ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

GÖÇ(MEN) EDEBİYATI | Müslüm Kabadayı

01.06.2019
1.323
A+
A-
GÖÇ(MEN) EDEBİYATI | Müslüm Kabadayı

İnsan türünün göç olgusu, yaklaşık 2 milyon yıl önce Afrika’dan yol çıkan Homo Erectus’la başlar. Konuyla ilgili bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu en son verilere göre Homo Sapiens Sapiens’in 125 bin yıl içinde yaptığı göçlerle, gezegenimizin modern insanı biçimlenmiştir.

            Yeni besin alanlarına duyulan ihtiyaç başta olmak üzere, önce Afrika’da gerçekleşen doğal afetler (yangın, deprem, sel vb.), doğanın zorluklarına karşı yeni keşiflere yönelme, kuraklık ve buzul çağları, savaşlar ve çatışmalar, tehcir ve sürgün göçlerin ana nedenleri olmuştur. Zorunlu nedenler yanında gönüllü gerçekleşen göçler, acı ve yıkımlara yol açmanın yanında insan türünün farklı coğrafyalarda melezlenmesiyle daha gelişkin biyolojik ve zihinsel nitelik kazanmasına, yeni kültür ortamlarının oluşmasını da sağlamıştır. Dolayısıyla göç olgusu, insan-doğayla insan-insan ilişkisinin hem farklı sorunlarla karşılaşmasına hem de yeni olanakların ortaya çıkıp daha nitelikli yapıların gerçekleşmesine vesile olan diyalektik bir etkileşim unsurudur.

            Göç olgusunun bu diyalektik etkileşiminin en iyi gözlemlendiği alan dildir. Bugün Dünya’da 7 bin dil konuşuluyorsa – ölü dillerin sayısının da az olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır – ve bu dillerle birçok kültür etkileşim halinde geleceğe taşınıyorsa, bunda göçlerin büyük payının olduğu tartışmasızdır. Bundan 4 bin yıl önce Doğu Akdeniz’in denizci-tüccar kavmi Fenikeliler tarafından geliştirilip yayılan sese dayalı alfabenin bugün de insanlığın ortak mirası haline gelmesi, bunun en somut örneğidir. Hazar havzasında oluşan kültürlerin göçler yoluyla uzak Asya’ya, Önasya’ya, Avrupa’ya, hatta Amerika kıtasına kadar yayıldığıyla ilgili birçok veri ortaya konmaktadır.

            Bu yoğunlaştırılmış girişe bağlı olarak göç göçmen edebiyatının çerçevesini şöyle çizebiliriz: Kuraklık, buzullaşma, deprem, sel vb. doğa olayları yanında savaş, çatışmalar, yönetim-iktidar mücadeleleri nedeniyle gerçekleşen göçlerin ortaya çıkardığı tüm durum ve olgular, göçmen edebiyatının konusu olmuştur. Destanlar, mitolojiler (efsaneler), şiirlerle anlatılan göç ve göçmen gerçekliği, daha sonra tiyatro, hikaye ve romanların konusu olagelmiştir. Mitolojik edebiyatta “göç”le ilgili eski bir örneğe Mezopotamya’da rastlamaktayız. Marthu, Babil ve civarındaki göçebelerin Tanrısıdır. İnari kentinde geçen olayda hediye dağıtımından söz edilir. Bu sırada Marthu’ da bir karısı ve çocuğu olmasını istemektedir. Istırabını annesine söyler ve kendisine bir eş bulmasını rica eder. Bir şenlikte İnari kentinin Tanrısı Numuşda, Marthu ile ilgilenir. Marthu, Numuşda’nın kızını eş olarak ondan ister; o da razı olur. Düğün hazırlıkları yapılır. Gelin adayı Tanrıçanın bir kız arkadaşı tarafından böylesine kaba, örf ve adetleri bakımından şehirli yaşamına ters düşen taraflarıyla göçebe çevresinden böyle bir kişiyle evlenmemesi yolunda uyarılarda bulunursa da, Tanrıça Adgarudu göçebelerin Tanrısıyla evlenmeye karar verir.

Uygurlar’ın “Göç Destanı” bunlara örnek verilebilir. Yuluğ Tigin’in Çinlilerle yapılan savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigin’i Çin prensesiyle evlendirme politikasına karşılık Çinliler, Tanrı Dağı eteklerindeki Kutlu Dağ anlamına gelen kayayı isterler. Gali Tigin bu kayayı verince Çinliler kayayı ateş yakarak ısıttıktan sonra üzerine sirke dökerler. Parçalara ayrılan kayayı Çin’e götürdüklerinde kuraklık ve kıtlık başlar. Böylece Uygurlar, bu kayayı vermenin cezasını göç etmekle öderler.  

Tarihte “kavimler göçü” olarak adlandırılan büyük göçler önce (M.Ö. 500’lerde) Babil’den göç(ertmey)le başlayıp sık sık tehcir ve sürgünlerle karşılaşan Yahudilerle ilgili ortaya konan göçmen edebiyatı oldukça zengindir. Musa’nın kavmiyle birlikte Mısır’dan tehciri, Muhammed Mustafa’nın Mekke’den Medine’ye göçü dinsel metinler olmak üzere edebi metinlere de konu olmuştur. Bugün Suriye’de Şam’ın 60 km kuzeydoğusunda yer alan Malula kentinin efsaneleri arasında yer alan ve Hıristiyanların kutsallarından sayılan Mar Takla’nın hikayesini de Aramilerin araştırmacısı ve yazarı Refik Shami “Malula’dan Masallar” adlı kitabında yayımlamıştır. Hunların Asya’dan Avrupa’ya akınlarla yerleşmesinden 1915’te Ermenilerin Anadolu’dan tehcir edilmesine kadar büyük göçleri konu edinen çokça yapıt verilmiştir. Amanoslar’ın Akdeniz’e uzanan burun kısmında yer alan Musa Dağ’dan adını alan Franz Werfel’in kaleme aldığı “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanını örnekleyebiliriz.

Dünya edebiyatında gelişme gösteren göçmen edebiyatı hareketlerinden birdiğer önemlisi Arap göçmen edebiyatı, diğer adıyla “Mehcer Edebiyatı”dır. Kuzey Afrika ve Orta Doğu kökenli Arap aydınlarının Amerika’da meydana getirdiklerigöçmen edebiyatı en gelişmiş göçmen edebiyatlarındandır. Orta Doğulu ArapHristiyan edebiyatçılarının Batı’da ve özellikle Amerika’da 19. yüzyıldan itibaren meydana getirdikleri göçmen edebiyatını ele alan “Göç Edebiyatı” adlı değerli çalışmasında temsilcileri, kurumları, türleri, eserlerin dil ve üslup özellikleriyle birlikte söz konusu edebiyatı inceleyen Hüseyin Yazıcı’ya göre bu edebiyat: “ (…) çeşitli nedenlerle anavatanlarını terk ederek, hiç tanımadıkları bir atmosferdekendi köklerine tutunmaya çalışan Arap göçmenlerin öyküsüdür. (…) Onların yeni yurtlarında bir kimlik savunması olarak da algılanabilecek, eskiye ait kimi özellikleri sinesinde barındırsa da, yepyeni bir soluk ve anlayışla oluşturduğu edebi birakımın öyküsüdür (Yazıcı, 2002).”

1830’lu yıllardan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bir edebi, kültürel ve siyasi hareket olarak Suriye ve Lübnan’da doğup Mısır’da geliştiği genel kabul gören nahda- Arap Rönesansı, Abdullah Laroui’ye göre (1993, s.29), çöküş (asr el-inhitat)1 ve yabancı hakimiyetinden önceki klasik Arap kültürünü (Cahiliyye) canlandıran bir hareketti. Aynı zamanda nahda, modern Avrupa’nın başarılı yönlerini özümsemek için tercüme yolunu benimseyerek, toplumun geniş kesimlerinin bilincini şekillendirecek bir kültürel hareket olarak ortaya çıktı (Kassir, 2011, s.52). Geniş anlamı ile nahda, Orta Doğu’da ve Arap dünyasında modernleşme sürecinin başlangıcı olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve Avrupa’nın ekonomik, siyasal, entelektüel ve toprak üstünlüğünün güçlü baskı oluşturduğu on sekizinci yüzyılın sonlarından, yirminci yüzyıla kadar Osmanlı yönetimi altındaki modernizasyon dönemini kapsar.2 Sharabi (1988, s.6) ise, nahdanın, orta ve geç on dokuzuncu yüzyılda, Arap toplumsal ve siyasal yaşamında temel faktör olan Avrupa etkisiyle doğduğunu kabul etmekle birlikte, sadece on dokuzuncu yüzyılla sınırlı olmadığını vurgular. Sömürge yönetiminin resmiyet kazandığı iki savaş arası dönem ve bağımsızlık sonrasında, Arap uyanışı fenomeninin, Arap düşünce sisteminde, ulusal ve/veya dinsel unsurları güçlendirmede canlı tutulduğu yargısına varır. İşte bu hareketin yansımalarının son örneklerini Amin Maulof ve Adonis’in yapıtlarında görürüz.

Göç(menlik”le ilgili olarak Kürt edebiyatında en önemli yapıtları Mehmet Uzun vermiştir. Önemli bölümü Antakya’da geçen “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” romanı, 20. Yüzyıl başlarında gerçekleşen Kürt beylerinin göç(ertil)mesi olayının bir aşk hikayesi çerçevesinde işlendiği dramatik yapıtlardan biridir.Çağdaş edebiyatta göç olgusunu konu edinen yapıtlar oldukça zengindir. Özellikle I. Ve II. Paylaşım Savaşlarında gerçekleşen göç, tehcir ve sürgünleri konu edinenler yanında farklı bir göç olgusu ortaya çıkmıştır. Biri, 1929 Dünya kapitalizminin ekonomik krizinin ABD’deki büyük buhranın yarattığı göç dalgasıdır. Bu “kriz göç olgusu”nu çok boyutlu olarak anlatan önemli romanları John Steinbeck kaleme almıştır. Filmi de çok yankı yaratan Gazap Üzümleri bunun en etkileyicisidir. İkincisi de Türkiye’den 1961’den itibaren Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya gerçekleşen işçi-emekçi göçüdür. Bu “göç”le ilgili oluşan edebiyatın özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Birinci kuşak Türkiye kökenli yazarların yüzü Türkiye’ye dönüktü. Çoğu Türkçe yazıyor, oradan besleniyor ve doğup-büyüdükleri memleketi terketmenin acısını yaşıyorlardı. İkinci kuşak yazarlarsa geldikleri memleket ile kaldıkları ülke arasında yeni bir ülke edinmenin zorluklarını yaşıyorlardı. Türkiye’de ‘Alamancı’, Almanya’da ‘Türk’ en çok onlar için kullanıldı. İkinci kuşak yazarlardan Alev Tekinay bu durumu şöyle ifade ediyor bir şiirinde: “Hayali bir trende/ hergün iki bin kilometre gidip geliyorum/ kararsızım elbise dolabı ile bavul arasında/ işte tam orası benim dünyam.” Bu dünya, ikinci kuşak yazarların hemen hepsinin eserlerine yansıyacaktı. Almanya’ya sürgün olarak gitmiş Köy Enstitülü yazarlarımızdan Fakir Baykurt Yüksek Fırınlar, Yusuf Ziya Bahadınlı da Açılın Kapılar romanlarında birinci ve ikinci kuşak Türkiyeli göçmen işçilerin dramlarını işlemişlerdir.Bireysel, topluluk ya da kitlesel göç(ertme)ler nedeniyle başka bir coğrafyada yaşama tutunma, kendini gerçekleştirme mücadelesi veren birinci kuşak ve onların çocuklarının çok ilginç yapıtlar ortaya koyduklarına tanık olmaktayız. Bunlardan biri, İtalya’dan ABD’ye göçen duvar işçisi bir babanın oğlu olan John Fante’dir. Amerikan “yeraltı edebiyatı”nın önemli yazarı olan Fante, yazarak hiçliği aşan kalemlerden biri olur. “Hayat Dolu”, “Vahşi Yol” gibi senaryoların da yazarı olan Fante, “Bandini” serisinin unutulmaz klasiği olarak kaleme aldığı “Toza Sor” romanında (Filmi de çekilmiştir.) etnik ayrımcılığın bireyde yarattığı uyum sorununu ve beraberinde ortaya çıkan derin yabancılaşmayı, kadın-erkek ilişkilerindeki hoyratlaşmayı samimi biçimde dile getirir.Burada yeri gelmişken “göçmenlik”le ilgili bir başka değerlendirme yapmak isteriz. Göç yoluyla bir araya gelen farklı halklardan ve kültürlerden insanlardan doğan çocukların içinden, bilim-sanat ve edebiyat alanlarında önemli kişiler çıkmaktadır. Macaristan’dan Meksika’ya göçen fotoğrafçı bir babanın ve Kızılderili bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Frida Kahlo’yu buna örnek verebiliriz.

Bestem AYLANIN ÇIĞLIĞI Söz ve Müzik: Piyanist Güneş Yakartepe Suriyeli Aylan’a Bebek’e Beste

Bir umutla çıktım bu yolculuğa
Simsiyah gecede vatansız çocuğum
İçimde korkular, umudum nerede
Nerede insanlık, gelecek nerede

Çırpındım dalgalarda umutla
Tutunamadım hayata, vurdum kıyıya
Çırpındım dalgalarda umutla
Tutunamadım hayata, vurdum kıyıya

En sonunda bitti benim savaşım
Yenildim hayata amansız dünyada
Bedenim armağan tüm insanlığa
Bitmesin hayatlar sönmesin umutlar
Bedenim armağan tüm insanlığa
Ölmesin Aylan’lar dinsin bütün çığlıklar

Şiir : Güneş Yakartepe

BİRLİKTE YAŞAMANIN ACISI

İkinci kuşak yazarlar arasında Feridun Zaimoğlu, Zafer Şenocak, Osman Engin, Zehra Çırak, Aysel Özakın, Alev Tekinay, Nevfel Cumart, Kemal Kurt, Saliha Scheinhardt, Renan Demirkan’ı saymak mümkün. Bu yazarların çoğu Almanya’da doğdu ya da küçük yaşlarda geldiler. Okulda Almanca ile büyüyen bu kuşak, eserlerini de daha çok Almanca verdi.Okulda Almanca, evde Türkçe ile yetişen bu kuşak, iki kültür arasındaki bütün zorlukları yaşayarak büyüdü. Bundan dolayı eserlerinde daha çok ‘vatansızlık’, ‘dil’, ‘kimlik sorunu’, ‘entegrasyon’, ‘iki kültür’, ‘parçalanmışlık’ gibi konular öne çıktı. Birinci kuşağın tersine ikinci kuşakta memleket artık somut değil, soyut bir anlam kazanmıştır. Memleket artık hem burasıdır, hem de orası; ya da ne orası ne de burası.Feridun Zaimoğlu’nun ‘Kafa Örtüsü’ (Koppstoff) adlı kitabında Mihriban şöyle der: “Bu şehirde doğdum, burada büyüdüm, burada evlendim, burada çalışıyor ve burada çocuklarımı yetiştiriyorum. Aslında kendimi burada, evimde hissetmem gerekir ama tam da öyle hissetmiyorum.”Almanya’da ‘yabancı’, Türkiye’de ‘Alamancı’ olan bu kuşak birçok eserinde ‘Ben kimim?’, ‘Nereden geliyorum?’ ve ‘Nereye gidiyorum?’ gibi doğrudan kimlik sorununu ele alan konularla ilgilendi. Burada kimlik bazen bir bunalım, bazen bir kaygı, bazen bir olanak, bazen alışamama, bazen varolanı kaybetme ve bazen de bir uyum olarak belirir. Aysel Özakın, ‘Berlin’de Mi Yaşlanacağım?’ adlı öyküsünde, uzun süre Berlin’de yaşayan ve geldiği ülkeden uzakta yaşlanacağı kaygısı duyan bir kadını anlatır. Zafer Şenocak ‘Çift Adam’ adlı şiirinde iki kültür arasında parçalanmanın insanı ne kadar derinden etkilediğini anlatır:„İki ayrı gezegende ayaklarım/ Dönmeye başlayınca onlar/ Beni parçalayacaklar/ Düşüyorum/ İki ayrı dünya var içimde/ Ama hiçbiri tam değil/ Kanıyorlar durmadan/ Sınırsa tam da/ Dilimin ortasında/ Bir mahpus gibi çırpınır/ Kanatırım bu yarayı.“Birinci kuşak ‘mağdur’du ama kendilerini ait hissettikleri bir kültürleri ve uzakta da olsa bir memleketleri vardı. Oysa ikinci kuşak ‘karma‘ bir kültür edinmenin ve bununla ‘barışık’ olmanın zorluklarını yaşıyordu ve bunlarla başa çıkmak zorundaydı.DELİKANLI ‘KANAK’LARYine Zafer Şenocak’ın, ‘Tehlikeli Akrabalık’ adlı romanında kahraman Havas bir tarafta büyükbabasının mektuplarını okuyarak geçmişini anlamaya çalışır, diğer taraftan Alman eşi Marie ve Alman arkadaşları ile olan ilişkileri onun varoluşsal sorunlarını sorgulamasına neden olur. Yeni ‘memleketi’ ve Alman eşinde karar kılar ama bu yine de Havas’ı huzursuzlandırır ve rahat bırakmaz. Bu huzursuzluk, arada kalmışlık kahramana acı çektirir. Üstelik Havas Alman gibi görünmesine ve Almanca’yı aksansız kullanmasına rağmen Alman çevresi tarafından yine de yabancı olarak görülür. Zehra Çırak bir şiirinde bu arada kalmışlığı şöyle dile getirir. “Bilinir, köprülerin bir sonu olduğu/ bundan dolayı acele etmeye gerek yok/ ama köprüler en soğuk olan yerdir.”.Feridun Zaimoğlu ilk eserlerinde iki kültür arasında kalmış ikinci kuşağın dil sorunlarını daha çok konu edindi. Zaimoğlu, ‘mağdurluktan‘ yakınmak yerine, ‘Kanake’ (Almanya’daki yabancılara, özelikle Türkiyelileri küçük görmeye, aşağılamaya yönelik bir küfür) olmayı tercih eder. Zaimoğlu ‘Kanak’ olmayı inadına kabul eder ve bunun bir başkaldırı olduğunu söyler. Romanlarında kullandığı dil de Almanca’nın kalıplarını, gramerini bozan bir yapıya sahiptir. Göçmenlerin kullandığı aksanı, sokak ağzını, argoyu estetize ederek bütün suçlamalara karşı ‘delikanlı’ bir tutum takınarak, göçmenleri küçük görmeye meydan okur. Bu ‘delikanlıca’ tutum Alman aydınlarının hoşuna pek gitmez ve Zaimoğlu’nun eserleri uzun süre görmezlikten gelinir.Bu dönem, anadilini kaybetmek de bir sorun olarak belirir. Alev Tekinay bir yazısında şöyle der: “İki dil ile ben iki farklı insanım. Devamlı kavga eden ve hiç uyumlu olmayan biri Türk ve değeri Alman ‘ben’.”İlk kitabını 1985 yılında yayınlayan Osman Engin de, iki kültür arasındaki sorunlara mizahi olarak yaklaşır. Eserleri bir çok dile çevrilen Engin’in kitap adları da bu mizahi yaklaşımın bir göstergesidir: ‘Sevgili Ömer Amca-Almanya’dan Mektuplar’, ‘Ölüler Döner Yemez’, ‘Don Osman Turda’, ‘Kanaken-Gandhi’ gibi… Engin’in eserlerinde varolan gerilim mizah aracılığı ile düşer.İki kültürü bir arada yaşamasını harmoni olarak gören ve ele alan yazarlar da vardı. Türkiye’de Almanca öğrenen ve Almanya’da Alman filolojisi okuyan Alev Tekinay, ‘Ağlayan İncir’ adlı romanında aynı yerde yaşayan Alman ve Türklerin uyum içinde bir arada yaşamasını anlatır.Renan Demirkan da ilk kitabı ‘Üç Şekerli Çay’da (Schwarzer Tee mit drei Stück Zucker) böyle bir uyumdan bahseder. Romanda hastanede doğumu bekleyen bir kadının geçmişini hatırlaması-sorgulaması konu edinilir. Çocukluğunu Anadolu’nun bir köyünde geçirmiş ve küçük yaşta Almanya’ya gelmiş kadın kahraman, ailesinin bütün itirazlarına rağmen bir Almanla evlenmiş (daha sonra boşanıyorlar) ve her iki kültürle uyum içinde yaşayan birisidir. Kızkardeşi bunu anne ve babasına bir ‘ihanet’, kendi kültürünü kaybetme, yozlaşma olarak değerlendirirken o kalbinin sesini dinler ve önyargılara karşı çıkar. Çocuğu ile hayali konuşmasında her iki kültürü birbirine karıştırır ve çocuğunun her iki kültürle büyümesini ister. Bazen çocukluğunun dağını Köln Dom Kilisesi’nin karşısına Ren Irmağı’nın yanına getirir, bazen de bunları alıp Anadolu’daki köyünün yanına götürür ve orada Goethe ve Heine’nin şiirlerini okur. Bir röportajında her iki kültür arasında büyüdüğünü belirten Demirkan, aile yaşamında bir çok çatışma yaşadığını ve bunun kendisini daha da zenginleştirdiğini söyler.Birinci ve ikinci kuşağın ele aldığı konular arasında kalın duvarlar olmadığını belirtmek gerekiyor. Çünkü memleket, dil, kimlik, yabancılık gibi konular hala revaçtadır. Birinci kuşak bu sorunları genellikle bir topluluğun sorunu olarak ele alırken ikinci kuşak bu sorunları bireyselleştirir ve kişilerin iç dünyasına nasıl yansıdığını anlatır. Bu da edebiyat açısından önemli bir noktaydı. Akif Pirinçci ise kendi kuşağından farklı olarak polisiye romanlar yazar. Bu sorunlarsa arka planda çok silik bir şekilde görülür.İkinci kuşak yazarlar haklarını aramak konusunda da birinci kuşaktan farklı bir tutum içine girdiler. Özellikle seksenlerde yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı özellikle Türk düşmanlığı yazarların büyük tepkisini çeker ve buna bir çok ürünle cevap verirler. Birinci kuşak yazarlar edebiyatın yolunu açtılar. İkinci kuşak ise bunu dil ve farklı konularla, kendi acılarıyla genişletti. Artık sahneyi alan üçüncü kuşağınsa, göçün yaşadığı toplumsal evrime paralel olarak kendine yeni bir yol açacağı söylenebilir.

Kaynak: Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-Haziran2019

Administrator
Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.