Özür dilerim cümlesi insani bir kavramdır; dileyeni yüceltir | Bedros Dağlıyan
Elim yüreğimde hatta elimiz yüreğimizde geleceğin, o değmemiş pir-u pak geleceğin renkli ışıltılar ve şenliklerle bizi karşılamasını bekliyoruz. Geçmişimizde saklanan gölgelerin o hüzünlü siluetlerinde beklediği gibi; bekliyorum, bekliyoruz… Neyi beklediğimizi bilmeden Estragon ve Vladimir nam kişiler gibi bekleyeceğiz godot’un gelmesini… Onun gelmeyeceğini, hiçte salaha eremeyeceğimizi biliyorum; hepimiz biliyoruz lâkin yine de beklemenin o muhteşem hazzını yaşamanın göz alıcı mutluluğunu kıpır kıpır hareket eden yüreğimizde ve ürperen tenimizde hissetmeyi seviyorum, seviyoruz…
Her yılın başından itibaren görünmez bir sesin tinimizi ele geçirişini bizi mükemmel bir gelecek için hazırlamasını bekliyoruz. O sıkıntılı endişeli bekleyiş aslında ruhumuzu esir almış ve biz gözümüz bağlı, gönlümüz bağlı geleceğimizi başkalarının ellerine terk etmiş ancak bunun farkına varamadan zaman geçiriyoruz… O ânı, o bizi derinden sarsacak, saracak hepimizi birden kinden, nefretten kurtaracak zamanın gelmesini bekliyoruz. Hepimiz ufukta kara göründü denmesini bekleyen açık denizlere, bilinmeyen denizlere açılmış geminin mürettebatı, tayfaları gibiyiz; şapkalarını havaya atıp ‘hurra’ diye haykırmayı bekleyen…
Bunca geçen hayatımda çok özür diledim. Lâkin dileyenine az rastladım. Oysa özür ne insani bir değerdir bilirim, bilirsiniz. Dileyeni yücelttiği gibi dileneni de gönendirir… Etrafımda olan bitenin hep farkında olan biri olarak insanları çokça gözledim, gözlemledim. İnsanların zaaflarını ve onların bu zaaflarından, zayıflıklarından faydalanan, onların acizliklerinden pay çıkaran sefilleri hep gördüm ve gördüklerimden hep korktum.
Civarımdaki ailelerde erkekler hiç özür dilemezlerdi. Ne dövdükleri kadınlarından ne de çocuklarından… Çocuktum; etrafımdaki erkeklerin, babaların çoğu nobran ve sertti; şefkatse hiç yoktu diyebilirim. Babaların, babamın eşlerini dövdüklerini, tartakladıklarını; onlarınsa bunu tevekkülle kabullenişlerini hatta “erkektir döver de sever de” diye söylerken kendilerini ve etraflarını buna inandırma gayretlerini inandırma gayretlerini, bilincimin çok erken olgunlaşmasından ötürü hep hissettim. Ancak onları hiç anlamadım, anlayamadım. Hayır, dövenleri değil dayak yiyen ve bunu sineye çekenleri hiç mi hiç anlayamamıştım. Şimdi anlıyorum.
Eğitim sistemimiz, adet, adap, gelenek ve göreneklerimiz hep güçlüden yana, ezenden yana şekillenmiş. Bunca geçen asırlarda hep devlet ve devletin başında bulunan erk yüceltilip, gönendirilmiş; çocukların eğitimleri ona göre şekillendirilmiş… Devlet yani kutsal erk çok hata yapmış, hatalarında ötesinde çok ‘ah’ alıp çok katliam yapmış. Dağlar, bu baskı ve zulümlerden dolayı hakkını yükseklerde arayan eşkıyalar! Yiğitlerle dolmuş… Başka türlü davranmayı bilmediklerin, bilemediklerinden onlar da ayrı baskı unsuru haline geldiklerinin farkına varamamışlar. İşin kötü tarafı devletin bu baskıcı, korkutan, süründüren tutumu kimselere anormal gelmemiş; şimdilerde olduğu gibi…
Bütün devletler bir çıkarcılar ordusunu başa geçirenlerce kurulmuştur. “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksiniminden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir…”(DEVLET VE DEVRİM- V.İ.LENİN)
Türkiye’de ulus devletin kuruluşu ne yazık ki diğer halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını elinden almış ve bununla da kalmayıp bu coğrafyayı kanla, cesetlerle doldurarak tam da Kemalist ideolojinin savunduğu üzere ‘biz bu toprakları kanla kazandık, kimselere vermeyiz’ söylemindeki gibi davranmıştır. Sadece kanın kimden aktığı gibi bir durum vardır ki; o da o kadar önemli değildir. Maalesef 1. Dünya savaşı arifesinde milliyetçilik rüzgârı tüm dünyayı sarmışken bunu ilk yaşayan Ermeni halkı bunun sancısını ve hep yaşamış ve o sırada egemen sınıf olan Türklerin de milliyetçilikten nasibini alması dolayısıyla bu garabet yaşanmıştır. Bu sırada doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgesinde Ermenilerin hem derebeyi Kürtlere hem de padişaha çifte vergi vermelerinin sonucu olarak hoşnutsuzluk, dertlerini anlatamama sorunundan ötürü isyanlar patlayınca da İttihatçılar bundan faydalanmıştır. Ulus devleti kurarken de ekonomik yönden güçlü olan Ermeni, Rum ve Süryani halklarının mal, mülk ve altınları bu devletin kuruluş ve kurtuluş sermayesi olurken Hristiyan halklarsa tehcir ve katliama maruz kalmışlardır.
Bu durum yıllarca yok sayılmış, ötelenmiş hatta aslında onlar bizi katlettiler gibi dehşet yorumlar yapılmasına yol açmıştır. Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, Rumlar yıllar boyu suskun kalarak, benliklerinde oluşan travmayı zihinlerinden atmaya çalışmıştırlar. Şaşkın ve ürkektirler. Yıllar boyu sadık, sanatkâr ve üretken bir milletken âdeta gelen ölüme inanamayan gözlerle bakan kurban durumunda kalmışlardır. Hatta padişahımız bunun farkına varacak ve bize hakkımız teslim ederek özür dileyecektir diye bir ümit bekleyeceklerdir de. Yıllarca bunun olacağı günün hayalini ve umudunu taşıyarak…
Ermeni, Süryani ve Ezidi halkları halen Godot’yu beklercesine bir umutla beklemekte bu ümidi gelecek zamanlara taşıyarak o son umut kırıntılarını da tüketmektedirler.
Özür dilemek; dileyeni yüceltir ve büyütür; insani bir durumdur unutmayın…
Kaynak: Halkın Nabzı Gazetesi, köşe yazısı
———-