Eski Yıllar | Hüseyin Evcil
Arşivimden
tozlanmış bir fotoğraf paylaşırken heyecanlanıyorum. Heyecanlanmamak insanın
elinde mi ? Kontrol dışı bir durum.
Gözlerim doluyor. Düşüncelerimin rotası değişiyor.
1976 yılı. Tire
Endüstri Meslek Lisesi, Ağaç İşleri Atölyesi, Makine Dairesi içerisinde
çalışmakta olan, geçerli – güzel bir mesleği benimsemiş olan, birbiriyle
uyumlu, % 100 pozitif, temiz yürekli birkaç insan.
Hemen yan taraftaki
düz liseye devam edebilirdik ama etmedik. Tire Erkek Sanat Enstitüsü ismi ile
bildiğimiz bu köklü okula kaydımızı yaptırdık ki, üniversite sınavını kazanamaz
isek, ileride sıkıştığımızda, elimizde, karnımızı doyurabileceğimiz bir
mesleğimiz olsun. Belki, fabrikalara girebiliriz, teknik eleman olarak. Belki,
Tire Sanayi Sitesi ’nde kendi dükkanımızı açabiliriz. Neden olmasın ? Böyle
düşünmüştük. Düşüncelerimizde haklıydık.
Atölyelerde, kol
gücü gerektiren işler, yerine göre ağır işler bulunması nedeni ile sadece erkek
öğrencilerin alındığı ve eğitim verildiği üç yıllık TİRE ERKEK SANAT ENSTİTÜSÜ
: Günün birinde tabelasını değiştirip, Tire Endüstri Meslek Lisesi oldu.
Aslında tabelaya
müdahale edilmesinin mantıklı bir gerekçesi yoktu.
Bu arada, okula ilk
kez, dört kız öğrenci kabul edildi. Böylece ilçemizde kuşaktan kuşağa geçen
geleneklerden biri çiğnenmiş oldu. Müdürümüz, Tekin Duran idi.
Okul yönetiminin
özel izni ile, Öğretmenler Odası ’ndan anahtarı alıp, geceleri, hafta sonları,
sömestr tatilinde atölyede tek başıma çalışıyordum. Geç saatlere kadar
kalıyordum. Merak, yatkınlık, sevgi. Başka ne olabilir ? Gündüz mesaileri
kesmiyordu, yetmiyordu.
Yorulmazdım. Hiç
oturmazdım. Her tarafa koşarak giderdim.
Mezun olduktan
sonra, üniversiteyi düşünmedim. Sanayide, Kaçmaz Mobilya isimli dükkanda, Fevzi
Kaçmaz ’ın yanında kalfa olarak bir yıl çalıştım. Ceviz ve gürgen türünde
kusursuz mobilya grupları çıkardım. Seri biçimde, İskandinav koltuk takımları
yaptım.
Fakat vücudumdaki
alerjiyi öyle şiddetli geçiriyordum ki, hekimler, marangozluğu bırakmam
gerektiğini söylediler. Ağacın kokusu, tozu dokunuyordu. Zımpara, cila, vernik
dokunuyordu. Her tarafım kızarıyor, yaşamım alt üst oluyordu.
Okulda aldığım
eğitimin sonucunu, yani semeresini dışarıda pek göremeyeceğim anlaşıldı. Bir
süre sonra da askere gittim.
Fotoğrafın
açıklamasını şöyle yapabilirim.
Ayakta duranlar (fotoğrafın sağından soluna doğru) :
Sabahattin YÜKSEK / Usta yardımcısı (bıyıklı)
Kemal SEZGEN / Atölye Şefi – Meslek Öğretmeni
Engin SUCU / Öğrenci
Hakkı DERMAN / Usta – Döner Sermaye siparişlerinden sorumlu (beyaz gömlekli)
Hüseyin EVCİL / Öğrenci (bıçkı makinesinin önünde, eski iş gömlekli)
Öne çöken üç arkadaş ise (sağdan sola doğru) :
Yusuf ASMA / Öğrenci
Çetin ÇELEBİ / Öğrenci
Ali GÜNDEM / Öğrenci (pantolonu geniş paçalı arkadaşımız)
Keşke, fotoğraf karesine diğer değerli öğretmenlerimiz ve
diğer öğrenci arkadaşlarımız da girselerdi. Apar topar, kim çekti, nasıl oldu,
şimdi anımsamıyorum ? Çünkü, üzerinden 44 yıl gibi uzun zaman geçmiş bulunuyor.
Koskoca 44 yıl.
Bir şiirimde :
Şu yıllar nereden gelip, nereye akar ?
soru dizesini yazmıştım.
Mustafa Karaaslan, Vehbi Efesoy, Ekrem Satıcıöz isimli
öğretmenler fotoğrafta yoklar ve fotoğraf bence eksik kalıyor.
Ekrem Satıcıöz dışındakiler, Mustafa bey, Vehbi bey, Kemal
bey, Hakkı bey (Tire, Çevre Yolu ’nda oturan emekli öğretmen
Süleyman Derman ’ın babasıdır) hep rahmetli oldular. Mekanları Cennet olsun.
Hocalarımızı kaybettik. Onların aramızdan ayrılmasıyla boşalan
makamlar dolmadı. Hem okuldaki yerleri, hem toplumdaki yerleri dolmadı.
Demek ki, onlar, gerçekten özel, onurlu, yetenekli, aydın,
sıcak, sevgi dolu eğitimcilerdi. Çelikten daha sağlam duruşlara sahip
insanlardı. Okulu büyüten, yücelten, öğrencilere sevdiren onlardı.
Bugün deliler gibi özlesek de, geçmiş, şimşek hızıyla geçti
gitti. İzlemeye doyulamayan bir rüya gibi.
Anlamlı rüyalardan uyanmamak vardı ama uyandık. Başka
seçeneğimiz yoktu.
Sonra yaşamın önceden içini göremediğimiz tünellerine daldık.
Dalış o dalış.
Her mezun, bir yerlere intikal etti ya da sığındı. Her mezun,
bir yerlerde kendi düzenini kurmaya çalıştı.
Sonuçta, helal ekmek uğruna, yıllarca birbirimizi göremedik.
Birbirimize sarılamadık. Birbirimizden haber alamadık.
Okul arkadaşlığı önemli. Asker arkadaşlığı önemli. Öğretmen
öğrenci ilişkisi zaten önemli.
Okul, ikinci evimizdi. İkinci evimizi seviyorduk. İkinci
evimizde mutluyduk.
Okul dışında ister istemez korkular da yaşardık. Kahvehaneye
adım atamazdık. Ceketimizin, gömleğimizin düğmelerini açamazdık.
Öğrenci, yollarda düzgün yürümek, insanlarla düzgün konuşmak
zorundaydı.
Kitaplarımızı, defterlerimizi mutlaka kap ile kaplardık.
Kaplamayan öğrenci, öğretmenlerden fırça yerdi.
1970 ’li yıllarda öğretmen, öğretmen gibi davranırdı. Öğrenci,
öğrenci gibi davranırdı. Disiplin ve saygı vardı. Doğal bir saygı. Kimse ezik
değildi, kimse ikinci sınıf vatandaş değildi. Aynı zamanda anlayış ve destek
vardı. Birimizin problemi, sıkıntısı, hepimizin problemi, sıkıntısı gibi
düşünülüyordu. Sınıfta adeta seferberlik başlatılıyordu.
Eski öğretmenlerimizi, uzaydaki kuyruklu yıldızlara
benzetebiliriz, güçlü lokomotiflere benzetebiliriz, büyük çınar ağaçlarına
benzetebiliriz.
Kaybettiğimiz büyüklerimiz, sıklıkla anılmayı, samimi duaları
hak ediyorlar.
Aklıma geldikçe yüreğim sızlıyor. Kuşlar gibi uçup gitmiş
olmaları dokunuyor.
Dünya, malum konaklama alanı. Her şey gelip geçici. Fakat
iyilikler, kötülükler kalıcı.
İnsanlar unutsalar bile, ilahi sistem, düşünceleri (niyetleri),
eylemleri unutmuyor. Atlamıyor. Kaydediyor.
Ve önemli bir şey daha söyleyeceğim. Yukarıda isimlerini
belirttiğim insanlar, hala öğretici insanlardır. İç dünyalarımızda onlar emekli
olmadılar. Bizler, hala onları izleyen, hala onlardan öğrenen öğrencileriz.
Çok şükür, manevi bağlarımızı canlı tutabiliyoruz. Çünkü, o
günlerin ağırlığını, rengini, ahengini bir çelenk bırakır gibi, ortak ufkumuza
birlikte monte ettik.
Bu arada, acı bir gerçeği görmeliyiz ki, şimdilerde, ülkemizin
milli eğitim sistemi çatladı, çöktü. Çöktürdüler.
Günümüz itibariyle, okullarımızda öğretmenlik ve öğrencilik
öldü (bence). Saygınlıklarının kalmadığını
kastediyorum.
Dönem bitiminde kendisine verilen karneyi buruşturup çöpe
atan, ders çalışmadan sınıf geçebilen, kitap okumayı terk eden ya da unutan,
dergi ve gazete okumayı terk eden ya da unutan, dilbilgisi kurallarını
önemsemeyen, mektup yazmayı bilmeyen, kütüphaneye adım atmayan, ezan okunduğu
sırada, kendi dinlediği ve çevresine zorla dinlettiği tırmalayıcı müziğin
sesini azaltmayan, sigara üstüne sigara içen, nargileyi seven, alkolü seven,
küfürlü konuşmayı seven, yerlere tükürmekte, yerlere çöp atmakta bir sakınca
görmeyen, biriyle buluşmasında bağıra bağıra, oha, aynen, lan, kanka gibi itici
– gereksiz sözcükleri tekrarlayıp duran, kedilere ve köpeklere işkenceler
uygulayan, haftada bir sevgili değiştiren erkeklerin ve kızların sayısı günden
güne çoğalmakta
(bazı
günümüz lise öğrencilerini ve bazı günümüz üniversite öğrencilerini
kastediyorum).
Soruyorum : İnişli çıkışlı gidişata, çözülmeye, kopuşa,
korkunç boyutlara ulaşan yozlaşmaya kim dur diyecek, kim sert uyarıda bulunacak
? Gençleri gerçek anlamda kim sahiplenecek ?
Artık evlerde ebeveynlerin nazik sözleri geçmiyor, okullarda
müdürlerin, öğretmenlerin sözleri geçmiyor. Akrabaların, dostların sözleri
zaten geçmiyor.
Kimlerin sözleri geçer, kimlerin anlatımları etkilidir,
bilmiyorum ve merak ediyorum ? Okula giden çocuğum yok, yine de merak ediyorum.
Anlaşılıyor ki, sözlerin sıkıştığı, ezildiği, işe yaramadığı
günlerde yaşıyoruz.
Zor günler. Kıyamet kışkırtıcısı günler.
Sözcükler, cümleler olmadan, tasarılar, öneriler olmadan nasıl
yaşanabilir, bir şeyin anlamı ve değeri nasıl yakalanabilir ? O da ayrı bir
tartışma konusu.
Nereye kadar gider bizim bilgi fakirliğimiz ve kural tanımama
alışkanlığımız ?
Doğru ve sağlıklı düşünmek diye bir dersimiz olmalı bizim.
Neyi, nasıl düşüneceğimize özgürce ve bilime ters düşmeden karar vermeliyiz.
Kim ne derse desin, kim ne yazarsa yazsın, genel durumumuz iyi
değil. Toplumsal bilincimiz ve psikolojimiz tehlikeler yaratıyor.
Cumhuriyet Gençliği, Atatürk Gençliği, Türk Gençliği gibi
kavramların içleri boşaldı.
Gençlerimiz, tüketim hastalığı ile kuşatılıp (bence),
yumuşak biçimde dönüştürüldü ve yeni ismi ile
-} TELEFON GENÇLİĞİ oldu.
İnternet oyunlarını, dizileri, maçları, arabesk müziği, pop
müziği, marka eşyaları, akrepli – ejderhalı ya da saçma sapan dövmeleri, yırtık
giysileri, büyük kol saatlerini tercih eden, büyük güneş gözlüklerini tercih
eden, bunların insan yaşamını zenginleştirdiğine inanan, çevreye karşı
kişilikli bir görüntü, mücadeleci bir görüntü, üstün bir görüntü verebilme
kaygısıyla ve amacıyla her türlü yatırımını bir yerlerden borç – harç alarak
bunlara yapan ama muhtaç bir akrabasının sağlığını, halini, hatırını,
ihtiyacını yıllarca (hatta onun
ölümüne kadar) hiç
sormayan, aile büyüklerinin kökenlerini bilmeyen, mezarlarının nerede olduğunu
bilmeyen, Osmanlı İmparatorluğu ’nun nasıl yıkıldığını, Türkiye Cumhuriyeti
’nin nasıl kurulduğunu öğrenmeyen, tarihini araştırmayan, geleceğini
düşünmeyen, Türk Toplumu ’nun kandırıldığından, sömürüldüğünden, geriye
götürüldüğünden, yaşam enerjisinin çalındığından habersiz, haberi olsa da
umurunda bile değil, iradesi zayıf, tepkisi zayıf, yarın daha da zayıflayacağı
anlaşılan, hayal kurmayı beceremeyen, çok daha önemlisi, gelenekleri, görgü
kurallarını, trafik kurallarını zerre kadar tınlamayan sorumsuz öğrencilerimiz,
sorumsuz gençlerimiz var bugün.
Hazırı tüketmeyi seviyorlar, motosiklet ile yollarda
dolaşmayı, hız yapmayı seviyorlar, olmadık yalanlarla, karşı cinsin önünde
acayip roller yapmayı seviyorlar.
Öne çıkarılan çoğu şey, vitrinde dekor. Öne çıkarılan çoğu
şey, yapmacık.
Doğal yürütülen, dürüst yürütülen bir şey göze çarpmıyor. Emek
yok, üretim yok.
Yokluklardan dolayı küçücük bir endişe bile oluşmuyor.
Ellerimizde büyüttüğümüz, gözlerinin içine baktığımız
öğrencilerimiz ve gençlerimiz. Öğretmenleri ile alay eden, öğretmenlerine
hakareti ve şiddeti reva gören öğrencilerimiz ve gençlerimiz.
Nereden nereye geldik ? Nasıl geldik ? Yavaş yavaş, 40 yılda,
bu sevimsiz noktaya ulaştık.
Birileri kaleye sızdı, kale içini uyuşturdu ve teslim aldı.
Kaledeki kutsal malzemelerin teslim edildiğinin bilincinde
miyiz ? Hayır, değiliz. Çünkü, hala uykudayız.
Uyanabilecek miyiz ? Çok zor.
Gerçek suçlular, sorumlular kimlerdir ? Güzel soru. En güzel
soru.
Sorunun yanıtı kısa : HERKES !
Herkes suçlu, herkes sorumlu.
Faturalar herkes tarafından ödenecek. Küçük bir bölümü zar zor
ödendi. Büyük bir bölümü ise, duruyor.
Acaba tünelin ucunda beyaz ışık var mıdır ? Umarım vardır.
Gelecek kuşaklarımızı korumak adına, kötü örneklerin üzerine
cesaretle gitmeliyiz. Uyarılması gereken insanları derhal, kibarca uyarmalıyız.
Belki utanırlar. Belki mahcup olurlar. Belki değişmek için çaba gösterirler.
Dünyaca ünlü Fransız yazar Honore de Balzac ’ın şu konuşmasını
unutmayalım :
– İnsan,
göre, göre, göre,
yaşaya, yaşaya, yaşaya,
hissede, hissede, hissede,
yapılan bütün kötülüklere alışır. Kötülükleri onaylamaya
başlar. Sonunda kendisi de çekinmeden kötülük yapabilir. Hiç durmadan, utanç
verici ve sonu gelmeyen uzlaşmalarla lekelenen bir ruh ; pörsür. Asil
duyguların ve saf düşüncelerin zembereği paslanır. Zıvanalar kontrolden çıkar,
kendi kendine döner. Daha sonra, o insanın karakter yapısı gevşer.
Anlayabiliyoruz ki, problemlerimiz pek çok. İşimiz, başımızı
aşkın.
Aynaya bakalım ve görelim. Sokağa bakalım ve görelim. Uzaklara
bakalım ve görelim.
Karanlık manzaraların zeminden nasıl kaldırılabileceğini,
aydınlık manzaraların zemine nasıl yerleştirilebileceğini düşünelim (mümkünse).
Tüm kesimlere yayılan bilgi kirliliği + Yerlerde sürünen
romantizm + Sevgiden yoksun, soğuk insan ilişkileri + Paraya tapınma.
Bunlar, sırtlarımıza yapışıyorlar, fırsat buldukça bizleri
tartaklıyorlar.
Dik durmaya devam edeceğiz. Yalnızlığımızı yoğun yaşamaya (maalesef)
devam edeceğiz.
Elimizden geldiğince :
Direneceğiz. Direneceğiz. Direneceğiz.
Yazan ve paylaşan /
Şair Hüseyin Evcil
Tire, 15 Mayıs 2020