişimle, tırnağımla çabalardım karın doyurma adına. Sabahın erinde metro yağ gibi kayarken ben de metroda sıcacık ekmeğimi yiyordum, kahvaltı tadında. Kayaş ile Sincan arası git gel Konya altı saat, gider gelirdim. Biri vardı genç düzgün bir çocuk, o da benle gider gelirdi. Bir gün sordum “Sen ne iş yaparsın?” diye. Meğer akıl hastasıymış, Natoyolu’nda otururmuş, adam ineceği yere karar veremiyormuş zavallı. İyilik söylenmez, ama dolmuş parasını verdim ve Demirkapı’da indirip bugünlük ring döngüsünü sonlandırdım. Demek istediğim bu kadar da mert ve iyilikseverim. Çok kişi paralarını kapıp ceplerine teperken, ben üç beş tane kağıt paramı yıpranmasın diye cüzdanımda saklar, bozuklukları ayrı tutup vicdanımı harcardım. Devletim de kazansın diye fişimi mutlaka alır kaçakçıya göz açtırmazdım. Kimse bilmez on yedi ağacın yandığı orman yangınının benim çıkardığımı. Ama ben vicdanımı kefaleten bırakıp paçayı sıyırmıştım o gün. Günü geldi gönüllü olarak üç bin ağaç ekiminde yerimi alıp vicdanımı rehinden kurtarmıştım. Can havliyle iki yüz ellisini ben ekmişim iyi mi? Yani bu memlekette bir dikili ağacım olmayabilir. Eğer yanan on yedisini düşersek iki yüz otuz üç adet kırk beş yaşında ağaç katkısında bulunmuşum bugüne kadar ekmeğini yediğim memleketime. Bunlar bir yana, sonuçta yine bu şehrin sokaklarına düşmüş, ama öpülmedik bir tek kulağımın arkası kalmış, tecrübeli bir serseri olarak yaşayıp gidiyorum. Bu şehrin kucağına düştüğüm halde halen küsüm. Çok şeyler öğrenmeliyim tez ayaktan. O eski insanların çoğu gitmiş nüfus yenilenmiş sokak söylemleri değişmiş. Şehir o kadar kalabalıklaşmış ki eskiden neredeyse şehrin yarısını tanırdım, geri kalan yarısı da beni tanırdı. Yeni nüfus kim kime dum duma. Gerçekten beni serseri biliyorlar, bu da işime gelmiyor değil, şimdilik.
Bu şehrin kurtuluş parkı olmasaydı kimse kimseden yakasını kurtaramayacak sanki. Sanırım ilk ben olmayacağım, Kurtuluş parkında, kurtuluşa eren.
Ey dev şehir! Ne kadar büyürsen büyü, en az elli tur atmışımdır sana. Seni de onu da çok sevdim, çok. İyiydiniz hoştunuz, güzeldiniz. Ne kadar sevdimse o kadar uzaklaştınız. Biriniz ay biriniz güneş ama düşman gibi bana müttefiktiniz ve beni yendiniz. Ben de kendi başıma devlet oldum, sokaklardan sorumlu. Herkese adak yerleri kutsal gelirken bana hep sabahçı fırınları kutsal gelir. Böyle mübarek bir koku olur mu? Uykusuzluğun sırrına ermiş fırıncı da benim gibi cin, sabahın köründe gözü fırındaki alevi aynalıyor bana. Mübarek kürekle cehennemlikte kaçırdığı ilk ekmeği direk küreğin üzerinden elinin tersiyle bana gönderiyor. Elimde kağıt para varken, “Bi siftah at gitsin” diyor. Yirmi beş kuruşu bırakıyorum mermerin üzerine. Katık aramıyorum, yediklerime sayıyorum. Zaten az yiyen çok yaşar. Boğazdan geçen yemek debisi ile ters orantıdır hayat. Çok yemek az hayat az yemek çok hayat demek. Fırıncı bir kaç sabah beni görünce tanıdık gibi karşıladı hani. “Ucundan tutabilirsen yukardan bir çuval un indireceğim” dedi. “Olur” dedim ve yukarı çıktık, ayakkabılarımı çıkaracakken
“Yo yo çıkarma”
“Halı!”
“Boş ver halıyı, öldü, nerden görecek ki”
“Karın öldü ha?”
“Öldü.”
“Allah rahmet eylesin.”
“Yok, oraya basma, yok, buraya basma, nedir ya bu. Şimdi göre göre basıyorum, hadi bakalım netcen.”
Anlaşıldı. Bu da benim gibi serseri hem de orijinal. Hoşça kal demeden uzaklaşıyorum oradan. Sessizlik uzaktan görünen bir aracın uğultusuyla bozuluyor ve yanımda bitiveriyor. Sıfırdan toplanmış vişneçürüğü şahin taksinin dört kapısı birden açılıyor ve genç şoför dört sarhoş hayat kadınını saman yığını gibi önüme yığıp gazlıyor. Serserinin istediği bir kadın, Allah verir dört kadın. İş öyle değil işte. Ne olursan ol önce insan ol. Harem mi kuracaksın oğlum. Bütün kadınların üzerindeki toplam bez parçası yarım metreyi geçmez. Sabah da bayağı serin. Üstümdekileri çıkarıp çok üşüyene kapatsam onların yerine, ben cılbanacağım.
Neyse, sarhoş üşümez diyorum. Ellerini uzatıp kendilerini kaldırmam için bana yalvarıyorlar, ne hakla? Sanki sabaha kadar beni eğlendirmişler. Yanlarına oturup onlardan yardım dileyesim geldi. “Önce ben sizi kurtarayım, sonra da siz beni kurtarın olur mu?” diye giriş yapma düşüncemden, anlık farklı konuşmaya geçen bu edebi röveşatama kendim de şaşıyorum. Bu yoklukta bir anda çok kadına kavuşmak böyle afallatıyor.
Yokluk insana neler yaptırmaz ki. “Bakın hanımlar, önce ne oluyoruz, nerden gelip nereye gidiyoruz? Benden ne gibi bir yardım bekliyorsunuz, size nasıl yardımcı olabilirim?” dedim. Ama dediğimden hiç bir şey anlamadılar. Hep birlikte konuşmaya çalışınca hiçbir şey anlaşılmadı. Sonra kendi kendime diyorum ki ” Oğlum ne anlamaya çalışıyorsun? Kadınlar kaldır bizi arabaya at götür de nereye götürürsen götür diyorlar.” Sonra oğlum serseri olma alıp bunları gariban anama götürüp “Ana! Kız şunlara bir yer yatağı seriver de uyusunlar. Görüyorsun kızlar çıplak yorganları kalın olsun biraz emi!” diyeceğim öyle mi? Vallah kusura bakmasınlar nerde soyundularsa orda giyinsinler. Dur oğlum kız ağlıyor lan. İşte beni yüreğimde vuran sahne…
Oldum olasıya kadınların gözyaşlarına dayanamam. İstedikleri şeyleri yaptırmak için olsa bile çok inandırıcılar. Zaten ben gözyaşlarının altında tuz arayan adam değilim. Dizini tutarak ağlıyor. Serseri takındığım kılığımdan sarkan gömlek ucuyla önce kızın gözyaşını siliyorum ve ıslanan gömlekle kanayan dizindeki tozları temizliyorum. Öpüp “Bak ağrın geçti” diyorum içimden. Beni adam yerine koyup şikayetlerini sıralıyorlar “Biliyor musun insanlar çok hain ve alçaklar.” “Bak bunu bilmiyordum” diyorum. Sonuçta kadınları tek tek ayağa kaldırıyorum ve yol kenarı bariyerlerine oturtarak sabah siftahı için müşteri bekleyen hayat kadınları pozisyonunda diziyorum. Ardından onlara tarihi bir laf sokuyorum. “Bakın bayanlar sakın bu saatte normal birini beklemeyin, ben de onlardan biriyim” diyerek. Bütün yakarışlarına el sallayıp uzaklaşıyorum.
Bazı yaşamışlıklarımın bana anlatmaya çalıştığı hakikatli mesajlarda Allahın her işe direk müdahil olmadığına kanaat getirdim. Mesela burada bulunmam tamamen benim akıl yürütme biçimimle ilgili. Bu düşüncem tutsaydı çılgınca bir hayat sürecektim; tutmadı ve burada olmam gayet doğal bir sonuç. Esas örnek de bu hikayeyi cep telefonumdan masumca ve heyecan duyarak hızlı hızlı yazarken çok ama çok küçük bir üvez sineği sıkışıverdi parmağımla ekran arasına. Ona göre o kadar büyüktüm ki görmemle basmam aynı anda oldu zaten. Vıcığı çıkan talihsiz sineğin astronomik zamanlama olasılığının standart sapmasıyla birlikte belki de iki A4 sayfasını doldurabilecek bir olasılıklar ve tesadüfi formülasyonu neticesinde, bilimsel hesaplamayla ebediyete intikali yaratıcıya ne derece güç. Bana ne derece acı ve keder katar, inanım aklım burada kendini aşıyor. Tek bildiğim canlı ölüm türlerinden ölümlü kazalar kategorisi içerisinde trilyonda bir denebilecek bir ölümlü. Kaza örneği bu devasa uzay boşluğunda, hem de gözümün önünde gerçekleşmiş oldu.
Ne kadar basit değil mi? Neredeyse zerre kadar kalbin durdurularak, can veriliş biçimiyle yaradanın aynı oranda büyüklüğü ve bu tarif edilemez büyüklüğün şanı bile yan yana gelmemesi lazım, ama canı alan da veren de O değil mi?
Bir diğer bakış açısı, ölümün en son teknolojisi olan bir cep telefonu ekranı üzerinde gerçekleşmiş olması, bu meseleye post modern bir bakış açısıyla bakmayı gerektirir. Normalde benim gibi bir serseri tüm bunları “Dünya hali” diyerek bir kenara bırakıp o kadınlara ne oldu acaba demeliydi öyle değil mi? Dedim ya benden ne adam ne de serseri çıkmaz. Sevgilerimle.
Rafet Canpolat 19/07/2020 Bursa