Sana Gelişim | Bircan Gabriel
BİR DELİ’NİN MEKTUPLARI
Bunu biliyorsun. Ah, sana can damarı olmak için gelişim iç kavgalarımı bağırıp çağırarak yendiğimde olur.
Gelirken sana, iki koca kıtayı, Afrika ile Asya’yı birbirinden ayıran, o Kızıldeniz hiç olmak istemiyorum. O olsam, ne Musa’nın asasıyla beni yarıp geçmesine göz yumarım, ne de üzerimden kıvrılarak geçen kum fırtınasına aldanan, Firavun’un sularımda boğulmasına razı olurum.
Kızıldeniz kendisine meydan okuduğumu bilsin diye hemen yanı başında nazlı nazlı akan bereketli Afrika’nın sihirli suyu, Nil olup sana geliyorum. Gelirken, Mısır, Sudan, Ruanda, Kongo, Uganda, Etiyopya’nın acılarına ait ne varsa hepsine şahit oluyor, biriktiriyor, içime atıyorum. Yüreğimi kılıfından çıkarıp asuman asuman inleyip naz olup bitiyor, lll Napolyon’un Şeytan Adası’nda fosilleşip kehribara dönüyorum.
Gelirken sana, antik şehir Tanis’de, ruhumun derinliklerindeki terörü harekete geçirsin diye romantik Beethoven’ın armonilerini dinliyorum. Belimde tabancam, Marco Polo’nun hiçbir zaman “çıkılamayacak” dediği Mezopotamya’daki dağa, bir keçi çevikliğinde tırmanıp, en yüksek yerinde, “ulan Marco Polo, mutluluğun formülünü bulduk!” diye naralanıyorum. Rastladığım mağaralarda saklı definelerin başındaki çakalları hiç umursamayıp, orada viyolonsel çalıp latif nağmeler eşliğinde, seni resmediyorum.
Gelirken sana, tarihi unutulanların torunu olarak çekilmiş filmin bi-planı gibiyim. Montajında iki yerim değiştiği zaman anlamım, her şeyim değişiyor. Bu yüzden yazlık sinemada film izlerken, serinletsin diye içtiğim gazoz şişesine kendimi koyup sana gönderiyorum. O sana gelirken akarsu vadilerini geçiyorum, dar yarlardan hızla akıp Munzur Suyuna ulaşınca, kokuşmuşluğumuzdan, bu yüzü karalığımızdan, arınıyorum.
Gelirken sana, kayık iskelesinde bekleyen dar zayıf, ince narin yapılı Ateş Kayıklarının yanık tenli Kethüda’ları arasından geçip, Tombul Tahir’den bir Osmanlı Sultanisi karşılığı kayık kiralıyorum. Biliyorum ki; hayatını pazu kuvvetiyle kazanan tokgözlü vakar Tombul Tahir, boğazın akıntısını, esen rüzgarını, birde Lodos havalarda ne yapacağını iyi bilir. Onun armoni giyimi; başındaki kırmızı fes, boyundaki püsküllü şalı, rüzgârda dalgalanan geniş ince ipek gömleği altındaki kaslı kolları, beyaz şalvarı üzerinde ince beline doladığı kırmızı şalı denizin mavisiyle birleşmesi beni cezbediyor. Asya ile Avrupa’nın en son buluşma noktası Salacak’ta, ona kayığını çektiriyor, Kırmızı Kaya’da ateşte semaver çayı demletiyorum, Kız Kulesinin karşısında içiyorum. Henüz aktör olmayan, bazen Üsküdar Salacak iskele gişesinde bilet, bazen de kayalıklarda simit satan çocuk, İzzet Günay yanıma geliyor. Ona halis gümüş kuruşlar verip, simit alıyorum. Paramın üstü tırtıllı kuruşları bana uzatıyor; ona cep harçlığı olsun diye elimin tersiyle elini geri itiyorum. Demli çay kokusu, simit kokusu birleşip her yanı sarıyor. Kokunun her yanı sarpa saracağı besbelliydi… Ah besbelli.
Ben sana geldiğimde sağ şakağına elmas yapıştırıp, Kuzguncuk iskelesinde karşıla beni.
Sen hep bende, yüreğimin potasında eriyen şiirin cümlelerisin. Bahçe saksımdaki Reyhan Otu. Sana her dokunduğumda etrafa çok güzel koku yayıyorsun. Her defasında sana gelişimin sebebi bundandır.
Özlüyorum seni!
Gelirken sana, iki koca kıtayı, Afrika ile Asya’yı birbirinden ayıran, o Kızıldeniz hiç olmak istemiyorum. O olsam, ne Musa’nın asasıyla beni yarıp geçmesine göz yumarım, ne de üzerimden kıvrılarak geçen kum fırtınasına aldanan, Firavun’un sularımda boğulmasına razı olurum.
Kızıldeniz kendisine meydan okuduğumu bilsin diye hemen yanı başında nazlı nazlı akan bereketli Afrika’nın sihirli suyu, Nil olup sana geliyorum. Gelirken, Mısır, Sudan, Ruanda, Kongo, Uganda, Etiyopya’nın acılarına ait ne varsa hepsine şahit oluyor, biriktiriyor, içime atıyorum. Yüreğimi kılıfından çıkarıp asuman asuman inleyip naz olup bitiyor, lll Napolyon’un Şeytan Adası’nda fosilleşip kehribara dönüyorum.
Gelirken sana, antik şehir Tanis’de, ruhumun derinliklerindeki terörü harekete geçirsin diye romantik Beethoven’ın armonilerini dinliyorum. Belimde tabancam, Marco Polo’nun hiçbir zaman “çıkılamayacak” dediği Mezopotamya’daki dağa, bir keçi çevikliğinde tırmanıp, en yüksek yerinde, “ulan Marco Polo, mutluluğun formülünü bulduk!” diye naralanıyorum. Rastladığım mağaralarda saklı definelerin başındaki çakalları hiç umursamayıp, orada viyolonsel çalıp latif nağmeler eşliğinde, seni resmediyorum.
Gelirken sana, tarihi unutulanların torunu olarak çekilmiş filmin bi-planı gibiyim. Montajında iki yerim değiştiği zaman anlamım, her şeyim değişiyor. Bu yüzden yazlık sinemada film izlerken, serinletsin diye içtiğim gazoz şişesine kendimi koyup sana gönderiyorum. O sana gelirken akarsu vadilerini geçiyorum, dar yarlardan hızla akıp Munzur Suyuna ulaşınca, kokuşmuşluğumuzdan, bu yüzü karalığımızdan, arınıyorum.
Gelirken sana, kayık iskelesinde bekleyen dar zayıf, ince narin yapılı Ateş Kayıklarının yanık tenli Kethüda’ları arasından geçip, Tombul Tahir’den bir Osmanlı Sultanisi karşılığı kayık kiralıyorum. Biliyorum ki; hayatını pazu kuvvetiyle kazanan tokgözlü vakar Tombul Tahir, boğazın akıntısını, esen rüzgarını, birde Lodos havalarda ne yapacağını iyi bilir. Onun armoni giyimi; başındaki kırmızı fes, boyundaki püsküllü şalı, rüzgârda dalgalanan geniş ince ipek gömleği altındaki kaslı kolları, beyaz şalvarı üzerinde ince beline doladığı kırmızı şalı denizin mavisiyle birleşmesi beni cezbediyor. Asya ile Avrupa’nın en son buluşma noktası Salacak’ta, ona kayığını çektiriyor, Kırmızı Kaya’da ateşte semaver çayı demletiyorum, Kız Kulesinin karşısında içiyorum. Henüz aktör olmayan, bazen Üsküdar Salacak iskele gişesinde bilet, bazen de kayalıklarda simit satan çocuk, İzzet Günay yanıma geliyor. Ona halis gümüş kuruşlar verip, simit alıyorum. Paramın üstü tırtıllı kuruşları bana uzatıyor; ona cep harçlığı olsun diye elimin tersiyle elini geri itiyorum. Demli çay kokusu, simit kokusu birleşip her yanı sarıyor. Kokunun her yanı sarpa saracağı besbelliydi… Ah besbelli.
Ben sana geldiğimde sağ şakağına elmas yapıştırıp, Kuzguncuk iskelesinde karşıla beni.
Sen hep bende, yüreğimin potasında eriyen şiirin cümlelerisin. Bahçe saksımdaki Reyhan Otu. Sana her dokunduğumda etrafa çok güzel koku yayıyorsun. Her defasında sana gelişimin sebebi bundandır.
Özlüyorum seni!